• Sonuç bulunamadı

Kadere Dönüşen Sürgün

1. KONU

2.2. İKİNCİ YENİ ŞİİRİ VE PSİKANALİZ

3.1.1. Kadere Dönüşen Sürgün

Cemal Süreya’nın yaşamında, ayrılık ve onun beraberinde getirdiği kayıp olgusu belirleyici bir role sahiptir. Çocukluk döneminin ilk yılarından itibaren yaşadığı ayrılıklar içsel dünyasının örgütlemesinde etkili olmuş, sonraki dönem yaşantısı ve ilişkilerine tesir etmiştir. Bunun yansımalarını şiirlerinde de görmek mümkündür. Şairin yaşadığı önemli ayrılık deneyimlerinden biri, ailesinin Erzincan’dan Bilecik’e sürgün edilmesidir. Bu olayın Süreya üzerindeki etkilerine geçmeden önce sürgün, ayrılık olgularının insanda yaratığı psikolojik süreçlere bakmak gerekirse; bir yeri terk etmek zorunda kalmak, “(…) koşullar en uygun

olduğunda dahi travmatiktir ve hüzün sürecini (Trauerprozess) beraberinde getirir.” (Altzınger, 2014: 77) Bu zorlu ve bir o kadar da karmaşık süreç, kişinin benliğinde

anlamlı ve derin izler bırakır. Sürgün edilmek kişiyi sevdiklerini, alıştıklarını geride bırakmayı içeren göç olgusundan daha zorlu koşullarla karşı karşıya getirir.

129

Sürgün, kendini güvende hissettiği ortamdan, kimi zaman gitmeye hazırlanma olanağı dahi olmadan, sevdiklerine veda edemeden gitmek zorunda kalır. Terk etmek zorunda kaldıklarını belki de bir daha hiç görmeyecektir. Köklerinden koparak belirsiz bir geleceğe doğru yönünü çevirir. Sürgünün kişilik yapısı, karşısına çıkan yeni koşullar ve değişikliklerin üstesinden gelebilecek güçte ise içine girdiği psikolojik süreçte çok derin yaralar almayabilir. Fakat yaşadığı her halükarda etkisi uzun süre devam edecek bir travmadır. (Altzınger, 2014: 78)

Kayıp, ayrılık, yas ve yaratım dinamiklerini içeren sürgün kavramı, sadece sosyo-politik düzlemde ele alınmayacak kadar geniş bir çağrışım alanını kapsar. Sürgünü ruhsal düzlemde değerlendiren Yolanda Gampel, “sınırların kategorilerini

gözler önüne seren vazgeçilmez bir hareketi başlatan zorunlu bir şiddet” (Gampel, 2014: 49) der sürgün için. İçeri-dışarı, önce-sonra, ben-öteki, güçlü-güçsüz ayrımını

dayatır. Gampel’e göre günlük yaşamda her değişim, bedeni ve kimliği sınayan bir krizdir. Kişide iki taraflı bir tekinsizlik, endişe verici bir yabancılık uyandırır. Bunlardan biri, farklılık sebebiyle ötekine yabancılık diğeri kendindeki bilinmeyenler sebebiyle kendine yabancılık.

Ayrılık deneyimi çerçevesinde bakıldığında doğum, ilk kopuş tecrübesidir. Bunu, anneyle yaşanan sembiyotik ilişkinin ardından gelen uzaklaşma takip eder. Margaret Mahler doğum ile üç yaş arasındaki süreci kapsayan dönem için “bireyin

psikolojik doğum”u (Altzınger, 2014: 79) adlandırmasını yapar. Dönem boyunca

bebek bir yandan anneden uzaklaşmak, kendi gücünü hissetmek isterken diğer yandan anneden uzaklaşırsa onu kaybetmekten korkar. Gelişme olumlu olduğunda, çocuk içinde bulunduğu dönemi, anne ve babasının yardımıyla kavramaya başlayıp içindeki sonsuz tümgüçlü duygudan uzaklaşır; gerçeklik ilkesini kabullenmeye başlar. Süreç sonunda ise kendisine ve annesine ilişkin resimler, iç dünyasında süreklilik kazanmaya başlamış olduğu için başka bir deyişle onları içselleştirmeye başladığı için ayrı kalma durumunda kendini çaresiz ve yalnız hissetmez. (Altzınger, 2014: 79-80)

Oedipus karmaşası ve latent dönemden sonra gelen ergenlik, ikinci bir ayrılık evresidir. Bu dönem, “içselleştirilmiş olan nesneden, bağımsız hale gelme süreci”ni (Altzınger, 2014: 81) içerir. Freud’a göre yetişkin olmak, “çocukluktaki her şeyin

130

mümkün olabileceği sanılan masalsı dünya”dan (Altzınger, 2014: 82) ayrılmaktır,

güven hissettiren sembiyotik birliktelikten vazgeçmektir.

