• Sonuç bulunamadı

Türkiye’de 1980 Sonrası Dönemde Çevre Sorunları

GENEL OLARAK DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE ÇEVRE SORUNLARI VE DÜNYADA ÇEVRE ALANYAZIN

2. DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE ÇEVRE SORUNLARININ ORTAYA ÇIKIŞ AŞAMALAR

2.2. Türkiye’de Çevre Sorunlarının Ortaya Çıkış Aşamaları

2.2.4. Türkiye’de 1980 Sonrası Dönemde Çevre Sorunları

Dünyada yaşanan ekonomik, siyasi ve çevresel dönüşümlerle birlikte bu dönem, Türkiye’de de önemli gelişmeleri ortaya çıkarmıştır. Ekonomik hayatta meydana gelen sıkıntıların aşılması amacıyla liberal politikalar hayata geçirilmiş ve böylece devlet müdahalesi azaltılmıştır. Ülkenin içinde bulunduğu siyasi ve sosyal koşullar neticesinde 1980 askeri ihtilali gerçekleşmiş ve yeni bir anayasa hazırlanarak yürürlüğe girmiştir. Ekonomik hayatta yapılan sistem tercihi çevre üzerindeki yüklerin artmasına ve çevredeki dönüşümün hızlanmasına neden olduğu gibi kurumsal ve yasal anlamda çevre adına bazı kazanımları da beraberinde getirmiştir.

1980 yılına gelindiğinde o zamana kadar izlenen politikalarla içinde bulunulan krizin aşılamayacağı anlaşılmış ve 1980 yılından itibaren krizden çıkış yolu olarak 24 Ocak Kararları olarak bilinen istikrar programı uygulamaya konulmuştur (Karakayalı, 2003, 185). 1989 yılı Türkiye ekonomisi açısından oldukça yaşamsal öneme sahip bir yıl olmuştur. Alınan 32 sayılı karar ile sermaye hareketleri büyük ölçüde serbestleştirilmiştir (Ongun, 2001, 344).

1980 sonrası dönemde kalkınma politikasını dışa açık büyüme modeli üzerine kuran Türkiye’de sanayi sektörü ön plana çıkmış, izlenen liberal ekonomi politikası modelinde sanayileşme sürecinde çevre ihmal edilmiştir (Cerit Mazlum, 2007, 221).

1980’li yıllar Türkiye’de çevre konusunun her düzeyde ilgi gördüğü yıllar olmuştur. 1980 sonrası dönem çevre sorunlarının niteliğinde önemli değişikliklerin ortaya çıktığı, küresel ölçekli sorunların yaşama girdiği, daha önce adı konulmamış yeni sorunların belirdiği ve bunlara koşut olarak politikaların, yasaların hayata geçirildiği, uluslararası işbirliğinin yoğunlaştığı bir dönem olmuştur.

Bu dönem Türkiye’de yasal ve kurumsal olarak çevre adına önemli gelişmelerin yaşandığı bir dönem olmuştur. Yasal anlamda çevreye yönelik gelişmelerden ilki yeni hazırlanan 1982 anayasasıyla olmuştur. Anayasanın 56. maddesinin konuya yönelik hükmünde “Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir…”.

Bu düzenlemenin hemen ardından 1983 yılında Türkiye’nin ilk çevre kanunu olarak 2872 sayılı Çevre Kanunu yürürlüğe girmiş ve çevre alanında yasal

düzenleme en üst düzeyde gerçekleştirilmiştir. Çevre Kanunu’nun yürürlüğe girmesinin ardından bu kanununa dayanılarak pek çok yönetmelik çıkarılmış ve çevre fonları oluşturulmuştur.Tüm bu olumlu gelişmelere rağmen bu döneme ilişkin olarak üzerinde durulması gereken önemli bir noktayı ise ekonomik gelişme ve çevre konusunda yapılan tercih oluşturmaktadır. Bu tercih 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 1. Maddesinde, çevrenin “…ekonomik ve sosyal kalkınma hedefleriyle uyumlu olarak” korunabileceğini şeklinde yer bulmaktadır.

