GENEL OLARAK DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE ÇEVRE SORUNLARI VE DÜNYADA ÇEVRE ALANYAZIN
2. DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE ÇEVRE SORUNLARININ ORTAYA ÇIKIŞ AŞAMALAR
2.2. Türkiye’de Çevre Sorunlarının Ortaya Çıkış Aşamaları
2.2.1. Türkiye’de 1960 Öncesi Dönemde Çevre Sorunları
Çevre sorunlarının oluşmasında en önemli etkenlerden biri ekonomik yapı olduğundan öncelikle dönemin ekonomik yapısının ortaya konulması gerekmektedir.
Cumhuriyet’le birlikte Osmanlıdan kalan ekonomik yapı karşısında daha Cumhuriyet ilan edilmeden 1923 Şubat’ında İzmir’de Türkiye İktisat Kongresi toplanarak yeni kurulan devletin izleyeceği iktisat politikasının ilkeleri belirlenmeye çalışılmıştır.
Devletin düzenleyici ve teşvik edici bir rol alarak özel girişimcinin lider olacağı bir ekonomik sistem öngörülmüş ve bu amaçla 1927’de Teşviki Sanayi Kanunu çıkarılmıştır. Sermaye birikiminin azlığı, girişimci kabiliyeti, teknik bilgi ve iş tecrübesi yetersizliği gibi nedenlerden ötürü özel teşebbüs başarılı olamamış. Ayrıca 1929 dünya ekonomik bunalımı liberal ekonomiye olan güveni sarsmıştır (Sağlam, 1977, 78,80). Bu durum neticesinde 1930’lu yıllarla birlikte ekonomide devletçilik politikaları hayata geçirilmiş ve devletçilik göreli olarak dışa kapalı bir ekonomide iç kaynaklarla finanse edilen sanayileşmenin motoru olmuştur (Kazgan, 1999, 85).
Cumhuriyetin ilk yıllarında yerleşme sistemleri doğal çevreyle çelişmediği gibi uygun bir yapıdaydı. Yani sanayileşme ve kentleşmenin baskısı henüz ortaya çıkmamıştır. 1930’larda ilk sanayileşme atılımları yapılmış ve iktisadi devlet teşekkülleri eliyle yurt dışından ithal edilen tüketim ve ara malların yurt içinde üretilmesi politikası benimsenmiştir. Yabancıların elinde olan sanayi kuruluşlarının millileştirilmesi yoluna gidilmiştir. 1960 öncesi dönemde tarım ve madencilik alanı başta olmak üzere iktisadi devlet teşekkülleri kurulmuştur. 1925’te Türkiye’nin ilk
şeker fabrikası Uşak’ta açılarak, 1926’da üretime geçmiştir. 1935’te Tekel ve Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş. kurulmuştur.
1930’lu yıllarda Devletin maden sektörüne girmesiyle bu sektörde kımıldanma başlamış, Etibank ve MTA kurulmuştur. Taşkömürü, krom ve linyit üretiminde önemli artışlar gözlenmiştir (Çavdar, 2003, 283). Karabük Demirçelik Fabrikası, Murgul Bakır Fabrikası, Ergani Bakır İşletmesi, 1933’te Sümerbank kuruldu.
Henüz sanayileşme hamlelerine başlamış olan Türkiye’de 1960 öncesi dönemde sınırlı bir coğrafyada da olsa sanayi tesislerinden kaynaklanan hava kirliliği yaşanmıştır. Bunun dışında kentleşme eğilimindeki artışa bağlı sorunlar da yaşanmıştır.
Karabük ve Murgul gibi yerleşmeler ilk çevre sorunlarıyla tanışmıştır (Günay, 1987, 56, 57). 1907’de işletmeye açılan Murgul Bakır Fabrikasının faaliyetleri Birinci Dünya savaşı nedeniyle durdurulmuştur (Türkiye’nin Çevre Sorunları, 1991, 39). Murgul’daki bakır fabrikası 1951’de yeniden işletilmeye başlanmış ve 1961 yılına kadar hiçbir işleme tabi tutulmadan karbondioksit gazları havaya verilmiştir (Yavuz, 1975, 122). Murgul bakır fabrikasının yarattığı olumsuzluklar özellikle çevre ormanlar ve bitkiler üzerinde ortaya çıkan olumsuzluklar kısa sürede dikkat çekmiş ve konuya yönelik incelemeler başlatılmıştır.