Çocuklukta ve ergenlikte yaşanan ayrılma deneyimi, göç ve sürgün durumlarında kendini tekrarlar. Böyle bir durumda her şeyi yeniden kurmak, yapılandırmak gerekir diğer bir deyişle kişi, kendisini ve dünyayı yeniden tanımlayabileceği yeni bir dil bulmak zorundadır. Fatma Altzınger’e göre geçmişteki bu evrelerden yeniden geçmek zorunda olmakla birlikte daha zorlu bir süreçten geçen sürgünün “ (…) geri gidebileceği, oradan güç alarak geri gelebileceği bir yer

yoktur.” (Altzınger, 2014: 82) Bu nedenle travmayla yaşamayı öğrenmek zorundadır.

Çocukluğunda makul bir gelişim süreci yaşamışsa bu tramvayla yaşamak daha kolay olabilir. Fakat bu süreç, olumsuz geçmişse terk ettiği ya da ayrılmak zorunda kaldığı nesnenin gölgesinden kurtulamaz.

Altzınger acı, utanç ve suçluluk duygusuyla yaşamayı öğrenmek zorunda olan sürgünün ancak “yaratıcı bir yol/yöntem bulunduğunda kendisini dağılmaktan

kurtarabil”eceğinin (Altzınger, 2014: 90) altını çizer. Ya travmaya kilitlenip onun

karanlığında yok olacaktır ya da yaratıcı bir yol bulup bu duyguyla ve bu duyguya rağmen kendini gerçekleştirecektir. Sürgün edilen kişi, “travmatik olanla kendisi

arasında yaratıcı bir yol keşfettiğinde” (Altzınger, 2014: 91) hareket edebileceği bir

alan yaratabilir. Bunu başardığında, geri dönüşü olmayan kayıplarının acısına rağmen yeniden gülmeyi öğrenir. Kaybettiklerinin gölgesi sürgünün önünü görmesini engellemez ancak fonda buruk bir sızı kendini hissettirir hep.

Cemal Süreya, 1931 yılında Erzincan’da doğar. Süreya’nın ailesi, şehrin hatırı sayılır varlıklı aileleri arasında yer alır. Ataerkil bir düzenin sürdüğü ailede, büyükanne Hatice Hanım, kocası öldükten sonra mallarını oğulları arasında paylaştırır. Büyükbaba Kamer Bey’in yerini ailenin tek okumuşu, idadi mezunu amca Memo alır. Memo ve kardeşi Hüseyin -Süreya’nın babası- nakliyeciliğe başlarlar. O zamanlar Erzincan’da çok az aile motorlu araca sahiptir. İstanbul’a gide gele büyük kent görgüsü kazanmış olan Hüseyin, giyimine kuşamına dikkat eden yakışıklı bir adamdır. Nüfus kaydındaki adı Güllü olan şairin annesi Gülbeyaz ise Erzincan’ın Karatuş köyündendir. Annesini küçük yaşta kaybetmiş, babası da Çanakkale’de şehit düşmüş olan Gülbeyaz’ı kardeşleri ve amcaları büyütmüştür.

131

Şoförlük yapan Hüseyin, yollarda gidip gelirken Gülbeyaz’a âşık olur ve amca Memo’yla onu kaçırır. Evliliklerinden, önce Cemalettin yani Cemal Süreya ardından sırasıyla Kemal, Perihan ve Ayten olur. (Perinçek ve Durel, 2008: 17-18-19)

Kardeşi Kemal, Süreya dört yaşındayken ölür. Bu ölüm, şairin yaşadığı ilk kayıp, ayırılık deneyimi olarak görülebilir. Cemal Süreya, günlüğünde bu ölümden şöyle bahseder:

“Dört yaşındaydım. Bir yaşındaki kardeşim Kemal ölmüş. Babam kollarındaki bir yastığın üstünde taşıyor onu. Ardında bir kalabalık. Ağır ağır ilerliyorlar. Ben penceredeyim. Kış.” (Süreya, 1996: 26)