1980’li yıllarda çıkarılan ve doğrudan çevre koruma ve geliştirmeyi amaçlayan yasalar Çevre Kanunu’ndan daha önce kabul edilen 1983 tarih ve 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu, Çevre Kanunu’yla aynı anda kabul edilen 2873 sayılı Milli Parklar Kanunu’dur. Yine 1985’te yürürlüğe giren Çevre Kirliliğini Önleme Fonu Yönetmeliği, 1986’da yürürlüğe giren Hava Kalitesinin Korunması Yönetmeliği ile Gürültü Kontrol Yönetmeliği, 1988’de yürürlüğe giren Su Kirliliği Kontrolü Yönetmeliği 1980’li yıllarda çevreye yönelik olarak çıkarılan önemli yönetmeliklerden bazılarıdır.

1980 sonrası dönem bir bakıma küresel ölçekli çevre sorunlarının yaşandığı dönem olmuştur. Bu dönemde yaşanan küresel ölçekli çevre sorunları karşısında yapılan uluslararası faaliyetlere Türkiye de katılmış ve sorunlara yönelik çözüm araçları olarak hayata geçirilmeye çalışılan yasal düzenlemelerin bir parçası olmuştur. Bu düzenlemeler bu çalışma kapsamında sunulamayacak kadar geniş olduğundan belli başlıcalarını vermek yerinde olacaktır: Örneğin Ozon Tabakasının Korunmasına Dair Viyana Sözleşmesi (1990), Nükleer Kaza Halinde Erken Bildirim Sözleşmesi (1990), Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi(1996), Tehlikeli Atıkların Sınırlarötesi Taşınımının ve Bertarafının Kontrolüne İlişkin Basel Sözleşmesi (Türk Çevre Mevzuatı, Cilt:1, 1999).

Bu dönemde artan çevre bilinçlenmesiyle birlikte kamuoyu gündeminde önemli yer işgal eden önemli protesto olayları yaşandığı gibi çevre koruma adına davalar da açılmaya başlamıştır. Aliağa, Gökova ve Yatağan termik santrallerinin inşasına karşı yapılan protestolar ve açılan davalar, Ankara’da Zafer Park Davası, gibi gelişmeler Türkiye’de gelişen çevre duyarlılığının birer simgesi haline gelmiştir. Aslında bu tür kitlesel tepkiler, sorunların yargıya taşınması, bu sorunların birer toplumsal sorun düzeyine yükseldiğinin birer göstergesiydi ve dolayısıyla da

siyasi partilerin konuya sahip çıkmasını gerektirmekteydi. Siyasi partilerin çevre sorunlarını parti programlarına alması gibi doğrudan çevre amaçlı siyasi bir partinin kurulmasında Türkiye’de yaşanan sorunlar kadar diğer ülkelerdeki çevreci ve yeşil hareketlerin faaliyetlerinin ve yaygınlaşmalarının da etkisi olmuştur. Bu dönemde çevre ile siyaset ilişkisi sadece alanyazında kalmamış aynı zamanda Türkiye’nin ilk Yeşil Partisi de kurulmuştur.

Çevre koruma ve geliştirmeyi amaçlayan bu olumlu adımlara rağmen Türkiye’de yaşanan çevre sorunlarında gerileme olmadığı gibi daha ciddi sorunlar ortaya çıkmıştır.

Türkiye’de insan yerleşmeleri, tarım ve sanayinin neden olduğu çevre kirliliği genel olarak bilinmektedir. Gelişmiş ülkelere özgü olan çevre kirliliğinin yanı sıra az gelişmiş ülkelere özgü olan su ve kanalizasyon altyapı yokluğu, gecekondulaşma, toprak ve orman kayıpları (Aktan, 1984, 173) gibi çevre sorunları da yaşanmaktadır. Yaşanan çevre sorunlarında enerji, ekonomi, ulaşım vb. alanlarda uygulanan politikaların etkisi kadar çevre alanında uygulanan politikaların da etkisi olmuştur. Kara, hava ve deniz taşıtlarında meydana gelen artış, karayollarının genişlemesi, toprağın amaç dışı kullanımı, kentleşme oranının artışı, yerli ve yabancı sanayi kuruluşlarının artışı ve tüm bunların yarattığı çevre sorunlarını önlemede yetersiz kalan çevre politikalarının da yeterince uygulanamayışı sonucunda çevre sorunlarının boyutu da değişmiştir.

