• Sonuç bulunamadı

1. BÖLÜM: MÜPHEMLİK PHARMAKONU

1.3 Müphemlikte Saklı Özgürleşme Olanakları

1.3.4 Müphemlik, Mutsuzluk ve Sorumluluk İlişkisi

öğeler, etkileşimin ortaya çıkarabileceği beklenmedik sonuçlar bağlamında müphemlikle içiçe olduğu söylenebilir.

Bütün bu tartışmalardan yola çıkarak, müphemliğin iletişim süreçleri bağlamında da özgürleştirici bir potansiyele sahip olduğu söylenebilir. Farklı seslerin temsil hakkı bulduğu, standardize edilmiş kuralların olmadığı, heterojen bir iletişim ortamı müphemliği dışlamayan bir anlayışla mümkün olabilmektedir. Bakhtin’in karnavalesk kavramı ekseninde ifade ettiği görüşler de böyle bir iletişimselliğin karakteristik özelliklerini özetlemekte ve farklı iletişimsel süreçlerin potansiyellerini bu doğrultuda değerlendirmeye izin vermektedir.

geçirecek olan yönelimin mutluluk mu yoksa mutsuzluk mu olduğu belirsiz bir hal almaktadır. Söz konusu özgürleşmenin mutluluğun teşvik ettiği ütopyacı bakış açısıyla mümkün olabileceğini düşünenler yaygın olmasına karşın, etik bir sorumluluk üstlenmeye bağlı olan özgürleşme imkânının mutsuzluğun motive etme gücüyle ilişkisi de dikkate değerdir.

Bu tür bir bakış açısının dayanaklarını öncelikli olarak Hegel felsefesinde ve

“mutsuz bilinç” kavramsallaştırmasında aramak mümkündür. Hegel’in yaklaşımında mutsuz bilinç diyalektik olumsuzlama sürecinin bir sonucudur. Bilinç, Hegel’e göre tamamlanmamışlık ve olumsuzlamayı barındırır. Bireyin özbilinç kazanması ancak ben ve öteki arasındaki olumsuzlama süreciyle mümkün olmaktadır. Bu süreçte olumsuzlama kendi varlığının bilincini oluşturmak için başkasının varlığına muhtaç olmaktan duyulan bir mutsuzluğu ortaya çıkarmaktadır ve bu bilincin işleyişinin nihai bir sonucudur (Özçınar, 2008: 3). Hegel bilincin “öz belirlenim” süreciyle ilişkilendirdiği bu olumsuzlamayı efendi-köle diyalektiği54 bağlamında temellendirmektedir. Hegel’in kölenin kendilik yaratma süreciyle ilişkili olarak tarif ettiği “mutsuz bilinç” öz-belirlenim inşa etme sürecinde kölenin kendisini efendisinden bağımsız tanımlamasının doğal bir çıktısıdır (Bumin, 2013: 41).

54 Tinin Görüngübilimi’ nde belirttiği üzere Hegel’e göre, köle kendi varlığını efendinin varlığına bağlı kıldığı, kendisini efendinin varlığı üzerinden tanımladığı, efendi karşısında bağımlılığını kabul ettiği ölçüde kendi benliğini özgürce inşa etmiş olmamaktadır. Köle, efendiye olan bağımlılığını kabul ederek bir çeşit yenilmişlik hissini içselleştirmektedir ancak çalışmasıyla/emeğiyle bu yenilmişlik durumunu tersine çevirebilmektedir. Köle kendi varlığını, çalışması, üretkenliği üzerinden inşa ettiğinde, artık efendi, kölenin emeğine bağımlı hale gelmekte ve özgürlük için mücadelede roller değiş tokuş

edilmektedir. Köle kendi emeğinin bilincine vardığında, özerkliğinin, özgürlüğünün de bilincine varmaktadır (Kojeve, 2012: 55-57).

