• Sonuç bulunamadı

Rüya Kuramları Açısından Edebî Metin

1. KONU

1.2. PSİKANALİZ VE EDEBİYAT

1.2.3. Rüya Kuramları Açısından Edebî Metin

Düşler ve edebiyat yapıtları arasında birçok bakımdan benzerlik kurmak mümkündür. Edebî metinlerin okunmasında, psikanalizin düşleri anlamak ve yorumlamak için kullandığı yöntemler kullanılabilir. Edebiyat yapıtları ile düşler arasındaki benzerlikler üzerinde duran önemli psikanalitik edebiyat eleştirmenlerinden biri Ernst Kris’tir. Gündüz düşlerini ele alan Kris, “zihnin bu

faaliyetinin travmatik olaylar üzerinde hâkimiyet kurma hedefine yöneldiğini, rollerde bir değişiklik yapılarak kurban pozisyonunun bırakılmasına ya da bu rolün başka birinin üzerine yansıtılmasına çalışıldığını” (Cebeci, 2009: 140) belirtir.

Kris’e göre gündüz düşleri eğer bir oyuna dönüşürse oyun kurucu, bir lider figürü olarak ortaya çıkar. Kurgusal yaratım ise bu oyunun bir adım ileriye götürülmesidir. Bu durumda eylemin yerine düşünceye dalma, böylece olay üzerinde kontrol kurma, duruma hâkim olma ve bundan zevk alma süreçleri devreye girer. Oyunun kurguya dönüşebilmesi için deneyimlerden uzaklaşmak ve konuyu başka alanları da kapsayacak biçimde genişletmek gerekir. Bu durumda, görsel olan sözel olana dönüşür. Kısaca, geçmişe ait bir travma önce gündüz düşleri olarak görselleşir, oyun sırasında eyleme dökülür, kurguya geçtiği takdirde ise iyice değişerek sözelleşir ve asıl çatışmadan mümkün olduğunca uzaklaşır. (Cebeci, 2009: 140)

Gündüz düşlerini ele alan çağdaş psikanalistler, bu olgunun sadece “istek

gerçekleştirme” (Cebeci, 2004: 179) özelliği üzerinde durmamakta, içlerinde yer

alan savunmalar üzerinde de yoğunlaşmaktadırlar. Düşlerde olduğu gibi savunmalar bir yapıtı biçimlendirmede önemli bir işleve sahiptir. Yapıtta karşımıza çıkan gündüz düşlerine ve ona kaynaklık eden fantezilere karşı bir savunma ve aynı zamanda uyum sağlama yönünde bir karşılık veririz. Gündüz düşü kuran okuyucu ve yazar aynı izleği kullanır, “bu izleği ‘eski bir çatışmaya karşılık olacak biçimde’ tekrarlayıp”

(Cebeci, 2009: 179) değiştirir, kendine göre yeniden yapılandırıp daha etkili bir hale

64

Gündüz düşü modeli çerçevesinde düşünüldüğünde, edebiyat yapıtı şimdiye ve geçmişe anlamlı bir görüntü kazandırmaya yönelik bir çaba olarak görülebilir. Bu nedenle analistler edebiyatın bir tür terapi işlevi gördüğü kanaatindedir. Edebiyat eleştirisi olarak uygulanan psikoterapi hem yazarın hem de eleştirmen ve okuyucunun sağlıklı ve sağlıksız eğilimlerini ortaya çıkarabilir. Yine aynı açıdan bakıldığında, yapıtta nevrotik eğilimi temsil eden unsurun okuyucu açısından taklide, düşünmeye ya da redde yol açtığı görülür. Okuyucu, metinde bir eğilimin eyleme döküldüğünü görünce bunu, kendi hayatında uygulama yükünden kurtulabilir. Bu da edebiyatın somut yönde bir faydası olarak değerlendirilebilir. (Cebeci, 2009: 179)

Sanat yapıtını düşlerle karşılaştıran Karen Horney, “bilinçdışı hayal

gücü”nün (Cebeci, 2009: 197) kişinin ruhsal dünyasında bulunan bir iç çatışmaya

yönelik çözümler geliştirebileceğini savunur. Bu çözümler, yapıcı ya da nevrotik olabilir. Ona göre sanatın asıl rolü, insanların nevrotik problemlerinin varlığı ve önemini kavramasını sağlamak ve bu problemleri çözmektir. Düşler de aynı işlevi görür. Her ikisi de mesaj taşıma ve çözüm önerme özeliklerine sahiptir.