1980 sonrası dönemde çevre sorunlarının ortaya çıktığı coğrafyanın genişlemiş olması ve bu çalışma kapsamında bu sorunların tamamının ele alınması mümkün olmadığından, bu dönemde önemli etkileri olan veya önemli tepki çeken çevre sorunlarından bazıları üzerinde durulmuştur.

Bu dönemde 1950’li yıllardan itibaren Türkiye’de hava kirliliğinin sembolü haline gelen Ankara dışında pek çok kentte hava kirliliği kendini yoğun olarak göstermiştir. Yalnızca hava kirliliği değil diğer çevre sorunlarının yaşandığı coğrafya da genişlemiştir.

1980’li yıllarda hava kirliliği yine Ankara’da yoğun olarak yaşanmıştır. Özellikle 11-13 Ocak 1982 tarihlerinde kirli hava nedeniyle okullar tatil edilmiş, elliden fazla kişi akciğerle ilişkili rahatsızlık nedeniyle hastanelere yatırılmıştır (Öztan, 1985, 84).

Bu dönemde yaşanan hava kirliliğinin olumsuz etkilerine, 1993 yılında Zeytinburnu’nda 198 kişinin ölmesiyle İstanbul’da aynı yıl hava kirliliği nedeniyle ölenlerin sayısının 6500’e ulaşması (Kural, 1995, 575) örnekleri verilebilir.

1980’li yılların sonuna doğru artan oranda kirlilik görülen Gediz’deki toplu balık ölümleri, dikkatlerin buraya çevrilmesine neden olmuştur. Yapılan incelemeler kirlenmenin özellikle fenolik maddeler, gres, yağ ve siyanürden kaynaklandığını ortaya koymuştur (Türkiye’nin Çevre Sorunları, 1991, 117). Yine 1989 yılının Ekim ayında Marmara denizinde oksijen azalması sonucunda binlerce balık ölerek kıyıya vurmuş ve üç gün boyunca balık yemenin zararlı olabileceği vurgulanmış ve balık satışları da yasaklanmıştı (Güney, 2004, 11).

28 Nisan 1993’te Ümraniye’nin Hekimbaşı çöplüğünde büyük bir patlama meydana gelmiş ve bunun sonucunda cesedi bulunan yirmi yedi kişi ve cesedi bulunamayan on iki kişiyle birlikte toplam otuz dokuz kişi hayatını kaybetmiştir (Arslan,1999). Bu ve benzer olayların sık yaşanmasında ihmal ve bilinçsizlik yanında yukarıda belirtildiği gibi düzensiz kentleşme ve yerel yönetimlerin bu süreçte etkili hizmet sunamaması ve yoksulluk gibi nedenler de etkili olmaktadır.

Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de iklim değişiminin olumsuz etkileri kendini göstermiştir. 2001 yılının sonunda Trabzon, Rize, İstanbul, Yalova, İzmir ve Antalya’da sel baskınları, taşkınlar (Güney, 2004, 143) meydana gelmiş ve can kaybının yanı sıra büyük maddi kayıplara neden olmuştur. Bu tür çevre sorunlarının yol açtığı can ve mal kaybında kentsel alanlara sunulan hizmet kalitesinin düşüklüğü ve yetersizliği de etkili olmuştur. Sel olayları insanlığın her döneminde var olmuş ama sanayileşme ve kentleşme çabaları, insanların doğaya müdahalesi, nüfus fazlalığı, yaşam alanlarının daralması, kentleşme hızına yetişemeyen kentsel hizmet sunumları vb. pek çok nedenden ötürü geçmiş zamanlara kıyasla hem fazla can almış hem de ekonomik anlamda daha fazla zarara yol açmıştır.