Fabrika gazlarının çevre ormanlarda yaratacağı olumsuzluklara yönelik endişeler Çoruh İşletme Müdürlüğü’nün yazısı ile 1948 yılında başlar ve bu konu Tarım Ekonomi ve Ticaret Bakanlıkları arasında önemli bir konu olarak 1961 yılına kadar devam etmiştir (Malazgirt, 1970, 96). Karaca’nın (1957a, 64) araştırma sonuçlarına göre 1951’den beri yani fabrikanın denetimsiz olarak havaya karbondioksit gazı vermeye başladığı tarihten sonra ağaçların yapraklarında azalma, tomurcuklanmanın hemen hemen durduğu, sürgünlerin yıllık büyümesinde azalma ve senelik halkalarında daralma meydana geldiği belirlenmiştir. Gözle görülür somut zararların ortaya çıkması neticesinde konuya yönelik hazırlanan bir raporda ortaya konulan bazı hususlar 1960 öncesi dönemde sanayileşme faaliyetlerinin çevre değerlerinden üstün tutulduğunu ortaya koymaktadır. Rapora göre (Malazgirt, 1970, 95) fabrika dumanlarının geniş orman alanlarını kurutacağı ancak yöre halkı ve
memlekete sağlayacağı faydaların yanında bu zararların göze alınabileceği, fabrika gazlarından meydana gelecek zararların halka pirim ödenmek suretiyle telafi edilebileceği şeklindedir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye çok hızlı bir kentleşme sürecine girmiştir. Halk sağlığına yönelik gelişmeler nedeniyle demografik geçiş süreci içine girilmesi ile tarımda makineleşmenin tarımsal üretimde yaptığı dönüşüm sonucunda kırdan kente göç başlamış ve kentleşme düzeyi %6’lar civarına çıkmıştır (Tekeli, 2001, 108). 1950’ye kadar nüfusunun %80’i kırsal alanda yaşayan Türkiye’de 1950’lerden itibaren kırdan kente akın başlamış ve bu nüfus başkent Ankara, ticaret kenti olan İstanbul ve İzmir başta olmak üzere yeni gelişmekte olan kentlerde yerleşmeye başladılar. Bunun sonucunda büyük metropoller oluştu ve kent çevreleri gecekondularla doldu (Çavdar, 2003,387).
Ertuğ, (2001, 11), 1950’li yıllarda Ankara’da giderek boğucu boyutlara ulaşan ve insan sağlığını tehtid eden hava kirliliğinin varlığını belirtmektedir. Ayrıca kirlilik yoğunluğu ile solunum hastalıkları arasındaki ilişkiyi ortaya koymak amacıyla Ankara’nın altı değişik bölgesinde incelemeler yapmış ve bu incelemeleri 1954-1956 arasında gerçekleştirmiştir.
Türkiye’de 1950’li yıllardan sonra görülen hızlı kentleşme hava kirliliği sorununun en önemli nedenlerindendir. Kentlerdeki hava kirliği büyük ölçüde ısınma sistemlerinden, yakma tekniklerinden ve yakıt kalitesinden kaynaklanmıştır (Öztan,1985,73).
Türkiye’de su kirliliği sorunları ilk kez Haliç’in kirlenmesiyle ortaya çıkmıştır. Görmez’in (2003, 121) Işın’dan aktardığına göre İstanbul’da çevre kirliliğinin ilk belirtileri 1880’li yıllarda kanalizasyon ve atıklarla kirlenen Haliç’teki kirlilikle başladığı şeklindedir. Haliç’in çamurla dolma problemi 1921’den itibaren ele alınmaya başlanmış ve 1945’lerden sonra ise bu soruna kirlenme sorunu da eklenmiştir (Öztan, 1985, 97). Yörede kurulan fabrikaların, yapı artıklarının, kanalizasyon sularının ve nüfusun artması da Haliç’teki dolma ve kirlenme olayını hızlandırmıştır (Yavuz, Keleş, 1983,100). Haliç’teki kirlilik ile ilgili olarak İstanbul Vilayeti ve Belediyesi ile bakanlıklar seviyesinde faaliyetler yürütülmüştür. İstanbul Vilayeti ve Belediyesine bağlı çeşitli daireler ve komisyonlar tarafından çeşitli toplantı ve protokol çalışmaları yapılmış olup Haliç’teki pis koku ve kirlenme
sebeplerinin araştırılması amacıyla ilk toplantı 1953’te yapılmıştır. Konuya yönelik bakanlıklar arası ilk toplantı ise 1957’de gerçekleştirilmiştir (Durgunoğlu, 1976, 12, 15). Haliç’te meydana gelen kirlenmede buranın bir sanayi kenti olması kadar, kentleşme düzeyinin yüksek olması ve kentsel altyapı sunum olanaklarının yetersizliği gibi nedenler yatmaktadır.
Bu sorunların yanında Türkiye’de en eski tarihli çevre sorunu olarak toprağın yanlış kullanımından kaynaklanan sorunlar da devam etmiştir. Bugün olduğu gibi geçmişte de toprağın yanlış kullanımına dayanan pek çok sorun yaşanmıştır.
