• Sonuç bulunamadı

1.BÖLÜM: EKONOMİK ÖZGÜRLÜK KAVRAMI

2. BÖLÜM: EKONOMİK ÖZGÜRLÜK ve EKONOMİK BÜYÜME

2.2. EKONOMİK BÜYÜME TEORİLERİ

2.2.1. Neoklasik Büyüme Teorisi

Neoklasik gelenek 1950’den sonra başlamıştır. Neoklasik dil ve metodoloji; toplam sermaye stoğu, toplam üretim fonksiyonu ve tüketici fayda fonksiyonu kavramlarına dayanır.

Kronolojik bakış açısından, Ramsey (1928)’in klasik makalesi modern büyüme teorisinin başlangıcı olmuştur. Ramsey’in fayda fonksiyonu Cobb - Douglas üretim fonksiyonu olarak kullanılmaktadır.

Ramsey ile 1950’lerin sonu arasında, Harrod (1939) ve Domar (1946), Keynesyen analizi ekonomik büyümenin elemanlarıyla birleştirme girişiminde bulunmuşlardır (Barro ve Sala-i Martin, 1995). Harrod - Domar’ın kullandığı üretim fonksiyonu girdiler arasında

nadir ikame olabileceği varsayımına dayalıdır ve kapitalist sistemin istikrarsız olduğunu savunur. Büyük Buhran (1929)’dan sonra oldukça sempati kazanan bu yaklaşım, iyi bir araştırma konusu olmuş, fakat yeni düşünce tarzında fazla önemli bir rol oynamamıştır.

Neo Klasik Büyüme modelleri içerisinde en sık kullanılan model, Solow (1956) ve Swan (1956) büyüme modeli olmuştur. Temel konu, bu modelin üretim fonksiyonunun neoklasik formunu oluşturmasıdır. Modelin sağladığı en büyük avantaj, uzun dönem ekonomik büyüme analizi için gerekli olan tekniklerin kullanılmasına imkan sağlamasıdır. Modelde, teknolojinin dışsal olarak belirlenmesi, ölçeğe göre sabit getiri, faktörler arası ikamenin mümkün olması ve bağımsız bir yatırım fonksiyonunun bulunmaması, yani sabit tasarruf oranı varsayımı önem taşımaktadır (Günsoy, 2001: 165). Teknolojinin dışsallığı varsayımı doğrultusunda teknoloji, Ar - Ge faaliyetleri dahil, firma davranışlarından etkilenmemektedir. İktisat bilimindeki çoğu gelişme, bu türden basit dünyalar yaratılarak gerçekleştirilmiş ve böylelikle, modelin doğru ve yanlış çalışan yönleri görülmüştür (Jones, 2001: 19).

Tek sektörlü neoklasik büyüme modelinin temel varsayımları; ölçeğe göre sabit getiri, sermayenin azalan marjinal verimliliği, dışsal üretim teknolojisi, sermaye ve emeğin ikame edilebilirliği, ve bağımsız bir yatırım fonksiyonunun eksikliği olarak görülmüştür. Standart Neo Klasik Büyüme Modeli, dışsal teknolojik ilerleme olmadığı durumda, durgun durum büyüme oranı sıfırdır. Yani, geleneksel makroekonomi politikaları (devlet müdahalesi gibi) kişi başına gelir düzeyini etkileyebilirler. Fakat, ekonominin uzun dönem büyümesi üzerine etkileri bulunmamaktadır. Üretim teknolojisindeki gelişmeler dışsal olarak modele dahil edilmemiş, modelde bir “kara kutu”ya indirgenmiştir. Dışsal teknolojik ilerlemeler, sürekli ise, sermayenin azalan verimliliğinin negatif etkisini telafi edebilir. Böylece de uzun dönem büyümeyi teşvik etmektedir. Sonuç olarak, dışsal olarak belirlenen sabit nüfus büyüme oranı çoğu neo klasik modelde kişi başına gelirin temel belirleyicisi olmuştur (Kibritçioğlu ve Dibooğlu, 2001: 3).