Hegel, efendi ve köle arasındaki ilişkiyi bir düelloya benzeterek, ezen ve ezilen arasındaki bu savaşta her iki tarafın amacının da diğerinin dikkatini çekmek olduğunu ifade etmektedir. Efendi, kölenin onu dikkate aldığının göstergesi olarak, onun bağlılığından ve hizmetlerinden zevk duymaktadır. Bu anlamda efendinin zevk almak ve kendi otoritesini kanıtlamak için köleye ihtiyacı vardır. Kölenin bilişsel gelişimi ise daha farklı bir yol izlemekte ve kendisine ait bağımsız bir zihne sahip olduğunu çalışması ve emeği üzerindeki farkındalığıyla sağlamaktadır. Bu farkındalık kölenin zihninde bir bölünmeye neden olmakta ve sahip olduğu mutsuz bilinç onun daha önce inandığı şeyleri yadsımasına neden olmaktadır (Sennet,

Hegel “ikili doğaya sahip, salt çelişkili bir varlık olarak kendinin bilinci”

şeklinde tanımladığı mutsuz bilinci özgürleşme yolunda bir basamak olarak görmektedir. Ona göre özgürlüğün koşullarını oluşturma sorumluluğu ezilenlerin daha önce inandıkları şeylere karşı şüphe duymalarından kaynaklı olarak mutsuz bilincin rasyonel bilinç oluşturma yönünde yaptığı katkıyla ilişkilidir. Mutsuz bilincin, mutlak özgürlük anlamına gelen rasyonel bilince ulaşmak için kişinin sahip olduğu farkındalık düzeyini toplumsallığa taşıdığını ifade eden Hegel, bu aşamadan sonra kişinin tanınmak için başka kişilerle savaşmaya gerek olmadığını kavradığı ve her insanın içinde hem köle hem de efendi olduğunun bilinciyle hareket ettiği düşüncesindedir (Sennet, 2005:

139). Bu tartışmalar ekseninde, acı ve mutsuzluk hissinin bireylerin postmodern koşulların yersizyurtsuz iktidar ilişkileri içerisindeki öznellik konumunu sorgulaması bağlamında, Hegel’in bahsettiği gibi bir bilişsel süreci açığa çıkaran yaratıcı bir potansiyel içerdiği söylenebilir. Söz konusu sorgulamanın, bireylerin kendilerine ve çevrelerine ilişkin almaları gereken sorumlulukları hatırlamak açısından yaratıcı bir potansiyel taşıdığını söylemek mümkündür.

Müphemlik, mutsuzluk ve sorumluluk arasındaki ilişki konusunda değinilmesi gereken düşünürlerden birisi de Nietzsche’dir. Efendi-köle diyalektiği ve olumsuzlamaya yönelik yaklaşımı bağlamında Hegel’den oldukça farklı bir paradigmada yer almasına karşın (Molacı, 2020: 38-40), Nietzsche de mutsuzluk ve acı hissine yaratıcı ve üretken bir rol atfetmektedir. “Güç İstenci (1968)” başta olmak üzere birçok çalışmasında Batı dünyasındaki değerlerin ve ideallerin çöküşünü konu edinen Nietzsche (1968: 25-26), Batı’nın değerler sisteminin çöküşüyle birlikte yaşamında değersizliğe, amaçsızlığa, anlamsızlığa doğru sürüklendiği görüşündedir. Ancak ona göre bu anlam yoksunluğu dağılma ve belirsizlik süreçlerine işaret edebileceği gibi, dağılma ve belirsizlik süreçlerinin neden olduğu acı hissi Batı kültürünün tabulaştırdığı değerleri yeni baştan akıl süzgecinden geçirme bilinçliliğiyle de ilişkilendirilebilir

(Nietzsche, 1968: 112).55 Çünkü acı hissi derin yıkımlara olduğu kadar beklenmedik ölçüde güçlü mücadelelere de kaynaklık edebilmektedir. Nietzsche’nin nihilist anlamda çöküşün aynı zamanda eşi görülmemiş ilerleme zamanlarına eşlik ettiğini vurgulaması gibi, müphemlikte de haz ve acıyı aynı anda bütünleştiren, çöküşün yanı sıra ilerlemenin de imkânlarını içeren bir boyut söz konusudur.