Türkiye’de çevre sorunu denilince ilk akla gelen erozyon olmaktadır. Tarıma makinenin, traktörün girmesi erozyon tehlikesini arttırmıştır. Bu durumun İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ve 1960 yılına kadar uygulanan politikanın sonucunda ortaya çıkmıştır (Yavuz, 1975, 82). Tarımdaki makineleşme yönünden konuya bakıldığında makineleşme hızının ne kadar yüksek olduğunu görebilmek mümkündür. Türkiye’de 1948’de 1756 olan traktör sayısı 1950’de 16500’e 1960’ta ise 42136’ya ulaşmıştır (Şahinöz, 2001, 79). Türkiye’de 1934’de 11.677.000 hektar alan tarım arazisi niteliğindeyken mera ve ormanlık alanların işlenmesiyle birlikte bu alan 1955’te 22.808.000 hektara yükselmiştir (Türkiye’nin Çevre Sorunları, 1991, 265).
Makineleşme dışında toprağın bilinçsiz kullanımdan kaynaklanan nedenler de erozyonu arttırmıştır. Traktörler sayesinde daha çok toprak tarım arazisi olarak işlenmiş, göl ve bataklıklar kurutulmuş, ormanlık alanlar, çayır ve meralarda tarım yapılmaya başlanmıştır. Tarım alanı açma dışında artan düzensiz kentleşme de toprakta yaşanan sorunları derinleştirmiştir.
1950’li yılların sonunda sanayileşme ve kentleşme çabaları uğruna yılda en az yirmi beş bin hektar alan tarım toprağı yitip gitmiştir (Özdemir, 1988, 52). Toprağın amaç dışı kullanılması sonucu antropojen erozyon, yani insan etkisiyle oluşan erozyon olayı artmış ve beraberinde bir dizi yeni çevre sorununun ortaya çıkma süreci başlamıştır.
Türkiye’de 1945-1968 yılları arasındaki istatistiklere göre 657 önemli taşkın olayı yaşanmış ve buna bağlı olarak 811 kişi yaşamını yitirmiştir (Öztan, 1985, 130). Bu taşkınlar arasında 1957’de Ankara’da meydana gelen olayda yüz atmış dokuz kişinin hayatını kaybetmesi önemlidir (Yavuz, 1975, 104).
Türkiye’de çevre sorunları 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkmış olduğundan mevzuatımızda bu alanı özel olarak düzenleyen bir kanun ya da kanunlar dizisine Cumhuriyet’in kurulduğu dönemlerde rastlanmamaktadır (Samsunlu,1998,16).
Çevrenin doğrudan düzenleme konusu yapıldığı kanunların olmamasına rağmen çevre konusuna dolaylı olarak değinen düzenlemelerin bulunduğu kanunlar bulunmaktadır. 1924 tarihli Köy Kanunu, 1930 tarihli Umum-i Hıfzısıhha Kanunu ve Belediye Kanunu, 1956 tarihli Orman Kanunu’nda (Türk Çevre Mevzuatı, 1999, 19,29,33,46) çevreye değinen hükümler bulunmakla birlikte, bunlar çevre konusunda doğrudan düzenlemede bulunan kanunlar olmamıştır.
1950-1960 yılları arasında iktidar olan Demokrat Parti döneminde tarım sektörüne öncelik verilmiş, traktör alımının artmasıyla tarımda işgücü fazlası ortaya çıkmış ve kentlere göç zorunlu hale gelmiştir. Özel sektör eliyle sanayileşmeye ağırlık verilen 1950-1960 döneminde Türkiye Sınai Kalkınma Bankası’nın faaliyetiyle özellikle ABD çıkışlı yabancı sermaye Türkiye’ye gelmeye ve özel kuruluşlarla işbirliği yapmaya başlamıştı. Yani dış ekonomik ilişkilerde liberalleşme süreci başlatılmıştı (Tokgöz, 2001, 12-14). Bu dönemde yabancı sermayeye ait General Electric Ampul Fabrikası ve birkaç ilaç fabrikası dışında büyük bir yatırımla karşılaşılmadı. Petrol alanında Mobil ve Shell birkaç kuyu açtı (Çavdar, 2003, 389). Bütün bu gelişmelere rağmen Türkiye’de 1960 öncesi dönemde güçlü bir ekonomiden ve sanayileşmeden söz edilemez.
Kısaca ifade etmek gerekirse bu dönem henüz sanayileşme atılımlarının gerçekleşmeye başladığı bir dönem olması bakımından ülke ölçeğinde yaygın bir çevre sorunu bulunmamaktadır. En önemli çevre sorunu olarak, toprağın yanlış kullanımına bağlı erozyon ve sel taşkınları ortaya çıkmıştır. Bunun dışında sanayi kuruluşlarından ve kentleşme düzeyindeki artıştan kaynaklanan yöresel ölçekte hava ve su kirliliği de Türkiye’de 1960 öncesi dönemde yaşanan çevre sorunları arasındadır. Çevreyi yoğun olarak dönüştürecek sanayi faaliyetleri ve teknoloji kullanımı yaygın olmadığından çevredeki dönüşüm henüz yoğunlaşmamıştı.