Kendisinden sonra gelen bu erkek kardeşin ölümü, Süreya’nın çocuk bilincinde suçluluk hissi yaratmış olabilir. Annenin ve onun tüm sevgisinin sahibi olmak isteyen çocuk, diğer kardeşlerle onu paylaşmak istemez. Kimi zaman olumsuz davranışlarla ifade bulan küçük kardeşe olan kıskançlık, çocuğun bilinçdışında sevgi ve suçluluk duygularının iç içe geçtiği büyük bir çatışma yaratır. Bu kaybın şairin belleğindeki izlerine, “Bir Kış” şiirinde rastlanılır. Şiir, günlüğünde yazdığı o günden aklında kalanlarla ilgili imajlar içerir:

“Bir kış göğü gibi o saat alçalır ölüm, Yalnız işitme duyusu kalır ortada. (…)” (Süreya, 2008: 257)

“Ailem çok güzel bir aileydi.” (Perinçek ve Durel, 2008: 20) diyen Cemal

Süreya altı yaşına kadar annesi, babası, kardeşleri, halası, amcaları ve babaannesiyle mutlu bir çocukluk geçirir. Feyza Perinçek ve Nursel Duruel, Cemal Süreya Şairin

Hayatı Şiire Dahil kitabında, onun evdeki ayrıcalıklı konumu üzerinde durur. Şairin

özellikle babaannesinin ve büyük amcası Memo’nun gözünde ayrıcalıklı bir yeri vardır. Geleneklerden ötürü erkekler ve kadınlar için ayrı kurulan sofrada, onun yeri amcası Memo’nun yanıdır. Ailenin soyadını sürdürecek ilk erkek çocuk olarak yaşının üstünde yetkilerle donatılır. Kız kardeşi, hatta amca çocukları doğduğunda,

132

adlarını o verir. (Perinçek ve Durel, 2008: 20-21) Ailedeki bu ayrıcalıklı konumu, şairin çocuk benliğinin narsisistik yönünün güçlenmesinde etkilidir.

Ailesinin Bilecik’e sürgün edilmesi, çocukluk yıllarında yaşadığı önemli olaylardan biridir. Aile, Şeyh Sait Ayaklanması’ndan sonra çıkarılan Yasak Bölgeler Kanunu’yla yaşadıkları yerlerden Orta ve Batı Anadolu’ya yerleştirilen kişiler arasında yer alır. Daha sonra kısaltılmış olmakla birlikte zorunlu ikamet süreleri 20 yıldır. (Perinçek ve Durel, 2008: 23) Bu göç şairin çocuk ruhunda büyük bir etki yaratmıştır. Sonrasında bütün hayatını etkileyecek, şiirini besleyecek bir dönemin başlangıcıdır. Eşi Zuhal Tekkanat’a yazdığı bir mektupta sürgün yolculuğunu şöyle anlatır:

“Bizi bir kamyona doldurdular.

Tüfekli iki erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu. Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler. Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki. Annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü.” (Süreya, 2014: 85)

Sosyo-politik bir yükle yola çıkan ailenin göç yolculuğu, travmatik koşullarda geçer. Şair, çocuk bilinciyle bu ayrılığı tam olarak algılayamasa da anıya korku ve endişe duygularının hâkim olduğu görülür. Anne ve babasının doğup büyüdükleri yerden başka bir yerde ölmüş olmaları, sürgün olmanın verdiği içsel ıstırabı arttırır. Bu olayın bilinçdışında yarattığı kaybetme kaygısı, şairin sevdikleriyle ilişkisinde kendini hissettirir. Eşine, aynı mektupta “Memo’ya ve sana duyduğum sevgide bu

ölümleri de, bu öksüzlükleri de değerlendirmelisin.” (Süreya, 2014: 85) der.

Bilinçdışında varlığını sürdüren bu korku, sevdikleriyle ilişkisini hep ayrılıkla tehdit eder.

Şairin yolculukla ilgili hatırladığı bir diğer anı, sürgünün yarattığı olumsuz ruhsal süreçle nasıl baş ettiği ile ilgili ipuçları taşır. Çevresindekilere gülerek anlattığı bu olayı, Perinçek ve Durel şöyle aktarır:

133

“Cemalettin sıkışmış. Yük vagonunda yüznumara yok, kaçırdı kaçıracak. Tren bir ara yavaşlıyor, durur gibi oluyor. Fırsat bu fırsat, atlıyor aşağıya. Çişini yapıyor ama o daha toparlanmadan kalkıyor tren. Babası can havliyle yakalayıp çekiyor onu içeriye. Bir yandan da kıçına kıçına vuruyor, bir yandan da öpüyor oğlunu.” (Perinçek ve Durel, 2008: 24)