Türkiye’de yaşanan bu çevre sorunlarının dışında kaynağı dışarıda olan ve doğrudan canlı yaşamına yönelen bir olayın sonucu olan çevre sorunları da yaşanmıştır. 1986’da meydana gelen Chernobyl faciasının sonucunda Türkiye’de Karadeniz bölgesinin radyasyona maruz kaldığı bilinmektedir. Facianın gerçekleştiği an ölüm olayları olmamasına rağmen radyasyonun uzun sürede olumsuz etkiler ortaya çıkardığı bilinmektedir. Sınırlarımız dışında gerçekleşen bir patlamanın

ülkemizdeki etkileri son dönemlerde Karadeniz bölgesi halkında görülen kanser vakalarındaki artışla birlikte belirmeye başlamıştır.

1988 yazında Karadeniz’de karaya vuran ve içi kanserojen ve zehirli sanayi atıklarıyla dolu 342 varil önemli panik yarattı. Yapılan araştırmalar sonucunda varillerin İtalya’ya ait olduğu, varilleri bir firmanın toplayarak Karadeniz’e attığı ya da attırdığı ortaya çıkmıştır (Güney, 2002, 64-65).

Karadeniz sahillerine vuran zehirli sanayi atıklarla dolu variller bu dönemde Türkiye’de ortaya çıkan ve farkına varılmaması sonucunda önemli çevre sorunları yaratmaya aday dış kaynaklı çevre sorunları olarak belirmiştir.

Bu dönemdeki çevre sorunları kentleşme, erozyon, doğal afetler, hızlı sanayileşme ve tarımda modernleşme gibi etmenlere bağlanırken su ve hava kirliliğinin yoğun olduğu yörelerde denetleme istasyonları ağının ve kaliteli yakıtlarla ısınma projelerinin geliştirilmesinin önemi üzerinde durulmuştur (Keleş, 1987, 77).

Bu gelişmelerle birlikte, 1982 Anayasası’na çevre ile ilgili bir madde konulmuş, bunu takiben 1983’te 2872 sayılı Çevre Kanunu çıkarılmıştır. Bu dönemde Çevre Müsteşarlığı 1984’te Çevre Genel Müdürlüğü’ne, 1989’da da tekrar Çevre Müsteşarlığı’na dönüştürülmüştür. 1991’de ise Çevre Bakanlığı kurulmuştur. Ülke içinde çevre koruma amacına yönelik pek çok yönetmelik çıkarılmış, resmi ve gönüllü örgütlenmeler devam etmiş, ayrıca pek çok uluslararası ve bölgesel çevre koruma sözleşmelerine imza atılmıştır. Çevre konusuyla ilgili olarak bu dönemde önemli idari ve yasal düzenlemelerin yapılmış olmasında Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu tam üyeliği için başvuru yapmış olmasının ve çevre sorunlarının tüm dünyada artan oranda önem kazanmasıyla bölgesel ve uluslararası anlaşma ve sözleşmelerin yapılmış olmasının da çok önemli etkileri ve izleri bulunmaktadır.

Türkiye, 1992 Rio Konferansı’na katılmış ve Konferans’ta benimsenen çevrenin ekonomik gelişme için hem kaynak hem de sınır olduğunu ve bunun için koruma politikalarının ve kalkınma hedeflerinin birlikte düşünülmesi gerektiği fikrini kabul etmiştir (Yıldız, Sipahioğlu, Yılmaz, 2000, 137). Tüm bu olumlu gelişmelere rağmen Türkiye’de çevre sorunlarının olumsuz etkileri devam etmiştir. Tüm dünyada olduğu gibi bu çevre sorunlarından en yaygın olanını hava kirliliği oluşturmuştur.

Çevre sorunları karşısında gelişen bilinçlenme, uluslararası toplantılar ve taraf olunan sözleşmeler çevre politikalarında önemli dönüşümleri de gündeme getirmiştir. Çevreyi koruma ve geliştirmeye yönelik politikalar ve bu politikaları etkin kılacak araçlar konusunda önemli adımlar atılmıştır. İşte bu araçların en önemlilerinden biri olan ÇED 1990’lı yıllarda uygulamaya konulmuş ve çevre korumada önemli bir adım olmuştur.

