• Sonuç bulunamadı

Dünyada 1980 Sonrası Dönemde Çevre Sorunları

GENEL OLARAK DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE ÇEVRE SORUNLARI VE DÜNYADA ÇEVRE ALANYAZIN

2. DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE ÇEVRE SORUNLARININ ORTAYA ÇIKIŞ AŞAMALAR

2.1. Dünyada Çevre Sorunlarının Ortaya Çıkış Aşamaları

2.1.2. Sanayi Devrimi Sonrasında Çevre Sorunları

2.1.2.4. Dünyada 1980 Sonrası Dönemde Çevre Sorunları

1980’li yıllarda yaşanan çevre sorunlarının yapısında önceki dönemlere oranla önemli dönüşümler yaşanmıştır. Bu dönüşümlerin yaşanmasında bu yıllarda yaygınlaşmaya başlayan küreselleşme eğilimi önemli etkilerde bulunmuştur. Kapitalist üretim tarzının dünya genelinde yayılma sürecini ifade eden küreselleşme eğilimi 1980’li yıllarda hız kazanmıştır.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla tek kutuplu hale gelen dünyada meydana gelen yeni oluşum olarak ortaya çıkan Yeni Dünya Düzeni’nde (YDD) liberal demokrasi ve piyasa ekonomisinin bütün ülkeler için tek model olması söz konusudur. YDD’nin belirleyici öğeleri ise küreselleşme ve liberalleşmedir (Yıkılmaz, 2003, 44). Küreselleşme ile birlikte devletin düzenleme alanında olan yatırım, istihdam, eğitim ve sağlık gibi temel alanlar, kamu alanından özel alana kaydırılmış ve bunun sonucunda ulus devletlerin dünya ekonomisi üzerindeki ağırlığı önemli ölçüde azalmıştır.

Kapitalist sermaye birikimi, üretimi tek başına bir amaç haline getirerek, her türlü insani, etik ve ekolojik kaygıyı dışlayarak insanlık tarihinin çok küçük bir zaman diliminde global riskler ortaya çıkarmıştır. Bugün bir gezegen riskinin ortaya çıkmasında, özel girişime, özel mülkiyete, kâra dayalı kapitalist düzen ve onu meşrulaştıran ekonomik liberalizm yatmaktadır (Başkaya, 2005,199).

Neoliberalizmle birlikte sermaye birikim sürecinde ulus devlete küresel ölçekte etkinlik gösterme beklentisi içindeki sermayenin önündeki siyasal, hukuksal ve yönetimsel engelleri ortadan kaldırma rolü biçilmiştir. Açıkçası kapitalist küreselleşme devletlerin himayesi altında gerçekleşmektedir (Şengül, 2006, 88).

1980 sonrası dönemde sermaye birikim modelinin küreselleşmesi ise DTÖ, DB, IMF, OECD ve AB gibi uluslararası kuruluşlar eliyle gerçekleştirilmiştir.

1990’lı yılların hemen başında meydana gelen SSCB’nin dağılması olayı dünyayı ekonomik ve siyasi anlamda derinden etkilemiştir. SSCB’nin çöküşüyle kapitalist sistem ve gelişmiş Batılı toplumlar dünyayı yönlendirmeye, ülkeleri ister istemez sistemin bir parçası haline gelmeye mecbur bırakacak politikalar oluşturmuşlardır. 1990’lı yıllardan itibaren başlayan ekonomik ve siyasi dönüşümden çevre de olumsuz etkilenmiştir. Kapitalist sistemin egemen olduğu dünyada

azgelişmiş ülkeler üzerindeki ekonomik baskılar neticesinde çevre ve çevre değerleri için yıkımın boyutu da derinleşmiştir.

1995’de Dünya Ticaret Örgütü’nün kurulmasıyla önde gelen kapitalist devletler, neoliberal serbest piyasa ilkelerini teşvik edecek uluslararası bir yapı yarattılar. Bu yapı içerisinde ülkeler kendi doğal kaynaklarını sonuna kadar sömürmeye teşvik edilecekler, kamusal mallar dinmek bilmez özelleştirmelere açılacak, ve çevresel düzenlemeler serbest ticarete müdahale etmemek için düşük ortak paydaya doğru çekilecekti (Foster, 2005, 258).