Belleğindeki bu anıyla Süreya, sürgün edilişin olumsuz etkilerini şakaya vurarak hafifletir. Şiirlerinde humor şekilde beliren bu tavır, acı karşısında bulduğu bir çıkış yolu gibidir. Gitmek zorunda olmanın sürgün üzerinde yarattığı varlıksal pasiflik, reddedilmişlikle bu yolla baş eder. Bu durumu, Freud’un “Yas ve Melankoli” yazısında öne sürdüğü görüşler doğrultusunda değerlendirmek gerekirse şair ayrılık olgusunu, kişiyi benlik boşalmasıyla karşı karşıya getiren melankoli hali içinde değil; acının üstesinden gelmek için içinde umut barındıran yas süreci dâhilinde yaşamıştır denilebilir.

Freud ayrılık, kayıp karşısındaki ruhsal süreci yas ve melankoli adları altında ikiye ayırmıştır. Ona göre melankolide kişi nesne kaybı karşısında “(…) ruhsal

olarak derin bir acı içerisindedir, dış dünyayla bağlantısı kopar, sanki sevme yeteneğini kaybetmiştir.” (Altzınger, 2014: 83) İçinde bulunduğu durumdan

kendisini suçlar. Suçlamalar ve cezalandırmalar gerçeklerle örtüşmeyecek boyutlara ulaşır. Yas sürecinde de insan kısmen benzer duygular içerisinde olur fakat kişi kaybettiği şeyden kendini sorumlu tutup kendisini değersizleştirmez. Melankolide, kaybedilen konusunda bilinçlilik durumu yoktur; yasta ise kişi neyi, kimi kaybettiğini ve bunun ona ne ifade ettiğinin farkındadır. “Melankolik derin bir acının

içindedir, boşluğa düşmüştür ve nedenini anlayamaz, melankoliğin benliği tehdit altındadır.” (Altzınger, 2014: 83) Yasta sevilen kişinin kaybıyla dünya boşalır,

zavallılaşır melankolide ise benlik boşalır ve zavallılaşır.

Cemal Süreya’nın iç dünyasında, dinamizmini hep koruyan karmaşık bir süreci başlatan sürgün, melankolinin patolojik ruhu dâhilinde değil içinde yenilenmeyi ve umudu barındıran bir yas duygusu içinde yaşanmıştır. Şairin gülerek anlattığı sürgün anısı, bu olayın iç dünyasında yarattığı ve aynı zamanda şiirine de yansıyan başka bir duruma işaret eder. Onun şiiriyle ilgili yaptığı şu değerlendirmeye bakmak gerekirse,

134

“Gülümsemeyle hüzün yan yana gider benim şiirimde…

Özgürlük ve kendine güven durumu beni hep lirizme, sıkıntı ve bunalım ise hep humour’a atmış.

Küfürden kaçma girişimimin yarattığı bir şeydir belki de bende humour. Çocukluk günlerimi düşündüğümde, böyle bir olay vardı gibi geliyor. Bir şeyi aşağılanmaktan kurtarma. İşi şakaya vurma.” (Perinçek ve Durel, 2008: 24)

Şiirlerindeki humor, alaycı tavır benliğin acı karşısında kendini özgürleştirme yollarından biridir. Kayıp ya da ayrılığın üstesinden gelmeye yarayan bu tavır, diğer bir taraftan yadsıma, kabullenememe durumunu akla getirir. Şairin şiirlerinde zıt duyguların yan yana olması ya da ani duygu geçişleri de bu çerçevede düşünülebilir.

Aile, zorlu yolculuktan sonra Bilecik’e varır. Süreya, sürgünün altıncı ayında annesi Gülbeyaz’ı kaybeder. Yirmi üç yaşındaki annesi düşük yapmış, kanaması durdurulamamıştır. (Perinçek ve Durel, 2008: 26) Annesini kaybettiğinde yedi yaşında olan sanatçı için bu kayıp, ikinci bir sürgündür. Annenin varlığının hissettirdiği korunaklılık ve güven kaybedilmiştir.

