• Sonuç bulunamadı

1.BÖLÜM: EKONOMİK ÖZGÜRLÜK KAVRAMI

1.7. SINIRLI DEVLET VE EKONOMİK ÖZGÜRLÜK

Devletin ekonomiye müdahale süreci, kamu bürokrasisinin giderek büyümesine yol açmıştır. Piyasa ekonomisine yönelik kararların alınması ise bu büyük ve hantal mekanizma içinde daha ağır işlemeye başlamıştır. Müdahale ne kadar dozunu artırırsa, devletin kurumsal yapısı o kadar büyümüş, hukuki yapısı bir o kadar karmaşık hale gelmiş, karar alma süreci yavaşlamış ve müdahaleden beklenen sonuçlar önce gecikmeye başlamış, daha sonra da sonuçlardan uzaklaşılmıştır (Yereli, 2003: 68). Ayrıca devletin ekonomiye müdahalelerinin daha fazla olduğu ülkelerde bürokrasi ve kırtasiyecilik de doğal olarak çok yaygın bir hastalık haline gelmiştir (Aktan, 1997: 14).

XX. yüzyılın başında, devletin ekonomik özgürlüklere yönelik kısıtlayıcı eğilimlerini eleştiren Ludwig von Mises ve Friedrich A. von Hayek gibi düşünürler, dönemin ulus-devletleri ve bunların müdahaleci ekonomi anlayışları nedeniyle pek fazla önemsenmemiştir. 1929 Ekonomik Buhranı ve buna karşı tecrübe edilen Keynesyen Model, Mises ve Hayek’in haklılığını zamanla kanıtlamıştır (Yereli, 2003: 68).

Özel mülkiyet, piyasalarda bireyin serbestçe faaliyette bulunması, malların serbest dolaşımı, sözleşme yapma ve piyasalara giriş-çıkış serbestliği, piyasalar hakkında bilgi edinebilme gibi ekonomik özgürlükler müdahaleci devlet uygulamaları sonucunda daha anlamlı hale gelmiştir (Yereli, 2003: 69).

Hayek; devletin piyasadaki işleyişi müdahalelerde bulunarak bozması yerine, hukuku uygulayarak ekonomik özgürlükleri garanti altına alması gerektiğini savunmuştur. Liberalizm ve demokrasiyi birbirinden ayırmıştır. Ona göre liberalizm, devletin amacı ve kapsamı, siyasal iktidarın sınırları hakkında bir teoridir; hâlbuki demokrasi siyasal iktidarın kimin elinde olması gerektiği ile ilgilidir (Erdoğan, 1993: 33).

Hayek, toplumun siyasi yönetim olmadan da varolabileceğini kabul etmiş, ancak çoğu kez hükümetin varlığının gerekli olacağını söylemiştir (Yayla, 1993: 152). Devletin esas görevinin eşit, soyut, genel kuralların uygulanmasını sağlamak olduğunu ifade etmiştir. Ayrıca, liberalizmi devletin fonksiyonlarının sınırlandırılması şeklinde ele almış, gücün mutlak sınırlı olması gerektiğini savunmuş ve sınırsız gücün kötüye kullanımının önlenemeyeceğini söylemiştir (Yereli, 2003: 70).

Küreselleşme bağlamında yoksulluk dramatik bir oranda azalmaktadır. Yoksul ekonomiler ne kadar dışa açık ve küreselleşmişlerse, bu ekonomilerin büyüme ve

gelişmelerindeki artış da o kadar hızlı olmaktadır. Fakat birçok ülke örneğin Batı Avrupa’da ciddi sorunlarla karşı karşıya bulunmaktadır. Bu ülkelerde devlet müdahalesi politikası izlenmektedir. Gerçekte ise, bir ülke ekonomisi ne kadar dışa açık ise o kadar daha az yoksul demektir. Devlet müdahalesi, üretim karşıtı ve servet karşıtı bir yol izlemektedir. Yüksek oranda vergilendirilen ve ağır bir şekilde düzenlenen (regüle edilen) emek piyasaları Batı Avrupa’da geniş gruplar için sosyal dışlamaya yol açmıştır (Munkhammar, 2007: 39).