Nietzsche'ye göre acıya karşı geliştirilecek tutum kucaklanması gereken ve olabildiğince fazla sorumluluk alınması gereken bir tutum olmalıdır. Bu anlamda Nietzsche için acının istenmeyen bir olgu olarak görülmesi iki açıdan problemlidir.

Birincisi ızdırap ve sevincin birbirine sıkı sıkıya bağlı olduğu düşüncesi, ikincisi ise acı çekmenin kişiye güç verebileceği ve yaşamı olumlamaya katkı sağlayabileceği düşüncesiyle ilgilidir (Wrisley, 2004: 13). Nietzsche (2009: 136) söz konusu yaklaşımını insanlığın bugüne kadarki gelişimini “acı çekme disiplinine (the discipline of suffering)” borçlu olduğunu söyleyerek özetlemektedir.

Herbert Marcuse de belirsizlik, mutsuzluk ve sorumluluk arasındaki ilişkiyi açımlamaya katkı sağlayan görüşler sunan düşünürler arasında yer almaktadır. Hegel’in

“mutsuz bilinç” eksenindeki yaklaşımını Freudyen ve Marksist bir perspektifle yeniden yorumlayan Marcuse (2002: 59) ileri sanayi toplumlarında mutsuz bilincin

“yüceltmenin baskıcı çözülüşü” sürecine yenik düştüğünü ifade etmektedir. Mutlu bilinç yani olgusal olanın akılcı olduğu inancı, uyumlanmanın aracına dönüşmektedir.

Marcuse’ye göre kapitalist düşünce ekseninde şekillendirilen "mutlu bilinç" toplumsal eşitsizliklerin, adaletsizliklerin, savaşların, çatışmaların üzerini örtmekte ve görmezden gelinmesini sağlamaktadır. Marcuse’ye göre “mutlu bilincin sınırları yoktur” (2002:

83). Mutlu bilinç oyunlar düzenlemektedir. Bu oyunlarda ekip çalışması, eğlence, stratejik önem bir uyum içinde birleşmektedir. Böylece mutlu bilincin rol aldığı oyun

55 Nietzsche’nin nihilizmi “aktif ve pasif nihilizm” (Nietzsche, 1968: 17) olarak iki biçimde tarif

suçluluk duygusunun önüne geçmekte, yani vicdanın sesini bastırmaktadır (2002: 83-84). İnsanlar vicdanları yerine sahte bir gerçeklik üzerine inşa edilmiş ütopik vaatlere kulak vermektedirler. Böylelikle uyum sağlama ile kötü bir gidişata dur diyebilme sorumluluğu arasında bir gerilim oluşmakta, iradesinden vazgeçen “mutlu bilinç”

sorumluluk almayı reddetmektedir. Sorumluluk alma yetisinin yitirildiği koşullarda

“kötülük” de tanımlanamayacak ölçüde radikal boyutlara ulaşabilmektedir.56

Modernizm’de “mutlu bilinç”in temel güdüleyicisi Marcuse’ye göre (2002) sahte ihtiyaçlardır. Başka bir ifadeyle mutlu bilinç “mutluluk” kavramı üzerinden işleyen tüketimin toplumsal mantığıyla desteklenmektedir. Ancak söz konusu mutluluk bir yanılsama içerisinde kimlik bulmaktadır. Bu yanılsama, simgesel değiş-tokuş

sürecinde gösterenin sürekli olarak başka bir arzu nesnesini imlemesi ve arzuların akışkan hale gelmesi ile ilişkili bir yanılsamadır. Nietzsche’nin de ifade ettiği gibi