Holland, edebiyat yapıtıyla yaşanan deneyimi rüya görmeye benzetir. Freud’un rüya tanımı ve “rüya ekranı” kavramından hareketle şu görüşü öne sürer:

“ (…) rüya ekranı kavramı ‘anne göğsü’ kavramından gelir, daha sonra ortaya çıkan sinema ve televizyon ekranları ve kitaplar da aynı kökenden gelen oluşumlardır. Bu bakımdan, edebiyatın ‘bizim için görülmüş’ ve bizim de içselleştirdiğimiz bir rüya olduğunu söyleyebiliriz.” (Cebeci, 2009: 197)

Edebiyat yapıtının rüya ve fanteziyle karşılaştırılan Holland, bilincin fanteziler üzerinde uyguladığı sansür mekanizmasının benzer biçimde edebî yapıtın yazılma sürecinde de işlediğini öne sürer. Ona göre bu mekanizmanın uyguladığı iki yöntem vardır. Bunlardan ilki, “edebi formun fantezi içeriğini ‘savunma’ya yönelik

olarak değiştirmesi”dir. (Cebeci, 2009: 197) Diğeri ise eserin tümel etkisinin fantezi

içeriğini “anlam”a dönüştürmesidir.

Şizofreni ve rüyalarda rastlanan adualizm, sanatsal gerçeklik için de düşünülebilecek bir kavramdır. Bu mekanizma, “zihnin tasarımlarıyla dış dünyadaki

65

nesneler arasında ayrım yapılamamasıyla” (Cebeci, 2009: 198) ilgilidir. Bu tür bir

zihinsel işleyişe sahip olan kişi, dış dünya ile zihnindeki dünya arasında bir ayrım yapamaz. Benzer durum edebî yapıttaki kurgusal gerçeklik için de geçerdir. Yazar yarattığı şeyin bir kurgu olduğunun bilincindedir. Fakat bunun yanında, yaratılan şey kendi başına da var olma özelliğine sahiptir. Yani sanatçının eseri hem bir kurgudur hem de estetik özellikleri nedeniyle artistik bir gerçekliği ifade eder. Sanatçının eserini yaratırken rüya ya da halüsinasyon gördüğü söylenemez. Ancak eseri hem kurgusal hem de gerçek olduğu için adualistik özellikler taşır. (Cebeci, 2009: 198)

Çeşitli bakımlardan birbirine bağlanan çağrışımlar, düşünceler ve imgelerden oluşan bir sistem olarak düşünülebilecek düşler tuhaf ve umulmadık bir biçimde ortaya çıkar. Bu nedenle “anlaşılmayı değil, taşıdığı mesajı örtülü bir biçimde

vermeyi amaçlayan ruhsal bir ürün” (Cebeci, 2009: 290) olarak kabul edilirler.

Onları anlamak için özel bir çaba sarf etmek gerekir. Düşlerin anlaşılması için gerekli olan anlama çabası, sanat yapıtları için de gereklidir. Düşlerde olduğu gibi sanat yapıtlarında da akıl yoluyla anlama ikinci dereceden bir anlamadır. Düşlerdeki gibi edebî bir eser karşısında da edinilen ilk izlenim “duygu izlenimi” dir. (Cebeci, 2009: 290) Metin anlaşılmadığı takdirde bile sevildiği ya da sevilmediği konusunda bir karar verilebilir.