Karl Marx kapitalizmin nasıl yoksulluğa yol açtığının teorisini ortaya koymuştur. Charles Dickens da bu teorinin nasıl çalıştığını anlatmıştır. Birçok diğer yazarlar da bunları takip etmişlerdir. Statik kaynakların bulunduğu bir dünyada bazı insanlar yoksuldur, çünkü bazı insanlar da zengindir. Toplumsal yapının işleyişini anlatan bu imaj 19. ve 20. yüzyıllarda da değişmemiştir. Yoksulun daha fazla yoksullaşmasını ve zenginin daha da zengin olmasını durdurmanın temel yöntemi, toplumda devlet müdahalesi olarak görülmüştür. Kaynakların yeniden dağılmasına yönelik yüksek vergi oranları, kolektif sahiplik, sosyal güvenlik, emek piyasası düzenlemeleri ve kamusal refah hizmetleri için birtakım kamusal düzenlemeler bu düşünce temeline dayalı olarak gerçekleşmektedir. Bazı ülkeler bu düşünce temeline dayalı “sosyal model” uygulamaktadır (Munkhammar, 2007: 39). Bu düşünce “piyasa başarısızlığını” yenmek, kapitalizmin olumsuz etkilerini (sonuçlarını) yok etmek için oluşturulmuştur. Devleti, toplumun büyük bir parçası olarak görmekle; dış ticaret gibi alanlarda çeşitli müdahalelerle sosyal adaletin geliştirilmesi hedeflenmektedir. Eğer devlet, toplumun büyük payına sahipse, birçok şeye kolektif olarak karar veriliyor ve sahip olunuyorsa, bu kararlar seçilmiş politikacıların çoğunluğunun kabul ettiği kurallarla gerçekleşmektedir. Bireysel karar verme özgürlüğü ile karşılaştırılacak olursa, bunun daha demokratik olduğu düşünülmektedir. Temel amaç yoksullukla savaştır.

Artık ülkeler yoksulluk dışında da problemlerle karşılaştığından, hangi teori ve varsayımın haklı olduğu ayrı bir araştırma konusu olmuştur. Kapitalizmin yoksulluğu mu getirdiği ya da devlet müdahalesinin yoksula yardım etmenin tek yolu mu olduğu, ampirik çalışmalara konu olmuştur. Şüphesiz birçok “sosyal model” uygulayan ülke de yoksulluk, işsizlik, sosyal dışlama gibi ciddi problemlerle karşı karşıyadır.

“Sosyal Model”de, devlet sık sık emek piyasasına müdahale ederek vasıfsız işçilere yardımcı olmak amacındadır. Sadece çalışanların işe alınmaları ya da işten çıkarılmaları ile

ilgili düzenlemelere dair müdahale yoktur. Aynı zamanda nasıl, nerede, ne zaman ve kiminle çalışılacağına dair de müdahale edilmektedir. Devlet çalışanlara yüksek vergiler uygulayarak, bu parayı çalışmayanlara aktarmaktadır. Emek gücünün büyük bir kısmı kamu sektöründe çalışmaktadır.

Örneğin, 1970- 2003 yılları arasında ABD’de istihdam % 75 artarken, Fransa, Almanya ve İtalya’da % 26 oranında artmıştır. Eurostat verilerine göre, Avrupa Birliği’nde ortalama genç işsizlik oranı % 17 iken, ABD’de bu oran % 10’dur. Avrupa’nın kendi içinde bir karşılaştırma yapmak gerekirse, Danimarka’da istihdam oranı % 76, Polonya’da ise % 53’lerdedir. Yunanistan, İtalya, İsveç, Fransa, Belçika ve Finlandiya’da genç işsizlik oranı % 20’nin üzerindedir. İrlanda, Hollanda ve Danimarka’da ise %8’in altındadır. 1995-2004 yılları arasında AB-15 üyesinde, İrlanda, İspanya ve Hollanda’da istihdam artışı en fazla, Almanya ve Avusturya’da ise neredeyse sıfırdır (Munkhammar, 2007: 42).

Emek piyasasında başarılı olan ve yoksullukla mücadelede kazanan ülkelerin özellikleri bu bağlamda,

 daha özgür emek piyasasında sahip olmaları,  düşük vergiler,

 daha düşük sosyal güvenlik yardım ve katkıları olarak sıralanabilmektedir.