“ulaşılan hedefteki mutluluk bizzat güç geriliminin doğurduğu bir kuruntudur. Finalde elde edilen mutluluk bir yanılsamadır, davranışta bulunan kişi bu finale odaklandığında sürükleyici gücü unutur ve sadece ‘motifi’ görür. Bu nedenle hedef olarak mutlulukla herhangi bir şey yapılamaz, mutluluk sadece eşlik eder, harekete geçiremez” (2000:

137-138). Bu nedenle Marcuse özgürleşmenin yolunu mutsuz bilinçte aramaktadır. Ona göre vicdanın sesini yeniden duymak "mutsuz biliç"le mümkün gözükmektedir.

Düşüceyi özgürleştirecek ve vicdanı uyandıracak olan mutsuz bilincin olumsuzlama gücüdür.

Mutlu bilincin tahakküm üreten yapının parçasına dönüştüğüne dair fikirlerine yönelik Marcuse’yle benzer bir yaklaşım ortaya koyan Wright Mills, Sosyolojik

56 Arendt’in “radikal kötülük” dediği olgu bu tür bir sorumluluk ilişkisine temas etmektedir. Nazi kamplarında olan bitenleri temel alarak geliştirmiş olduğu bu kavramda Arendt, totaliter rejimler ve kötülük arasındaki ilişkiye odaklanmış ve 20.yy’da kötülüğün yeni bir yüzüyle karşı karşıya olduğumuzu iddia etmiştir. Bu iddiasının temelinde ise “insanların, insanlar olarak gereksiz kılınması” şeklinde bir fenomen yer almaktadır. Kötülük insanları insanlar olarak gereksiz kılacak argumanlar geliştirecek ölçüde radikalleşmiştir. Üstelik gerçekliği imkânsız gibi görünen bu kötülüğün hayata geçirilmesinde rol alanların suskunluğa gömülerek, sorumluluk üstlenmek yerine suçu sahipsiz bırakacakları ölçüde radikalleşmiştir. Böyle bir radikallik, imkânsız gibi görünenin mümkün hale gelmesine, cinayetin sıradanlaşmasına yönelik tehlikeli bir dönüşümü de imlemektedir. Arendt, bu nedenle daha sonraki

İmgelem (1959) adlı çalışmasında söz konusu yaklaşımını “neşeli robot” tabiri ekseninde ifade etmektedir. İnsan doğasını ve bilişsel niteliklerini köklü bir dönüşüme uğratan yabancılaşma olgusunun toplumu “neşeli robot”lardan oluşan bireyler topluluğu haline getirdiğini ifade eden Mills için (2000: 171-172) bu neşeli robotların oluşturduğu toplum “özgür ve demokratik bir toplumun antitezidir”. Yazarın “neşeli robot” tabiri bireylerin mutlu oldukları ancak bağımsız bir iradeye sahip olmadıkları bir sisteme işaret etmektedir. Böyle bir sistemde mutluluğun tahakküm üreten sistem için işlevsel bir unsur olarak görüldüğü anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu tür bir sistem içerisinde sorgulayıcı bir yönelimin “mutsuz bilinçle” birlikte ortaya çıkması olası gözükmektedir.