Düşlerde de hatırlama süreci sırasında ortaya çıkan değişikliklere karşın az çok değişmeden kalan en önemli unsur, düşün taşıdığı duygu yükü ve bu çerçevede anlam kazanmasıdır. Genel olarak belirli bir tutarlılık ve bütünlük oluşturma düşüncesi bulunmasa da düşler de edebî yaratımlar gibi dramatik bir anlatı yapısına sahiptir. Bu nedenle edebî yapıtlarda, özellikle şiirde olduğu gibi düş yorumunda da duygu analizi yapmak önemlidir. Şiirde, düşte olduğu gibi anlama ulaşmadan önce verdiği duygu hissedilir. “Anlama ulaşılamasa bile, duygusal içeriğe, şiirin bütün

olarak anlatmak istediği duyguya ulaşılabilir. (Cebeci, 2009: 306) Bu da okuyucuya,

şairin bilinçdışındaki materyalin niteliği konusunda bir fikir verir.

Narsisistik yönü yoğun ürünler olan düşlerde, düş gören ya bizzat katılımcı ya da gözlemci olarak düşün içinde yer alır yani rüyada mutlaka kendisi de vardır. Bu anlamda, düş görenin karakterinin rüyanın üslubuna yansıması ve bu üslubu belirlemesi kaçınılmazdır. Üslup, “kişinin endişeleri, savunmaları ve nesne

66

ilişkilerinin oluşturduğu bir kombinasyon”dur. (Cebeci, 2009: 307) Buradan

hareketle düşler ve edebî yaratım arasındaki bir diğer benzerlik ortaya konulabilir. Düş görenin bir şekilde düşün herhangi bir yerinde olması gibi sanatçı da yapıtın içinde bulunur. Her iki yaratım arasındaki bezerlik bununla sınırlı değildir. Örneğin düş görenle yorumcunun faaliyetleri ve şiir okuma etkinliği arasında da benzerlik vardır. Okuyucu, şiiri okurken bir taraftan kendi kimliğini ve kişiliğini muhafaza eder bir taraftan da yazarla özdeşleşir. Serbest çağrışıma benzer bir biçimde gelen fikirler arasında bağlantı kurmaya çalışır ama aynı zamanda kendi kendisini de gözler. Bu faaliyet, bir anlamda “okuyucunun, yazarın bilinçaltı ile ‘ses alıp vermesi’

olarak” (Cebeci, 2004: 293) düşülebilir.

Freud’un düşlerle ilgili önemli bulgularından biri, düşlerin “formel anlamda

bir gerileme”nin (Cebeci, 2009: 308) göstergesi olduğu olgusudur. Kris de sanat,

edebiyat alanındaki yaratıcılığı “egonun kontrolünde bir gerileme” (Cebeci, 2009:

309) olarak nitelemiştir. Bu açıdan bakıldığında, düş ve sanat yapıtı arasındaki ilişki

daha çok belirginleşir. Rüya türleri ve edebî yapıtlar arasındaki benzerliğe bakmak gerekirse rüyalar genel olarak haz duygusuna yönelen rüyalar, endişeye neden olan rüyalar ve cezalandırma rüyaları olarak farklı kategorilerde sınıflandırılabilir.

Haz duygusuna yönelen rüyalar, “ruhsal yapının bütün unsurlarını, yani hem

id, hem ego, hem de süperegoyu” (Cebeci, 2009: 309) tatmin eder. Endişeye neden

olan rüyalarda, bu unsurlardan en az bir tanesi rahatsız olur. Cezalandırma rüyalarında ise “özellikle ‘takıntılı’ (obsesif-kompülsif) karakterlerde rastlanan ve

süperegodan kaynaklanan bir cezalandırılma isteğini tatmin etmeye” (Cebeci, 2009: 309) dönük yönelim söz konusudur. Rüyaların sınıflandırılmasında kullanılan bu üç

kategori, edebi türler için de kullanılabilir. Dürtülerin serbestçe boşalmasına yönelen sanat formalarının hazza yönelen rüyalara benzetilebileceğini söyleyen Oğuz Cebeci şöyle bir karşılaştırma yapar:

“Örneğin, komedide, sadistik dürtülerin tatmin olduğu ve ruhsal yapının diğer unsurlarından gelen bir itirazla karşılaşılmadığı söylenebilir. Burada, terapi sırasında yapılmış ‘yerinde’ bir yorumun, bazen şiddetli bir gülme tepkisiyle karşılanması olgusunda da görülen bir mekanizmanın çalıştığını söyleyebiliriz. Sözü edilen durumda, muhtemelen saldırganlıkla ilgili yasak bir düşünce üzerindeki

67

baskılama aniden kalkmakta ve birikmiş gerginlik açığa çıkmaktadır.” (Cebeci, 2009: 310)

Terapi ya da rüya yorumu sırasında idden ya da bilinçdışından gelen materyalin, egoya ya da bilinç alanına girmesini engellemeye dönük bir direnç söz konusu olur. Aynı mekanizma edebiyat yapıtının anlaşılması ve değerlendirilmesi açısından ele alındığında, yazarın yazma esnasında ya da okuma süreci içinde okuyucunun okuduğu şeyi anlamaya karşı benzer bir direnç gösterdiği söylenebilir. Okuyucu açısından direncin nedenlerinden biri, “(…) yazarın bilinçaltı fantezisinin,

okuyucunun ruhsal dünyasında şiddetli bir tepkiye yol açması olasılığı karşısında, önlem almak gereksinimidir.” (Cebeci, 2009: 313) Başka bir açıdan

karşılaştırıldığında; rüyayı gündelik hayatın mantığına, düşünme tarzına yaklaştırmaya ve ondan anlaşılır bir hikaye çıkarmaya çalışan bir mekanizma olan ikincil revizyon ve ego müdahalesinin daha fazla devrede olması nedeniyle rüyalara oranla sanat yapıtları daha kontrollüdür.

Edebî metinde kontrolü biçime ilişkin unsurlar sağlar. “‘Biçim’ ikincil

revizyonun ve bilinçli ego süreçlerinin müdahalesiyle, ‘içerik’i ve dolayısıyla okuyucunun tepkisini kontrol altına alır.” (Cebeci, 2009: 313) Bazı türlerde bu

kontrol, zayıf olduğu için okuyucunun tepkisi şiddetli olur. Romantik ve melodramatik yapıtlar buna örnek gösterilebilir. Yapıt karşısında duygusal dengenin bozulması, aşırı tepkiye neden olur. Bu durum, tıpkı endişe rüyaları ve kâbuslarında olduğu gibi bir travmanın tekrarına neden olabilir ya da yinelenen rüyalarda olduğu gibi “tekrar yoluyla kontrol sağlama ve mazoşistik bir tatmin elde etme” (Cebeci,

2009: 314) aracı haline gelebilir.

Düşler, edebî metin kadar bütüncül bir yapıyla ortaya çıkmaz. Ego kontrolünün fazla olduğu edebî yapıtlarda, bütünlüğü sağlayan kurgu ögesi, rüyada ikincil revizyon adı verilen mekanizmaya karşılık gelir. İkincil revizyonun varlığına karşın düşte ego kontrolünün bulunmaması, onun bütünlük ve tutarlılık açısından genellikle zayıf olmasına, saçma duygusu uyandıracak mantık ve gerçeklik hataları bulundurmasına sebep olur. Düşteki bu tutarsız yapıdan hareketle “saçma” (absürt) türünün özellikleriyle ilgili fikir yürütülebilir. (Cebeci, 2009: 315)