Çalışabilmek, para kazanabilmek ve refaha ulaşmak genel anlamda yaşam memnuniyeti için gereklidir. Emek piyasasında devlet müdahaleleri yeni iş olanaklarının sayısını azaltmakta, böylece çoğu insan işsiz kalmaktadır. İşsizlik yardımları çok olabilir, fakat gerçek bir iş ve ücretle karşılaştırılamaz. İşsiz kalmak daha iyi kariyer imkanları yaratmazken, düşük maaşla da olsa çalışmak kariyer imkanları yaratabilecektir.

Gençler ve göç edenler “sosyal model”den en fazla zarar görenlerdir. Bu model çerçevesinde genç işsizlik oranı oldukça yüksektir. Eğitimli dahi olsa, genç insanlar, hali hazırda çalışanları koruyan bazı yasa ve düzenlemelerden dolayı emek piyasasına girme şansını yakalayamamaktadır. Bir işveren için ise, birini işe almak her zaman risktir, fakat tanımadığı birini işe almak daha büyük risktir. Ayrıca girişimciler sosyal model uygulayan ülkelerde çok yüksek vergi oranları ile karşı karşıyadırlar. Yatırım sermayesi bulmak kolay olmayabilir. Düzenlemeler risk alan kişilerin hevesini kırabilir. Hizmet, sağlık, eğitim gibi birçok sektör devletin tekelinde bulunmaktadır. Pricewatershouse Coopers ve Dünya

Bankası’nın analizine göre, 2006’da 176 ülke, bir şirketin vergi bürokrasisi ile yılda kaç saat uğraştığı ortaya konmuştur: İsviçre (68), İrlanda (65), en yüksek üç ülke ise İspanya (602), Portekiz (328) ve Finlandiya (264)’tür (Munkhammar, 2007: 43).

Kapitalizmin başlangıcından bu yana, Schumpeter’in “yaratıcı yıkım” olarak nitelendirdiği bir kalkınma gerçekleşmiştir. Girişimciler daha özgür, ve rekabet edebilmekte iken, tüketiciler ise seçme özgürlüğüne sahiptirler. Bu da bir toplumu gelişmeye zorlar. Bu durumda radikal değişimler de daha kolay olabilmektedir. Değişime ayak uyduramayan toplumlar gelişmeden yoksun kalmaktadırlar.

Küresel ekonomide, değişimler hız kazanmıştır. Üretim çok hızlı bir şekilde yeniden şekillenmiş, eski ürün ve meslekler yok olmuştur. Küresel bir ekonomide başarılı olabilmek için toplumun esnek olması gerekmektedir. Devlet müdahalesi ne kadar fazlaysa, toplumun esnekliği o kadar azalmaktadır. Bu bağlamda ekonomik özgürlük ve ekonomik büyüme arasındaki ilişki çok açıktır. Anglo-Saxon ülkelerde, diğer Batı Avrupa ülkelerinden daha az devlet müdahalesi bulunmaktadır. Bu ülkeler istihdam, yoksullukla mücadele gibi problemlerle daha kolay başa çıkabilmişlerdir. Fakat Kıta Avrupası’nda, işsiz kalan insanlar uzun zaman yeni bir iş bulamamaktadır, pasif kaldıklarından erken emeklilik ya da emek piyasasının yeni programlarına dahil olmaktadırlar.

Batı Avrupa’da bu anlamda “sosyal koşulları geliştirmeye çalışan” ülkeler az sayıda kalmıştır. Diğerleri ise çoğunluğu teşkil etmektedir. Bu durumun açıklaması ise bazı sebeplere dayandırılabilmektedir. Birinci sebebi tamamen politiktir. Bu modele dahil olmuş siyasi partiler için sistemi tersine çevirmek kolay değildir. Bir diğer nedeni ise, “Kamu Tercihi Teorisi” ile açıklanabilir. Devleti ve bürokrasiyi büyütmek çok kolay olabildiği gibi küçültmek ve engellemek çok zordur. Günlük düzen içerisinde bu tür çaba harcayan kişiler, çok güçlü ve imtiyazlı karşıt görüşlerle yüz yüze geleceklerdir. Bir diğer ana neden ise, “içerdekiler ve dışarıdakiler” olmuştur. İçerdekiler dışarıdakilerin iş sahibi olabilmesi adına kendi “mezarlarını kazmayacaklardır”. Güvenliklerini tehlikeye atmayacaklardır. Fakat küresel, değişen ekonomide, daha önce güvece altındaki meslekler bile güvencesizdir. Az sayıda yeni iş olanaklarına sahip olan emek piyasalarında, iş güvencesinin maliyeti daha yüksektir. Emek piyasası düzenlemeleri bu yüzden hem içerdekiler, hem de dışarıdakiler adına çifte tehlike oluşturmaktadır.