Bu tartışmalar ekseninde mutsuz bilincin efendi-köle düalizmini yerinden etme potansiyeli taşımasının yanı sıra, diğer otorite biçimlerinden de şüphe duymanın anahtarına dönüşebileceği açıkça görülmektedir. Kölenin efendi karşısında kendi varlığını düşüncede bağımsız kılması müphem bir psikolojiye adım atmayı gerektirmektedir. Bu anlamda müphemlik ve mutsuz bilincin iş birliği içerisinde olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak efendilik ve köleliğin modern döneme yönelik karşılığı şeklinde kabul edilebilecek olan otorite kuran ve otoriteye boyun eğen taraflara ilişkin tanımlamalar efendi-köle arasındaki ilişkiden büyük oranda farklılaşmaktadır. Bu nedenle “mutsuz biliç”i ortaya çıkaracak koşullar da aynı oranda değişiklik göstermektedir. Sennett’e göre kapitalist sistem içerisinde kimi zaman paternalist niteliğiyle öne çıkan otorite, kişilerden ihtiyaçlarını giderme karşılığında pasif ve uyumlu olmasını talep etmektedir. Başka bir ifadeyle otorite “rıza” üzerinden işleyen bir sistem içerisinde meşruiyet sağladığından boyun eğen tarafın otoriteden bağımsız bir kimlik geliştirmesi daha da güçleşmiştir. Bu toplumsal yapı içerisinde kişiler otoriteye karşı olsalar bile tepkilerini “itaatsiz bağımlılık” gibi eğilimlerle yansıtabilmektedirler. Yani öfkelerini dile getirseler bile otoriteye bağımlı kalabilmektedirler (2005: 141-142). Ayrıca Sennett (2005: 142-143) otorite

bunalımından kaynaklı mutsuz bilincin her şeye kadir otorite anlayışını reddetmeye yöneltme potansiyelinin modern dönemin koşullarında ortaya çıkıp çıkamayacağına şüpheyle yaklaşmaktadır. Ancak bu dönemin esnek koşullarında Hegel’in ve Marcuse’nin bahsettiği gibi otorite kaynaklı bir mutsuz bilinç söz konusu olmasa bile gerçeklik kaybı, değer yoksunluğu, belirsizlik gibi faktörlerin açığa çıkardığı bir mutsuz bilinçten bahsetmek mümkündür. Bu tür bir mutsuz bilinç de düşünsel süreçleri özgürleştirecek bir motivasyonu sağlama potansiyeline sahiptir. Zizek’in de dediği gibi

“değişim ancak ve ancak çaresizliğe kapıldığında ve artık ne yapacağımızı bilmediğimizde eyleme dökülebilir – umutsuzluğun sıfır noktasından geçmemiz gereklidir” (2017: 9). Başka bir ifadeyle kimi zaman özgürlük için mücadele “umutsuz olma cesaretini” (Zizek, 2017) gerektirmektedir.

Postmodern dönemin manipülatif iletişim ortamları düşünüldüğünde belki de sorgulayıcı bir mutsuz bilincin ortaya çıkması Baudrillard’ın önerdiği türden “ölümcül stratejileri/çaresiz stratejileri57 (fatal strategies)” devreye sokmayı gerektirmektedir.

Gösterinin alanı dışına çıkarak meydan okumanın bir yolu olmadığını düşünen Baudrillard için bu stratejiler ölümcüldür çünkü ya daha fazla gösterinin içerisinde

57 Baudrillard, direnişe giden yolun gösteriden uzaklaşmak yerine gösteriyi sınırlarına kadar itmekten geçtiğini ifade etmektedir. Çaresiz stratejiler Kellner’ın (2015) “sistemin değerlerini çökertme ya da tersine çevirme ümidiyle sistemi aşırıya itme” olarak tabir ettiği bir anlam içermektedir ve Baudrillard tarafından özgürleşmek için sistemin dışında bir zemin bulunamayacağının ironik ifadesi olarak kullanılmaktadır. Baudirllard’a göre gösterinin mantığını çözmeye çalışan, gerçekliğini açığa çıkarmaya çalışan politikalar hipergerçekliğin hâkim olduğu dünyada işe yaramayacaktır (Albrecht, 2018: 96-97).