1983’te yürürlüğe giren Çevre Kanunu’nun 10. maddesinde belirtilmesine rağmen çevre yönetiminin en önemli araçlarından biri olan Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) Yönetmeliği, ancak on yıl sonra çıkarılabilmiştir. ÇED önleyici bir politika aracı olması bakımından herhangi bir işletmenin faaliyete geçmeden önce çevre üzerinde yapacağı olası etkilerin önceden belirlenerek ortaya konulması konusunda etkili bir araçtır. Ancak uygulamada karşılaşılan bazı sorunların varlığı ÇED’nin etkin bir çevre politika aracı kullanılması yönünü zayıflatmaktadır.

Yine bu dönemde kirliliğin önlenmesi ve çevre sorunlarının çözümlenmesi için farklı bir yaklaşıma gerek duyulmuş, DPT yönlendiriciliğinde uzmanlar ve konuyla ilgili kesimler arasında yapılan yoğun tartışmalar sonucu 1998’de Türkiye Ulusal Çevre Stratejisi ve Eylem Planı (UÇEP) yayımlanmıştır (UÇEP, 1999, 1). Bütün kamu kuruluşları, sivil toplum kuruluşları, ilgili bilim kuruluşlarıyla özel sektör kuruluşlarının oydaşmasıyla ortaya çıkan UÇEP’in uygulanması konusunda ısrarlı çabaların bulunduğu söylenemez (Tekeli, 2002, 19).

Bu dönemde Bergama ilçesi Ovacık Köyü’nde altın madenciliği yapmak üzere yabancı sermayeli bir yatırım projesinin hayata geçirilme girişimi çevre adına verilen büyük bir mücadele örneği olduğu gibi çevre değerlerinin yabancı sermayeye açılmasının yaratacağı sakıncaları ortaya koyması bakımından da örnek olmuştur.

Çevreye yönelik örgütlenmelerin arttığı bu dönemde, 1980’li yılların hemen başında bir meslek disiplini olarak ortaya çıkan çevre mühendisleri önceleri İnşaat Mühendisleri Odası bünyesinde bir araya gelerek meslek ve meslektaşlarının sorunlarını çözmeye çalışmıştır. Daha sonra 1986’da Çevre Mühendisleri Derneği adı altında kendi örgütlerini kuran çevre mühendisleri, yayın ortamlarını kullanarak çevre konusunda kamuoyu oluşturmaya çalışmıştır (TMMOB Çevre Mühendisleri Odası -Tarihçe, 2006).

Çevre sorunlarının ve çevrenin artan önemi karşısında 1980 sonrası dönemde değişik bilim dalları çevreyle ilgili çalışmalar yapmak üzere alt disiplinler oluşturmuştur. Kamu yönetimi disiplini içerisinde “kentleşme ve çevre sorunları”, sosyoloji disiplini içinde “çevre sosyolojisi”, felsefe içinde “çevre felsefesi”, hukuk içerisinde “çevre hukuku”, biyoloji içerisinde “çevre biyolojisi”, yönetim bilimi içerisinde “çevre yönetimi”, psikoloji içinde “çevre psikolojisi”, tıp içerisinde “çevresel (ekolojik) tıp” ve “çevre sağlığı” gibi pek çok alt disiplin oluşmaya ve çevre konusunda çalışmalar yapmaya başlamıştır.

Sonuç olarak şunlar ifade edilebilir: Türkiye’de çevre sorunları sanayileşmiş ülkelerden geç bir dönemde ama aynı nedenlerle başlamıştır. Çevre sorunlarının çözümü konusunda gerekli olan yasal düzenlemeler konusunda sanayileşmiş ülkelerle benzer hareket biçimleri içine girilmiştir. Çevreye yönelik mevzuat oluşturulmuş, kalkınma planlarında “çevre” kavramı yer almış, uluslararası ve bölgesel pek çok toplantı ve konferansa katılım sağlanmış, pek çok anlaşma ve sözleşmelere taraf olunmuştur. Getirilen yasal ve kurumsal iyileştirmeler çoğunlukla uygulamada yetersiz kaldığından veya etkin hale getirilemediğinden, çevre sorunlarının önlenemez yayılışıyla birlikte Türkiye’de doğal çevre ve çevre varlıkları geri dönüştürülemez boyutlara varan yıkıma uğramakta ve bu süreçte bu yıkım devam etmektedir.

2.3. Gelişmiş Ülkeler ile Türkiye’de Çevre Sorunlarının Ortaya Çıkış