68

Absürt türünde, okuyucunun dikkati forma ilişkin unsurlara yani formel tutarsızlıklara çekilerek içeriğin gizlenmesi söz konusudur. Cebeci, “(…) absürd

sanat rüya gibi yoğun bir duygusal içerikle doludur; biçimsel olarak tıpkı rüya gibi yeterli kontrolden uzaktır, asıl içeriğin gizlenmesi başarıldıktan sonra tutarlılığa önem verilmemiş, biçim kusurlu bırakılmıştır.” (Cebeci, 2009: 315) der. Diğer

taraftan absürt sanat yapıtının yoğun bir ego kontrolünde gerçekleştirildiği de söylenebilir. Benzer biçimde, şiir de daha çok form özellikleriyle ön plana çıkan bir türdür. Bu açıdan bakıldığında, şiirde de dikkatin form özelliklerine çekilmesi yoluyla içerikten uzaklaştırılması söz konusudur. Öte taraftan eğer bu yolla duygusal içerik tamamen baskılanırsa okuyucunun zevk almaması gibi bir sorun çıkar ortaya.

Düş ve edebî yapıt arasındaki bağlantıları teknik bir yaklaşımla ortaya koyan E. F. Sharpe’a göre düş, “bilinenin içinde üstü örtük olarak bulunan bilinmeyen”i (Cebeci, 2009: 314) ortaya çıkarır. Bu doğrultuda analistin amacı, bilinçdışında bulunan “bilinmeyen”i, “bilinen”de ima edilmiş unsurlar aracılığıyla anlaşılır kılmaktır. Sharpe, rüyayı oluşturan mekanizmaların şiir dilinin özelliklerinden yararlanarak çözümlenebileceğini savunur. Ona göre eleştirmenlerin şiirleri analiz ederek buldukları şiir dili kuralları ile Freud’un bulduğu rüya oluşumuna ilişkin ilkeler birçok bakımdan benzerdir. Örneğin düşün oluşumunda kullanılan yoğunlaştırma ve yer değiştirme mekanizmaları, şiir dilinde sıkça kullanılan metafor ve metonimi kavramına karşılık gelir. Sadece rüyalarda değil; bilinçdışı ve bilinçli bütün zihinsel faaliyetler üzerinde etkili olan yoğunlaşma mekanizması, “(…) gizil

düşüncelerin, anı ve fantezilerin tek bir somut imge ile ifade edilmesi anlamına gelir.” (Cebeci, 2009: 320) Yer değiştirme mekanizması ise, değerlerin yer

değiştirmesi olarak tanımlanabilir. Gizil rüya açısından önemli olmayan bir unsurun açık rüyada öne çıkması ya da açık rüyanın çok önemsiz bir unsurunun gizil rüyanın çok önemli bir unsurunu temsil ediyor olması yer değiştirmeye bir örnektir.

Sharpe’a göre şiir dili araçları içinde en yalın olanı “basit benzetme”dir. (Cebeci, 2009: 317) İki farklı şey arasında, ortak bir özellik aracılığıyla özdeşlik ilişkisi kurmaya hizmet eder; bunu yapmak için de “gibi” kullanılır. “Gibi” sözcüğünün devreden çıkarılmasıyla “basit benzetme”nin bir adım ilerisi olan metafora gidilir. “Kişisel metafor” kavramını ortaya atan Sharpe, bunu, “kişisel

69

olmayan bir nesnenin kişisel bir ilişki ile yüklendiği durumlar” (Cebeci, 2009: 317)

olarak tanımlar. Metonomi, üzerinde durduğu bir diğer şiir dili terimidir. Ad aktarması, mecaz-ı mürsel, terimine karşılık olarak düşünülebilecek metonomi, bir şeyle bazen normal bazen de tesadüfî bir bağlantı içinde bulunan bir ismin o şeyi göstermek için kullanılmasıdır. Metonomi, hem ifadede ekonomiye olanak verir hem de görsel bir imge oluşturur. Metonomiye yakın bir kavram olan “sinekdoki”

(Cebeci, 2009: 315) parçanın bütünün yerine geçtiği bir edebiyat tekniğidir.