Ticaretin liberalizasyonu sonucunda Çok Uluslu Şirketler (ÇUŞ), maliyetlerini düşürmek için üretimlerini, ücretlerin en düşük olduğu sosyal girdilerle çevre koruma harcamalarının söz konusu olmadığı azgelişmiş ülkelere yapmaktadırlar (Yıkılmaz, 2003, 277). Bu süreçte gelişmiş ülkelerde yasaklanan pek çok ürün ile kirli sanayiler azgelişmiş ülkelere taşınmaktadır.

Bu dönemde kapitalist üretim süreci parçalanmış, kirli sanayiler azgelişmiş ülkelere kaydırılmıştır. Bu süreçte azgelişmiş ülkeler daha önce belirtilen azgelişmişliğe özgü nedenlerden ötürü ve yukarıdaki uluslararası kuruluşlar eliyle doğal varlıklar ve işgücü bakımından gelişmiş ülkelerin sömürüsüne açık hale gelmiştir.

1980 öncesi dönem üretim biçiminde gelişmiş ülkeler kendi doğal varlıklarını kullanarak üretim gerçekleştiriyordu. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan atıklar da kendi ülkeleri içerisinde kalıyordu. Küreselleşmeyle birlikte sermayenin önündeki engelleri kaldıracak mekanizmaların da devreye girmesiyle azgelişmiş ülkelerde hazırlanan şartlarla birlikte üretim süreci parçalanmış ve azgelişmiş ülkelerde kirli sanayilerin yerleştirilmesi, işgücünün sömürüsü yerleşmiştir. Ucuz hammadde ve işgücünü kirli sanayi içerisinde kullanarak elde ettiği maddeleri kendi ülkelerine taşıyarak, artan maliyet ve kirlilik yükünden de kurtulmuştur. Gelişmiş ülkeler sadece kendi ülkelerini kirletip doğal varlık tabanını bozmakla kalmamış, 1980 sonrası dönemde küreselleşmeyle birlikte tüm dünyada aynı sorunların yaşanmasına neden olmuştur.

2 Aralık 1984 gecesi Bhopal’da haşere ilaçları üreten bir fabrikada bir kaçak sonucu metil izosiyanot (MIC) gazı havaya karışmış ve fabrikanın uyarıcı sireni doğru dürüst çalışmadığı için kırk kilometrekarelik bir alana yoğun olarak yayılarak

yaklaşık olarak iki yüz bin kişiyi etkisi altına almıştı. Ölenlerin sayısı binlerle ifade edilmekle birlikte tam sayı bilinmemektedir. Eğer Bhopal’deki iki büyük göl tarafından MIC gazı emilmemiş olsaydı ölü sayısı daha çok olurdu (Gupta,1993, 85). Bu ekolojik felakete yol açan tesis ise ulusüstü bir Amerikan şirketi olan Union Carbide’ye aitti (Kovel, 2005, 51). Bu olay kapitalist sistemin üçüncü dünyayı sömürüsüne dayalı çevre sorunlarına örnek durumlardan sadece biridir.

Asit yağmurları konusu özellikle 1980’li yılların başlangıcından itibaren Avrupa Konseyi’ni, çevre bilimcilerini ve dolayısıyla kamuoyunu uğraştıran bir konu haline gelmiştir (Öztan,1985,16).

1980 yılı ortalarında yer yüzünde yaşayan bütün insanlar boyutları ve yıkımları küresel düzeyde olan, bütün canlıların yaşamını tehdit edecek olan “ozon tabakasının incelmesi” sorunuyla karşılaşıldı.

Ozon tabakasının incelmesine ve iklim değişikliğine neden olan karbondioksit, metan ve FCK (Floroclorokarbon) gazlarının daha çok Batılı ve Doğulu sanayileşmiş ülkelerden kaynaklandığı ortaya çıkmıştır (Kaplan,1999,43). 1986 Ekimi’nde bir uyduya monte edilmiş aygıtlar Güney Kutbu üzerindeki ozon tabakasının delindiğini ve bu deliğin de %50’ye varan bir ozon azalmasını gösterdiğini ortaya çıkardı (Kışlalıoğlu, Berkes, 1999, 70).