Bu nedenle onun önerisi “dünya ölümcül olursa, daha ölümcül; kayıtsız olursa daha fazla kayıtsız olmak ve dünyayı en azından mevcut koşulların ortaya çıkardığına eşit olan bir ilgisizlikle baştan çıkarmaktır”

(Baudrillard, 2001: 130). Baudrillard’ın “ölümcül stratejileri” kötülük ilkesi olarak tanımladığı ironik stratejilerle ilgilidir. Herşeyin gözler önünde sergilendiği ve gerçekliğin yitirildiği bir düzlem içerisinde Baudrillard (2011: 103-104), ne istediğinin farkında yıkıcı bir stratejinin iktidar örüntülerine doğrudan saldırmakla mümkün olmayacağını, ancak ironik stratejilerle iktidar konumlarına meydan okunabileceğini iddia etmektedir. Ona göre ironi “zihinsel açıdan bir biçimi çarpıtarak bir başka biçime dönüştürürken, fiziksel açıdan da bir türü başka bir türe çevirir… Varlığına en az zevk kadar gereksinim duyulan ironi kötülüğe duyulan gereksinimin bir parçasıdır” (2011: 104). Bu tür ironik meydan okumaların edebiyat, sinema, tiyatro, resim gibi sanat alanlarında daha rahat ortaya çıktığı söylenebilir.

Özellikle postmodern sanat akımlarının kemikleşmiş hegemonik toplumsal ilişkiler ve belirlenimci sanat anlayışıları üzerine ters yüz edici üsluplar kullandığı bilinmektedir. Bu bağlamda “ölümcül stratejiler”i sorgulayıcı bir mutsuzluğun ürünü olarak ele almak mümkündür. Sistemin dışına çıkmanın ve dışarıdan bir mücadele yürütmenin mümkün olmayışına dair inancın ve belirsizlik unsurlarının yarattığı mutsuzluğun bu tür stratejileri gündeme getirmesi olasıdır. Ölümcül stratejiler mutsuzluğun sorgulayıcı bir bilinçle birleşmesinin ürünü olabileceği gibi hedefinde de yine sorgulayıcı bir mutsuzluğun olması da mümkündür.

kaybolunacak ya da gösteri kendi kendisinin sonunu hazırlayacaktır. En iyi ihtimal olan gösterinin çöküşünde dahi ancak özgürlük imkânını düşünmeyi mümkün kılan bir müphemlik söz konusudur. Özgürlük hiçbir koşulda garanti altında değildir. Yine de Baudrillard’ın düşündüğünün aksine, toplumsal koşulların müphemliği içerisinde eleştirelliğe sevk edici bir mutsuz bilincin ortaya çıkma potansiyeli (toplumsal hareketlerde olduğu gibi) her zaman mevcuttur.

Bütün bu tartışmalar ışığında, müphemliğin mutsuz bir duygu durumunu açığa çıkarması halinde bu mutsuzluğun, sorgulayıcı ve mücadeleci bir güdülenmeye sebebiyet vermesi mümkündür. Müphem koşullara ilişkin kaygılar, korkular ve mutsuzluğun bireyi özgür düşünme, mevcut koşullara yönelik sorunları değerlendirme, çözümler üretme, kendisi ve diğerleriyle ilgili toplumsal sorumluluk alma yönünde motive etme potansiyeli söz konusudur. Bu potansiyele yapılan vurgunun amacı, bireyi egemen düşünce yapılarından özgürleştirecek gücün yalnızca acı çekmesiyle mümkün olacağı düşüncesine bağlı olarak mazoşist bir yaklaşımı olumlamak değil; müphemlikle ilişkili bir mutsuzluğu olumsuzluklarına rağmen yaratıcı ve olumlu bir bağlama taşıyabilmektir.

Sonuç olarak, müphemliği “oluş” felsefesi ekseninde varoluşa içkin bir unsur biçiminde, türlerarası melezleşme anlayışının temeline yerleştirerek ya da karnavalesk bir iletişimin genel karakteristiği olarak düşünmek, onu olumlu veçheleriyle değerlendirmeye izin verirken; müphemliğin sorgulayıcı bir mutsuzluğu ortaya koyma potansiyeli üzerine düşünmek ise onun olumsuz görünümleri içerisinde bile mücadeleye sevk edecek yaratıcı anlamlar barındırabileceğine dair bir umudu yansıtmaktadır.