Neo Klasik Büyüme Kuramı’nda, ekonomi büyüdükçe ve sermaye birikimi sağlandıkça sermayenin getirisi kaçınılmaz olarak azalmaya başlayacaktır. Teoride, azalan verimler kanunu işlediğinden, model durağan hale geldiğinde ekonomik büyümeyi belirleyen temel unsur teknolojik gelişmelerdeki değişme ve nüfus artış hızı olacaktır. Sermaye birikimi arttıkça sermayenin getirisi, yatırımların kar getirmediği noktaya denk

düşecektir. Bir noktadan sonra yatırımların büyümeyi sağlaması mümkün olmayacaktır. Bu noktada teknolojik gelişme önem kazanmaya başlayacaktır (Dursun, 2002: 80). Uzun vadede büyüme hızının dışsal teknolojik gelişmeler tarafından belirlenmesi, ülkelerin uzun dönemde kişi başına sermaye ve gelir seviyelerinin birbirlerine yakınsayacağı anlamına gelmektedir. Ülkeler arasında büyüme oranları farklılaşmakta ve sonuçta yoksul ülkeler zengin ülkelerin kişi başına reel hasıla düzeyine ulaşmaktadır (Kar ve Taban, 2003).

Teorinin özünde sermaye stoku ve verimlilik fonksiyonu vardır. Teori, emek birimi başına sermayeyle, emek birimi başına çıktı arasındaki ilişkiyi göz önünde tutmaktadır. Basitlik amacıyla, insanların bir sabit saat miktarı çalıştığı ve herkesin çalıştığı varsayılmaktadır. Kişi başına sermaye stoku ne kadar hızlı büyürse, reel GSMH ve kişi başına gelir o kadar hızlı büyüyecektir. Kişi başına sermaye stokunun büyüme oranını da sermaye arz ve talebi belirleyecektir (Parasız, 1997: 73). Modelde ayrıca hükümet politikalarının uzun dönemli ekonomik büyüme üzerindeki etkisinin oldukça zayıf olduğu sonucuna ulaşılmaktadır. Bu nedenle devletin piyasaya müdahalesinin kısa süreli olması ve dar sınırlar içinde tutulması gereği vurgulanmaktadır. Model kamu yatırımlarının kişi başına gelir ve kişi başına sermaye düzeylerini etkileyebildiğini, ancak reel hasılanın uzun dönemli büyüme oranını etkileyemediğini ortaya koymaktadır (Günsoy, 2001: 165).

Neoklasik büyüme modelleri, ekonominin en önemli sorunu olan üretilen çıktının bugün ne kadarının tüketileceği ve gelecek için ne kadarının tasarruf edilmesi gerekeceği sorularının cevaplarını sunmaktadır. Ayrıca Solow’un büyüme modeli sermaye stokundaki ve emek gücündeki büyümenin ve teknolojideki ilerlemenin birbirlerini nasıl etkilediğini ortaya koymaktadır. Elde edilen sonuçlara göre teknolojik ilerleme emek başına çıktıda sürekli büyümeye neden olmaktadır (Parasız, 1997: 101). Solow, bir ülkenin ekonomik büyüme düzeyini yukarılara taşımasının tek yolunun, daha fazla tasarruf düzeyi sağlamak olduğunu ifade etmektedir (Holmes, Johnson ve Kirckpatrick, 1998: 3). Böylece fiziki sermaye miktarı artırılabilecektir. Bu durum kısa vadede ya da orta vadede ekonomik büyüme oranında bir kerelik bir yükselişe neden olacaktır. Uzun vadede sürekli bir büyümenin sağlanabilmesi için ise teknolojinin geliştirilmesi gereklidir (Dursun, 2002: 80). Ancak teknolojik gelişmenin yaşanmadığı ve sermayenin marjinal verimliliğinin artmadığı dönemlerde ekonomik büyüme süreci aksayacaktır. Bu sonuç 1960 ve 1970’li yıllarda Keynesyen politikaların aksamaya başlamasının sebeplerinden birini ortaya koymaktadır.

