GENEL OLARAK DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE ÇEVRE SORUNLARI VE DÜNYADA ÇEVRE ALANYAZIN
2. DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE ÇEVRE SORUNLARININ ORTAYA ÇIKIŞ AŞAMALAR
2.1. Dünyada Çevre Sorunlarının Ortaya Çıkış Aşamaları
2.1.2. Sanayi Devrimi Sonrasında Çevre Sorunları
2.1.2.3. Dünyada 1970’li Yıllarda Çevre Sorunları
Çevre zararlarının ulaştığı boyutun büyüklüğü, kirliliklerin sınır tanımamaya başlayarak giderek küresel bir nitelik kazanması, çevre politikalarının da tüm devletlerin katılımı ile küresel düzeyde oluşturulmasını gerekli kılmıştır. 1970’li yıllar bu bakımdan önemli ve ilk adımların atıldığı bir dönem olmuştur.
1970’li yıllara kadar uluslararası politikanın gündeminde ekonomi, serbest ticaret ve askeri güvenlik gibi konular yer alırken 1970’li yıllarla birlikte küresel çevre konuları da uluslararası politikanın gündemine oturmuş ve önemi artarak devam etmiştir (Kaplan,1999,104). Küresel düzeyde etkili olan ozon tabakasındaki incelme, iklim değişikliği, su kıtlığı, asit yağmurları gibi çevre sorunları uluslararası politikalara dahil edilmiştir.
Çevrenin içinde bulunduğu duruma koşut olarak kalkınma ideolojisine karşı eleştirel görüşler belirmiştir. Nüfusta ve tüketimde meydana gelen artış karşısında doğal kaynakların nereye kadar gidebileceği sorgulanmaya başlanmıştır. Roma
Kulübü’nün hazırladığı “Büyümenin Sınırları” adlı rapor bu tartışmaların başlangıç noktası olmuştur (Yıkılmaz, 2003, 112).
1972’de kamuoyuna sunulan “Büyümenin Sınırları” adlı raporda (Meadows vd, 1978,10), dünya nüfusunda, sanayileşmede, çevre kirlenmesinde, gıda üretimi ve doğal kaynakların tüketiminde var olan büyüme eğiliminin devam etmesi halinde, insanlığın yeryüzündeki varlığının gelecek yüzyıl ile sınırlı kalacağı, bu sonuçla karşılaşmamak için büyüme eğilimlerinin değiştirilmesi gerektiği ifade edilmektedir.
Rapor’da önerilen “sıfır büyüme” geniş tepkilere yol açmış ve Rapor’a azgelişmiş ülkelerin kalkınma girişimlerini kösteklemek amacıyla baş vurulan bir tuzak olarak bakılmıştır (Keleş, Hamamcı, 1998, 205) .
1970’li yılların başında ekonomik kalkınma ile çevre kavramının birbirine zıt şeyler olduğu düşünülüyor ve bu ikisinden birinin tercih edilmesi gereğine inanılıyordu (Sezin, 1991,114). O yıllarda kalkınma ile çevre korumanın birbirine zıt kavramlar olmadığı, aksine birbirini tamamlayan şeyler olduğu görüşü kabul görmüyordu. Bugün çevre sorunlarının ulaştığı boyutu da dikkate alırsak ikisi arasında tercihin ekonomik kalkınmadan yana yapıldığı sonucu belirgin bir biçimde kendini göstermektedir. Çevre koruma ile ekonomik kalkınmanın birbirine zıt değil aksine birbirini tamamlayan şeyler olduğuna, yani çevrenin korunduğu ölçüde ekonomik anlamda faydanın sağlanabileceğine ilişkin olarak bazı ülkelerde yaşanan çevre kirliliklerinin maliyetleri örnek olarak gösterilebilir.
Japonya’da hükümet tarafından yayımlanan bir kitaba göre çevre kirlenmesinin Japonya’ya 1970 yılı için ekonomik maliyeti 20 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir. Bu rakam 1955’te 144 milyon dolardı. Yine Alman Kimya Sanayi 1970’te 74 milyon sterlini çevre temizliği için harcamak zorunda kalmıştır (Demir, 1973, 154).
İleri Etütler Enstitüleri Uluslararası Federasyonu tarafından 1974’te Almanya’da düzenlenen toplantıda bilim adamları tarafından, iklimin giderek daha da düzensizleşeceği ve iklimsel nedenlerden kaynaklanan bir felaketin 1970’li yıllar ile 1980’li yılların başında gerçekleşmesinin mümkün olabileceği belirtilmiştir (Arslan, 1976, 177). Bilim adamlarının iklim değişikliği konusunda yaptığı tahminlerde yanılmadıkları çok geçmeden ortaya çıkmıştır. Bölgesel düzeyde olumsuz etkileri görülen iklimsel değişikliklere bağlı çevre felaketleri yaşanmıştır.
1970’li yıllarda dünyada olağanüstü bir iklim hakim olmuştur. 1974’te Sahra’da kuraklık, Hindistan’da muson rüzgarları, Avustralya’da kasırga, 1975’te Brezilya’da şiddetli don olayları, 1976’da tüm Avrupa’da kuraklık, Sovyetler Birliği’nde mevsimsiz yağışlar, Hindistan’da ise 1977’de büyük bir kasırga ve 1978’de büyük bir sel olayı yaşanmıştır (Boşgelmez, 2000, 50). 1970’li yılların başında Sahel’de (Moritanya, Senegal, Mali, Burkina Faso, Nijer, Çad) meydana gelen kuraklığa bağlı kıtlıkta yüz binden fazla insan ve hayvanların büyük çoğunluğu ölmüştür (Gupta, 1993, 41).