Isı ölçümlerinin yapılmaya başlandığı 1866’dan bu yana yaşanan en sıcak on dört yılın tamamı 1980’den sonra ve atmosferdeki karbondioksit düzeyleri son 420 bin yılın en yüksek düzeyinde gerçekleşti. 1990-2000 arasında öteki sera gazları hariç karbondioksit emisyonları küresel olarak %9 arttı ve Birleşik devletler bu oranı ikiye katladı. 1990’lar kaydedilen en sıcak on yıl oldu. Küresel su tüketimi her yirmi yılda bir iki katına çıkıyor (Foster, 2005, 259).

1986’da Ukrayna’da Chernobyl nükleer santralindeki patlama sonucunda sadece o ülke etkilenmemiş, komşu ve Karadeniz’e kıyısı bulunan pek çok ülkede can kayıpları ve halen devam eden ciddi rahatsızlıklar yaşanmıştır.

1980’lerde yeni ve önemli boyutta tehlikeler gösteren çevre sorunları ve bunlarla güçlenerek genişleyen çevre hareketi, çevre konusunun siyasal gündemde daha önemli yer tutmasını ve daha ciddi ve etkili önlemlere başvurulmasını zorunlu kılmıştır (Turgut,1993,36).

Bu yıllarda çevrenin evrensel bir değer olduğu, kalkınma politikaları ile çevre koruma politikalarının bütünleştirilmesi gerektiğine ilişkin görüşler her düzeyde kendini kabul ettirmeye başlamıştır (Algan, 1995, 214). Bu dönem çevre konusundaki sorunların çözümünde her düzeyde işbirliğini, bütünleşmeyi ve ortak hareket etmeyi zorunlu kılacak yeni ve etkisi uluslararası ölçekte olan çok çeşitli yıkımlara sahne olmuştur.

Ekonomik kâr uğruna doğanın bilinçsizce kullanılması sonucu elde edilen kârdan çok daha fazlası bedel olarak ödenmektedir. Ölümler, canlı yaşamının tehlike altına girmesi ve ekonomik kayıplar, kirletilen doğaya karşı ödenen faturalar olarak ortaya çıkmaktadır.

Çevre kirliliklerinin neden olduğu maddi kayıplara ilişkin pek çok örnek verilebilir. 1980 yılında Fransa’da asit yağmurunun neden olduğu maddi zarar iki milyar dolar, aynı yıl için toplam çevre kirliliği zararı on bir milyar dolar olup, bunun beş milyar dolardan fazlası hava kirliliğine aittir (Schaefer, 1991,124).

Önemli bir küresel çevre sorunu olan asit yağmurlarının canlı yaşamını yok edici etkilerine örnek olarak ABD verilebilir. Asit yağmurları şeklinde suları zehirleyen sanayi tesislerinin dumanları ABD’nde yüz bin gölün yirmi bininde balık populasyonunu tüketmiş ve tükenme tehlikesiyle karşı karşıya bırakmıştır (Güney, 2002, 34).

Birleşmiş Milletlerce 1983’te kurulan Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu tarafından hazırlanan Rapor 1987’de “Ortak Geleceğimiz” adıyla yayımlanmıştır. Brundthland Rapor’u olarak da adlandırılan Raporda “Sürdürülebilir Kalkınma” modeli ve kavramı gündeme getirilmiştir. Bu Raporda (1991,71), “sürdürülebilir kalkınma”, bugünün ihtiyaçlarının gelecek nesillerin de kendi ihtiyaçlarını karşılayabilmesine fırsat verebilecek şekilde karşılamak şeklinde tanımlanmaktadır.

Bu Rapor’da kullanılan “Sürdürülebilir Kalkınma” kavramı ülkeler ve bölgeler arasında sağlanması gereken adalet ile kuşaklar arasındaki adaleti bütünleştirmiştir (Tuna, 2003, 260). Rapor ile birlikte ekonomik gelişmeyle çevreyi koruma arasındaki bağdaşmazlığın giderilmesi yolundaki düşünsel çalışmaların olumlu bir evreye girdiği genellikle benimsenen bir görüştür (Yıkılmaz, 2003, 114).