Dünya düzeni ile ilgili bazı iddialarda da bulunulmaktadır. Bunlardan bir tanesi, devlet müdahalesi olmadan, kapitalist daha zengin olurken onun dışındaki herkes yoksullaşacaktır, “sosyal damping” olacaktır. Fakat küresel gelişmeler bunun yanlış olduğunu göstermektedir. Bugün kişi başına üretim yüzyıl öncesine göre en az on kat artmıştır. Bu da emeğin daha fazla ücretlendirilmesinin sebebidir. Üretkenlik arttırılamazsa, ne devlet müdahalesi, ne de ticaret birlikleri on kat ücret artışı getiremez. Serbest piyasada ücretler üretkenlik düzeyinin altında ise, rekabetçi, daha yüksek ücretli işçi çalıştırmaktan yarar sağlayacaktır. Serbest rekabet iki taraflı işleyecektir.

Ayrıca insanlar gelirlerinin bir kısmını çalışma ve ücretler dışında, yatırım getirisi ve mülkiyetten elde etmektedirler. Daha düşük sermaye vergileri, özel sosyal güvenlik olanakları ve devlet işletmelerinde doğrudan sahiplik, bu doğrultuda atılabilecek adımlar arasında yer almaktadır. Serbest ekonomide, ücretler artma eğilimindedir. Gelir farklılıkları artsa da yoksulluk azalmaktadır. Küresel dünyada, servet yaratıcı kapitalizm inşa eden serbest piyasa reformları sosyal dışlama ve yoksullukla mücadele için değişimi kolaylaştıran ve mülkiyet üzerine imkanları çoğaltan önemli faktörler olmuşlardır (Munkhammar, 2007: 44).

Devletin büyümesiyle ilgili çalışmalar sayıca çok fazladır ve uzunca süreli tarihsel sürece sahiptir. Devletin büyümesi konusunda birçok teori ortaya atılmıştır. Bunlardan bazıları; Wagner Kanunu, Baumol’un Dengesiz Büyüme Teorisi, Ekonomideki Yapısal Değişimler ve Sıçrama Etkisi, Direktör Kanunu, Politik Davranışlar Üzerinde Duran Modeller, Bürokratların Önemini Vurgulayan Çalışmalar ve Dışsal Etkenlerdir (Benett ve Johnson, 2008). Bu çalışmaların hepsinde devletin büyümesine ilişkin teoriler ortaya atılmış ve bu durumu etkileyen faktörler belirlenmeye çalışılmıştır.

Devletin yaşamış olduğu evrim devam etmektedir. Toplumların yaşadığı ekonomik ve sosyolojik değişim, nasıl devletlerin şehir devletleri şeklinden ulus devletleri şekline dönüşmesine neden olmuşsa, yaşanan küresel değişim ve dönüşüm süreci de ulus devletlerinin yeni bir şekil almasına neden olacaktır. Bugün ve gelecek için bir öngörüde bulunmak gerekirse, ulusal devletlerin yerine bölgesel devletlerin alması ve daha ileri aşamada ise tek bir dünya devletine yönelişin beklenmesi kaçınılmaz görünmektedir. Son yıllarda dünya ölçeğinde büyük şirketler arasında yaşanan birleşmeler, yıllardır birbirine düşman olmuş ülkeler arasındaki yakınlaşmalar, bölgesel entegrasyonların sayısal olarak