Standart Neoklasik büyüme modeli, işçi başına aynı düzeydeki durgun durum sermayeye sahip fakat farklı görece faktör donanımına ve kişi başına gelire sahip ülkelerin farklı oranlarda büyüyeceğini ve aynı kişi başı gelir düzeyine ulaşacaklarını ortaya koymuştur. İşte bu “ mutlak yakınsama” olarak tanımlanan, hızlı büyüyen yoksul ülkeler ve yavaş büyüyen zengin ülkeler ilişkisinin dayandığı temel varsayım; teknoloji, tasarruf oranı ve nüfus artış oranının ülkelerde hep benzer özellikler gösterdiğidir (Kibritçioğlu ve Dibooğlu, 2001:4). Ancak “koşullu yakınsama” durumunda ise, sermayenin durgun durum düzeyi ve işçi başına hasıla, Solow –Swan Modeli’ne göre, tasarruf oranına, nüfus büyüme oranına ve üretim fonksiyonunun pozisyonuna bağlıdır. Bu özellikler de ekonomiler arasında değişebilmektedir (Barro ve Martin, 1995). Bir diğer varsayım ise sermayenin azalan getirisidir. Bu varsayım altında, teknolojik gelişmenin olmayışı durumunda, kişi başına büyümenin durması gerektiği tahmin edilmektedir.

Daha sonra geliştirilen genişletilmiş neoklasik modele göre, işgücü ve fiziki sermayenin yanı sıra beşeri sermayenin de açıklayıcı değişken olarak eklenmesi durumunda, modelin 1960- 1985 yılları arasında ülkelerarası büyüme farklılıklarını daha iyi açıklayabildiği görülmektedir (Mankiw ve diğerleri, 1992). Bu yaklaşıma göre, her ülkenin ortak ve mutlak denge noktası yerine kendi uzun dönem dengesine koşulu olarak yakınsayacağı ve fakat, uzun dönem dengesinde oluşacak ekonomik değerlerin dışsal değişkenlere bağlı olacağı belirtilmektedir.

Diğer taraftan, bu doğrultuda yapılan ampirik çalışmalarda (Barro, 1994), ülkelerin uzun dönem hedeflerinde farklılıklar olması durumunda, ülkeler arası mutlak (koşulsuz) yakınsamanın mümkün olamayacağı, uzun dönem hedeflerin ise, izlenen vergi, eğitim, altyapı ve mülkiyet hakları gibi doğrudan politikalardan ve diğer kontrol edilemeyen birtakım faktörlerden etkilendikleri ileri sürülmektedir. Buna göre geçiş dönemine düşük kişi başına gelir ile girmiş olan ülkeler, uzun dönemde yüksek gelirli ülkeler düzeyine yaklaşamamaktadırlar. Oysa, yapıları bakımından birbiriyle benzerlik gösteren (ve dolayısıyla kişi başına gelir düzeyleri başlangıçta birbirininkinden farklılık gösteren) ülkeler; gelişmiş OECD ülkeleri arasında mutlak yakınsamanın gerçekleştiği; öte yandan pek çok bakımdan birbirlerinden farklılık gösteren Afrika, Latin Amerika ve Güney Asya gibi bölgeler gelişmiş ülkelere göre ıraksama gösterirken, kendi içinde her ülke iktisat

parametreleri tarafından belirlenmiş olan denge noktalarına doğru koşullu bir yakınsama eğilimine girmişlerdir (TEK, 2003: 10).

Neo Klasik Teori’nin yakınsama hipotezinin öngörüleri gerçekleşmediği sonucundan yola çıkarak, büyüme hızını içselleştiren, yani modelin içinde belirlemeye çalışan “İçsel Büyüme Teorileri” ortaya atılmıştır.