Sürekli ve dengeli gelişme olarak da adlandırılan sürdürülebilir kalkınma: “Çevre değerlerinin ve doğal kaynakların savurganlığa yol açmayacak biçimde akılcı

yöntemlerle, bugünkü ve gelecek kuşakların hak ve yararları da göz önünde bulundurularak kullanılması ilkesinden özveride bulunmaksızın ekonomik gelişmenin sağlanmasını amaçlayan çevreci dünya görüşü”dür (Keleş, 1998, 112).

1980’li yıllardan başlayarak tüm dünyada, çevre politikalarının belirleyicisi olan sürdürülebilir kalkınmanın etki alanı sadece çevre ile sınırlı kalmamış, ekonomik ve sosyal gelişme anlayışlarıyla da bütünleştirilmiştir (Mengi, Algan, 2003, 2).

1990’lı yıllar çevre politikalarında bütünsel bir yaklaşımın benimsenmesi yönünde adımların atıldığı ve insan dışındaki diğer tüm canlıların da korunmasına önem verilmeye başlandığı yıllar olmuştur (Turgut, 1998, 44).

BM Çevre ve Kalkınma Konferansı, 1972 Stockholm İnsan ve Çevre Konferansı’nın 20. yıl dönümünde 3-14 Haziran 1992 tarihleri arasında Brezilya’nın Rio de Janerio kentinde toplanmıştır. Konferans’ta 1972’den 1992’ye kadar olan yirmi yıllık dönemin genel değerlendirmesi yapılarak dünyanın içinde bulunduğu o günkü durum değerlendirilmiştir. Konferans başlar başlamaz gezegenimizin geleceği, canlı varlığına yönelik sorunlar ve tehditler unutulmuş ve Konferans çeşitli çıkar çatışmalarına sahne olmuştur.

Konferans’ın daha başlangıcında Avrupa Birliği- ABD, sanayileşmiş ülkeler- azgelişmiş ülkeler, ekonomi-siyaset ve hükümetler-hükümet dışı örgütler arasında görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır (Kaplan,1999,125). Yaşanan görüş ayrılıkları ve çatışmalara rağmen Konferans sonucunda beş ana belge ortaya çıkmış ve imzaya açılmıştır. Bu belgeler Gündem 21, Rio Deklârasyonu, Orman Prensipleri, Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi ve İklim Değişikliği Sözleşmesidir. Bu belgelerden kimi hemen onaylanmış, kimi ise bazı çıkarlara ters düştüğü gerekçesiyle imzalanmamıştır.

Rio Konferansında (BM Çevre ve Kalkınma Konferansı) yapılan değerlendirmeler pek iç açıcı bir görünüm sergilememiştir. Çünkü yapılan bütün sözleşmelere ve alınan uluslararası kararlara rağmen deniz kirliliği ve atmosferdeki karbondioksit miktarı giderek artmış, bitki ve hayvan türlerinin tehlike altında olduğu ortaya konulmuştur (Kırımhan, 1995, 165). Rio Konferansı’nda ortaya konulan ilkelere göre gelişme hakkı bugünkü ve gelecek nesillerin çevre ve gelişme ihtiyaçlarını eşit bir şekilde karşılayacak biçimde gerçekleştirilecek, çevre korumacılığı kalkınma sürecinin ayrılmaz bir parçası olarak kabul edilecek, dünya

nüfusunun çoğunluğunun ihtiyaçlarının daha iyi karşılanması, yaşam ölçünleri arasındaki farkların giderilmesi ve yoksulluğun ortadan kaldırılması için tüm devletler ve insanlar işbirliği içinde çalışacaklardır (UN, 1992, 3,4 ve 5. ilke).

Rio Konferansı bir “çevre” konferansı olarak bilinmesine karşın, kalkınma konusu merkeze alan, çevreyle ilgili kaygıları sınırlayıcı bir faktör olarak ele almıştır (Tekeli, 2002,15). Yaşanan türlü çevre sorunlarına, bu çevre sorunlarının yarattığı yıkımlara rağmen yine de devletler, çok uluslu şirketler ve uluslararası örgütler için asıl önemli olan konu kalkınmadır.

Dünya ölçekli bu toplantılardan sonuncusu ise 2002 yılında “Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi” adı altında 26 Ağustos - 4 Eylül tarihleri arasında Güney Afrika’nın Johannesburg kentinde yapılmıştır.