artması ve genişlemesi, dinler arasında yaşanan diyalog arayışları, bu gelişimin en önemi işaretleridir. Bu gelişim çerçevesinde hangi alanda bir yakınlaşma olursa olsun ulaşılması gereken nokta, rekabet edebilen, doğru ve insanlığın genel olarak iyiliğine olacak fikirlerin ayakta kalacağı, rekabet edemeyen akımların ise yok olacağıdır. Bunun en güzel örnekleri Afrika' da yaşanmaktadır. Gerek ülke kaynaklarının kullanılamaması gerek doğal kaynak, beşeri ve fiziki sermaye yetersizlikleri gerekse de sorumsuz, israfçı ve yozlaşmış devlet yönetimleri nedeniyle açlıkla ve iç savaşlarla mücadele etmek zorunda olan ülkelerdeki insanlar, kendi devletleri yardımcı olamamaktadır. Bu o ülkelerdeki devlet yönetimlerinin rekabet edemediği ve yol olacağı anlamındadır. Dolayısıyla kurulmakta olan dünya düzeni içerisinde her alanda, dünya ölçeğinde rekabet edebilecek ekonomik ve sosyal kurumların oluşturulması zorunludur. Ülkelerin dünyanın ortak geleceğinde söz sahibi olabilmeleri için; özgürlük, insan hakları, çevre bilinci gibi ortak insani değerlere saygılı, sanal bilgi dünyası, iletişim teknolojisi ve genetik mühendisliğine dayalı bilgi çağını yakalamış ekonomik, bilimsel, politik, sanatsal ve sportif faaliyetlerde rekabet edebilecek bir nüfus potansiyeline sahip ülkeler grubu içinde yer alması gerekmektedir. Bu noktada devletin üstleneceği rol büyük önem kazanmaktadır.

Devletin ekonomideki rolünün genişlemesine neden olan etkenler:

 Marksist ve sosyalist düşüncenin bölüşümcü adalet çerçevesinde yaratmış olduğu baskı Keynesyen iktisat düşüncesinin tam çalışma ve fiyat istikrarı sağlamaya yönelik baskı devletin ekonomiye müdahalesini haklılaştıracak kamu malları, dışsallıklar ve asimetrik bilgi gibi iktisat literatüründeki gelişmeler,

 Kalkınma iktisadı alanındaki, özel sektörün oluşmadığı ekonomilerde devletin rol üstlenebileceği ve büyük sermayenin gerektiği üretim alanlarına özel sektörün yatırım yapamayacağı tezlerine dayanan gelişmeler,

 Hangi malların üretilmesi gerektiği, vatandaşların daha çok neyi istediği ve piyasaların nasıl çalıştığı konularındaki devlet yargısının en iyi sonucu vereceği varsayımının yaygınlık kazanması ve bu sektörlerin vergiler ve sübvansiyonlar aracılığıyla devletin yönlendirmesine bırakılması,

 Savaşların ve krizlerin yol açmış olduğu her ülkenin kendi kendine yeterliliğinin sağlanması gerektiği ve devletin krizleri engellemesi gerektiği fikirlerinin yaygınlık kazanması.

Adam Smith' den bugüne liberal iktisatçılar devletin ekonomideki rolüyle ilgili olarak minimal bir alan tanımlamıştır. Liberal iktisatçılara göre devlet, temel kamu hizmetleri, ulusal savunma, yasama ve yargı işleriyle sınırlandırılmalıdır. Devlet, ekonomik hayata müdahale etmemeli ve sadece bireylerin mülkiyet haklarını ve sözleşmeleri garanti altına almaları, bireylerin ekonomik ve politik özgürlüklerini korumalıdır. 19. yy'da devletin ekonomideki rolü çok sınırlı tutulmuş ve genellikle tahsis karakteri taşıyan fonksiyonlar üstlenilmiştir. 20. yy'da yaşanan politik nedenler krizler gibi ekonomik nedenler ve Marksist ve sosyalist tezlerin yarattığı ideolojik nedenler ile devletin ekonomideki rolü gittikçe genişlemiştir. Devlet harcamalarının GSMH içindeki payı büyüyerek, ortalama 1913'de %12'den 1995'te %45'e yükselmiştir. Bu genişlemenin altında, devletin istikrar, bölüşüm ve büyüme kaygılarına dayalı olarak ekonomide daha büyük bir kaynağa hükmetme kaygısı yatmaktadır.

Çeşitli görüşler çerçevesinde, ekonomik özgürlük ve ekonomik büyüme ilişkisi, teorik ya da ampirik çalışmalar doğrultusunda incelenebilmektedir.