Düşte ortaya çıkan fantezilerde olduğu gibi edebiyat yapıtında da bilinçdışı fanteziler vardır ve bu fanteziler, çoğunlukla çocukluk dönemine ilişkin deneyimlerle ilişkilidir. Cecily de Monchaux’a göre “(…) rüya travmatik nitelikteki duygusal bir

deneyim üzerinde hâkimiyet kurmak ya da ruhsal yapının içine düştüğü dağılma durumunu düzeltmek üzere geçici bir süre için yaşanan bir tür gerileme haldir.” (Cebeci, 2009: 324) Yinelenen düşler, devam etmekte olan ve çözümlenmemiş bir

ruhsal çatışmayı gösterir. Buradan hareketle yapıtlarında tekrarlanan temaların ve laytmotiflerin de benzer bir biçimde yazarın çözümlenmemiş sorunlarını yansıttığı sonucuna ulaşılabilir. Bu sorunlar, okuyucuda yankı bulduğu ölçüde yapıt başarılı sayılır.

Düşler üzerinde Freud’dan farklı yöntemlerle çalışmalar yapan Jung, rüyaları bilinçdışının normal ve yaratıcı bir etkinliği olarak görür. Ona göre düşler, çeşitli nedenlerle bozulabilen psikolojik dengeyi yeniden kurma işlevi görür. Jung; Freud’un “rüyaların asıl olarak çocukluk dönemine ilişkin cinsel isteklerle ilişkili

olduğu görüşü”ne (Cebeci, 2009: 325) katılmaz. Rüya, geçmişten çok mevcut durum

hakkında bilgi verir. Jung, sembollerin yapısı ve kullanımı konusunda da Freud’dan ayrılır. Birçok sembolün kolektif özellikte olduğunu ve bu sembollerin ortak bilinçdışının arketipleri olarak görülmesi gerektiğini savunur.

Jung’a göre düşte “bir sahnenin değişmesi, bir düşünceye ilişkin temsili bir

göstergenin doruğa ulaşması” (Cebeci, 2009: 335) anlamını taşır. Bu durum,

epizotlardan oluşan yapıtların anlaşılması açısından yararlı olduğu gibi neden bazı yapıtların epizotlar halinde yazıldığını da açıklar. Jung, rüyayı bir tiyatro olarak değerlendirir. Bu tiyatroda, rüyayı gören bütün rollere ve izleyicinin pozisyonuna da sahiptir. Bu açıdan, rüya belirli bir mekâna, ana kahramanların ortaya çıkışına ve

70

zamanın kullanımına ilişkin özellikler taşır. Rüyalarda ortaya çıkan arketiplerin analitik bir biçimde kullanılması sonucunda sanat ya da edebiyat eleştirisinde verimli sonuçlar elde edilebilir. Jungcu rüya anlayışına ait çeşitli kavramlar vardır. Örneğin ayna imgesi, “zihnin bir sembolü olmasının yanı sıra, hem narsisizmin, hem de bilinç

alanında belirmeye hazırlanan unsurların bir göstergesi”dir. (Cebeci, 2009: 335)

Melanie Klein’ın düşüncelerinden etkilenen nesne ilişkileri kuramı yazarları, Freud’un geliştirdiği rüya kuramını bir ölçüde dönüşüme uğratmışlardır. Kleincı yaklaşımın en önemli temsilcilerinden sayılan Hanna Segal göre düşün üslubu düş görenin kişiliğini yansıtır. Üslubu yaratan ise “kişinin kurmuş olduğu nesne ilişkileri,

endişe ve korkularla bunlara ilişkin savunmalar”dır. (Cebeci, 2009: 338) Düş

bilinçdışı bir fantezinin işlenmesini ve ifade edilmesini sağlayan bir yöntemdir. Sanat yapıtı için de benzer durum geçerlidir. Nasıl ki düşler kişinin psikolojik yapılanmasını gösteriyorsa edebî yapıtlar da yazarın iç dünyasının ana motiflerini ve bunları belirleyen unsurları gösterir. Bir yazarın hangi konulara yöneldiği meselesi, iç dünyasının gerekleriyle ilgilidir. Kleincı kurama göre düşün işlevi, bilinçdışı ile bilinç arasında iletişim kurma diğer bir deyişle ruhsal dünyanın kendi unsurları arasında iletişim sağlamaktır. Bir başka işlevi ise “istemeyen bir içerik”i (Cebeci, 2009: 342) ruhsal yapının dışına atarak başka türlü başa çıkılamayan unsurlardan kurtulmaya hizmet etmektir.