Bu Konferans’ta Rio’dan sonraki on yılda olup bitenler gözden geçirilmiş, sürdürülebilir kalkınma hedefine ne derecede ulaşıldığı ortaya konulup değerlendirmesi yapılmıştır. Bu Zirve yine gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkeler arasında yaşanan çıkar çatışmaları yüzünden çekişmelere sahne olmuştur. Zirvede bir Siyasi Bildirge ile Gündem 21’in yerini alacak olan Eylem Planı kabul edilmiştir.

Siyasi Bildirge’de, ekonomik ve sosyal kalkınma için temel olan doğal kaynak yönetimi ve korunması, üretim ve tüketim kalıplarının değiştirilmesi, yoksulluğun ortadan kaldırılması konularında vaatler verilmiş ve sürdürülebilir kalkınmanın gerçekleştirilebilmesi için bu amaçların baskın olması gerekliliği üzerinde durulmuştur (Johannesburg Declaration on Sustainable Development, 2002, md.11).

Katılımcılar, ajanslar ve bilim adamları tarafından bu zirve şu şekilde değerlendirilmiştir: (1) Zirveyi politikacılar ve yöneticiler ele geçirdiğinden eylem planı da çokuluslu şirketler ve hükümetlerin maddi çıkarlarına uygun bir biçim almıştır. (2) Tartışmalara insan hakları yerine şirket hakları konu edilmiştir. (3) Katılanların çoğu şirket yöneticisi gibi davranıp küreselleşmeye boyun eğdiler. (4) Bu zirveler hep lafta kaldığından dünyanın temel ekolojik sorunlarının çözümü için “Mega Zirveler Dönemi” kapanmalı, çevre ve insan koruma önlemlerini içeren “Eylem Planlarını Uygulama Dönemi” başlamalıdır (Çepel, 2003, 145). Bu zirveden de anlaşılacağı üzere ekonomik kâr amacından vazgeçilmediği sürece dünyamızda

yaşanan çevre sorunlarına her geçen gün yenileri eklenecek ve belki bugün önlem alınması halinde çözülebilecek sorunlarda çözümsüzlük hakim olacaktır.

Tüm bu gelişmelere rağmen çevre sorunlarının şiddeti artarak devam etmekte ve yıkıcı boyutlara ulaşmaktadır. Dünyanın bir tarafında kuraklık yaşanırken öte tarafında ya da kuraklığın yaşandığı bölgenin hemen yanında kentleri yutan sel taşkınları yaşanmıştır. Kasırgalar, tornadolar, tayfunlar, hortum ve toz bulutları daha sık ve yıkıcı etkilerde görülmeye başlanmış ve sadece insan hayatına değil bütün doğaya zarar vermiştir. Ormansızlaşma, canlı türlerindeki azalmalar, hava kalitesinin büyük oranda bozulması sonucu artan kanser vakaları 1990’lı yıllardan sonra çevre sorunlarının şiddetini ortaya koyan olaylar olmuşlardır. Bu sorunlar çevre yönetimi alanında ciddi düzeyde eksikler olduğunu ortaya koyan alarmlar olmuştur.

Bu dönemde, küreselleşme denilen süreç hızlanmış, bu süreçte sadece gelişmiş ülkelerde değil azgelişmiş ülkelerde de ciddi düzeye ulaşan ve küreselleşen çevre sorunları ortaya çıkmıştır. Bu sorunların ortaya çıkmasında azgelişmiş ülkelerin özellikleri kadar küreselleşme sürecinin yapı, kurum ve politikaları da etkili olmuştur. Öncelikle gelişmiş ülkelerdeki üretim süreci parçalanmış ve azgelişmiş ülkelerdeki ekonomik, siyasi ve sosyal yapının uygunluğu nedeniyle kendi ülkelerindeki kirli sanayiler azgelişmiş ülkelere kaydırılmıştır. Bu süreçte kirli sanayi ve atık sığınağı haline gelen azgelişmiş ülkelerde çevre sorunları derinleşmiştir. Böyle bir sistemde yine gelişmiş ülkeler tarafından çevre koruma ve geliştirme adına pek çok etkinlik gerçekleştirilmiş, politikalar hayata geçirilmiştir. Ancak tüm bu gelişmelere ve küresel ölçekli geri dönüşümsüz sorunlara rağmen tercihlerin ekonomiden yana olduğu açıkça ortaya çıkmıştır.