Stockholm Konferansı’nda İsveçliler asit yağmuru sorununu gündeme getirirken bu sorunun uluslararası boyutlarının bilincindeydiler. İskandinav ülkelerinde yağan asit yağmurunun kaynağı büyük oranda Almanya ve İngiltere’ydi; çözüm ise İsveç ve Norveçlilerin elinde değildi (Berkes, Kışlalıoğlu, 1990, 145).
Yaşanan çevre sorunları, sorunlara yönelik uyarı niteliğindeki çalışmalar çevre sorunlarının küresel düzeyde ortaya konulacak politikalarla çözüme kavuşturulacağına olan etkilerle birlikte bu dönemde önemli gelişmeler olmuştur. 1970 yılında Avrupa Konseyi tarafından “Avrupa Tabiatı Koruma Konferansı” düzenlenmiştir. Ayrıca çevre konusunda küresel düzeyde yapılan ilk toplantı olan 1972 Stockholm İnsan ve Çevre Konferansı, BM tarafından düzenlenmiş ve BM’nin çevre konusundaki çalışmalarının hem başlangıç hem de hareket noktası olmuştur.
İsveç’in başkenti Stockholm’de toplanan “İnsan ve Çevre Konferansı” sonunda yayımlanan bildirgede, insanların refahını ve ekonomik gelişmesini etkileyen başlıca konunun çevrenin korunması ve geliştirilmesi olduğu, çevrenin korunup geliştirilmesinin tüm insanlığın acil isteği olup bütün hükümetlerin görevi olduğu, gelişme yolundaki ülkelerin kalkınma çabalarını çevrenin korunup geliştirilmesi gerekliliğini de akıllarında tutarak yönlendirmeleri ve aynı amaç için gelişmiş ülkelerin de hem kendi aralarında hem de azgelişmiş ülkelerle aralarındaki farkları azaltmak için çaba göstermeleri gerektiği üzerinde durulmuştur (UNEP, 1972).
Çevre konusunda uluslararası ilk büyük konferans olan Stockholm’de çevre sorunlarının nedenleri, çözümleri ve geleceğine ilişkin geniş çaplı yorum ve tartışmalar yaşanmıştır. Yapılan bu tartışmalarda gelişmiş ülkelerin yer aldığı
Kuzeyle azgelişmiş ülkeler denilen Güney arasındaki tartışmaların ana konusunu çevre sorunlarına hangi ülke bloğunun kaynaklık ettiği oluşturmuştur.
Azgelişmiş ülkeler, içinde bulundukları ekonomik ve toplumsal azgelişmişliğin bir çevre sorunu olduğunu kabul etmekle birlikte, çevre sorunlarına sanayileşmenin neden olduğunu ve bu nedenden ötürü de çevre sorunlarının sanayileşmiş ülkeler tarafından çözülmesi gerektiğini savunmuşlardır (Yıkılmaz, 2003, 113).
İlk küresel çevre politikaları da Stockholm Çevre Konferansı’nı takiben oluşturulan UNEP (Birleşmiş Milletler Çevre Programı) ile ortaya koyulmuştur. Bu politikaların esasını ise ekonomik kalkınma ile çevre arasındaki ilişki belirlemektedir (Kırımhan,1995,164). Konferans’ı takiben BM dışında Avrupa Konseyi, OECD, Avrupa Topluluğu ve UNESCO gibi uluslararası örgütler de çevre konusuna daha fazla ilgi göstermeye başladılar.
Avrupa Topluluğu, 19-20 Ekim 1972’de düzenlediği hükümet başkanları toplantısında çevre konusunu ele alarak çevre ile ilgili bir Eylem Planı hazırlanması çağrısında bulunmuştur (Hamamcı,1997, 407). 1979’da OECD ülkeleri çevre bakanlarının yaptığı toplantıda çevre koruma ile ekonomik kalkınmanın uzun vadede birbirine bağlı ve birbirini destekleyen şeyler olduğu görüşü üzerinde fikir birliğine varıldı (Sezin,1991,115).
Bu dönmede yaşanan çevre sorunlarıyla birlikte gelişmeye başlayan bilinçlenme siyasette de gündem oluşturmuştur. Batı Avrupa bu konuda öncü olmuş ve siyasi arenada yer alan ilk “Yeşil” partiler bu dönemde ortaya çıkmıştır. İlk yeşil parti 1973’te İngiltere’de kurulan “Ekoloji Partisi”dir (Önder, 2003, 609). Bu dönemde Batı Avrupa’da Almanya Fransa gibi ülkelerde de yeşil parti oluşumları var olmuştur.
Bu dönem ‘çevre’ konusunu ulusal sınırlar dışına taşıran, uluslararası girişimlerin ve işbirliğinin ilk olarak sergilendiği dönem olmuştur. Yine 1970’li yıllar çevre koruma çabalarına yönelik örgütlenmelerin arttığı, çevre bakanlıklarının kurulmaya başlandığı, “çevre hakkı”nın ya da çevre ile ilgili hükümlerin anayasalara girmeye başladığı yıllar olarak belirginleşmiştir. Aynı zamanda çevrenin siyasal bir hareket olarak ortaya çıktığı bir dönem olmuştur.