Benlik psikolojisi ekolü doğrultusunda düşlerle ilgili görüşler öne süren R. D. Stolorow ve G. E. Arwood’a göre “(…) rüya imgelerinin işlevi, rüya görenin

benliğine ilişkin kurucu unsurların sağlamlaştırılmasıdır.” (Cebeci, 2009: 344)

Rüyanın bu benliği koruma işlevi, dürtü gereksinimlerine ilişkin istekleri karşılama ya da çatışan istekler arasında bir ara duruma olanak sağlama işlevlerinden daha önemlidir. Psikanalitik araştırmanın ana konusun kişinin yaşam deneyimlerini oluşturan yapılar ve bu yapıların oluşumunu açıklamak olarak gören Stolorow ve Atwood, bu doğrultuda “temsili dünya” (Cebeci, 2009: 345) kavramını öne sürmüştür. Buna göre “ (…) kişinin zihninde, kendisine ve benlik nesnelerine ait

temsili imgelerin, birbirine göre aldıkları özel konumla belirlenen bir ‘biçimlenme’ vardır.” (Cebeci, 2009: 345) Kişinin yaşam deneyimleri, bu biçimlenme içinde

71

perspektifinden bakılırsa, edebî metnin de temsili bir dünya kurduğu ve bu temsili yapının anlaşılması yoluyla yazarın da anlaşılabileceği sonucuna varılabilir. (Cebeci, 2009: 345)

D. Anzieu’nin düşlerle ilgili öne sürdüğü düşünceler dikkat çekicidir. Ona göre gün boyu yaşanan olaylar egoda hasara neden olur. Rüyanın işlevi, bu deliklerin onarılmasını sağlamaktır. Gerek günün olayları gerekse kendi iç dinamiklerinin getirdiği yüklerin altında bulunan egonun zaman zaman kendisinden diğer bir deyişle gerçeklik ilkesinden uzaklaşmaya ihtiyacı vardır. Oyun oynama, hayal kurma ve genel olarak hayal gücünün devrede olduğu bütün eylemler, bir yönüyle bu gereksinimi karşılamaya yöneliktir. “Yani rüyalar kadar diğer hayal gücü

faaliyetleri, özellikle de sanatsal-yazınsal etkinlikler, egonun uğradığı hasarı gidermeye, bunun da ötesine geçerek, egonun gelişmesine (…)” (Cebeci, 2009: 346) yarar.

Rüya alanı bir başka ifadeyle egonun gerçeklik ilkesinden uzaklaşarak dinlendiği imgelem alanı ve bu alan içinde ortaya çıkan oyun ve sanatsal yaratıcılık gibi etkinlikler, aynı zamanda egoyu sarıp sarmalayan, böylece dağılmasını engelleyen koruyucu yapı oluşturur. Düşün ruhsal yapının uğradığı hasarı gösteren ve onu tedaviye yönelen bir amaç doğrultusunda işlediği görüşünden hareketle oyun ve yaratıcı faaliyetlerde de kişinin kendisi için travmatik olan olayları ele aldığı ve bu olaylar üzerinde hâkimiyet sağlamaya yöneldiği söylenebilir. Oğuz Cebeci’ye göre bu durum, yazarların neden çoğunlukla belirli temalar çevresinde döndüğü konusuna da ışık tutar. Eğer bir sanatçı ciddi tematik değişiklikler yapabiliyorsa bu, “onun

ruhsal sorunlarına ilişkin önceliğinin değiştiği”ni (Cebeci, 2009: 346) ya da

gelişimsel açıdan bir diğer evreye geçildiğinin göstergesi olabilir. Buna rağmen egosunun uğradığı zararın onarılamaz nitelikte olabileceği de göz önünde