Kişinin içsel gelişiminin yapılanma biçimi, kayıp olgusunun üstesinden nasıl gelebileceğini belirler. Nesneyle kurulan ilk dönem ilişkiler, makul bir gelişim düzeyinde ise kayıp, özne üzerinde patolojik bir etki yaratmaz. İnsan başlangıçta

“(…) o kişiye ilişkin libidinal duygularını o kişiden/nesneden koparmakta zorlanır, onun artık olmadığını kabul etmek istemez, fakat zamanla kaybettiği kişiye/nesneye ait sevgiyi içinde taşımayı öğrenerek, yeniden dış dünyaya yönelir.”(Altzıger, 2014: 83) Şairin kayıpla başa çıkmış olması, yaşamının ilk dönemlerinde sevilen nesneden

ayrı kalabilme ve sembolizasyon sürecini başarılı geçirdiğini gösterir.

Oğlunun öğrenimini büyük kentte yapmasını isteyen babası, Süreya’yı İstanbul’a halası Fatma’nın yanına okumaya gönderir. Ailesinden ayrılan şair; sevdiklerinden, alışmaya başladığı Bilecik’ten yeni, yabancı bir çevreye gider. Kendisini halasının evinde bir yük gibi görür. Halasının oğlu ile birlikte okula gider. Halasının verdiği harçlık az ve koyduğu yemekler özensizdir. (Perinçek ve Durel,

135

2008: 28) Okul hayatındaki başarısı düşünüldüğünde, bu olumsuzluklara rağmen şairin yüceltme mekanizmasının başarılı bir şekilde işlediği söylenebilir.

İstanbul’dayken içinde, kaçak olduğunun anlaşılıp tekrar Bilecik’e gönderilme korkusu vardır. Babası ondan bir yıl sonra büyükannesi ve kız kardeşlerini gönderir, üç yıl sonra da iş bulup kendisi de İstanbul’a gelir. Fakat kaçak oldukları tespit edilip tekrar Bilecik’e gönderilirler. Cemal Süreya bu olayı şöyle anlatır:

“Bir akşam eve polis geldi. Hepimizi alıp Emniyet Müdürlüğü’ne (Sansaryan Han) götürdüler. Bir gece orada kaldık. O sıra, küçük kız kardeşim daha beş yaşında. Büyükannem ise en az altmış beş. Kafese konulmuş, saçı sakalı uzun dev bir adam anımsıyorum. Tahta sıranın üzerinde uyumuştuk. Kadınlar kavga çıkarmışlardı. Ertesi gün jandarma refakatinde sürgün yurdumuz olan Bilecik’e posta edildik.” (Süreya, 1996: 300)

Bu olay yaşandığında on bir yaşında olan şair için sürgünlük hissi hep canlıdır. Altzınger, sürgün edilen yetişkinlerin çocuklarının utanma, şüphe ve suçluluk duyguları içinde büyüdüğünü belirtir. Altzınger’in bu konuda söylediği şu sözler, sürgün olma hissinin şairin çocuk bilincindeki etkisini anlamaya yardımcı olacaktır:

“Neyin iyi neyin kötü olduğunu bilemez. Ödipal kıskançlık, rekabet duygusu üstesinden gelinemeyecek bir duruma gelebilir. Kastrasyon korkusu ve suçluluk duygularıyla göç süreci daha karmaşık ve ağır bir yük haline geliverir. Çocuk hem ailesinin içinde bulunduğu durumun, hem de kendi kayıplarının sonuçlarını yaşamaktadır, ve yalnız kalmıştır bu arayışında.” (Altzınger, 2014: 90-91)

Devam eden okul yıllarında arkadaşlarından farklı olduğunun ayırdında olan Süreya, “Utanıyordum da sürgünlüğümden. Hep gizledim.”(Süreya, 1996: 300) der. Daha çok yok sayma, yadsımaya dönük bir tavır içinde olur. Fakat bir taraftan da kim oldukları aklını kurcalar. Sürgün olmanın duyumsattığı yabancılığın yönelttiği kimlik sorgulamasını günlüğünde şöyle anlatır:

136

“Şimdi çok sevdiğim sürgün sözcüğü beni allak bullak ediyordu. Bir gün büyükanneme sormuştum: ‘Neyiz biz?’ diye. Bir şey anlamadı.

‘Sürgün ne demek?’ diye yineledim. Sürgün ‘menfi’ demekmiş, ‘menfa’ya gönderilenlere ‘menfi’ denirmiş. Bir an aklıma Yavrutürk dergisindeki bir tefrika geldi. ‘Bir Göçmen Çocuğun Anıları’. Göçmen miyiz yoksa biz, diye soruyu değiştirdim.

‘Evet, işte buldun, göçmeniz biz,’ dedi. Rahatlamıştı.

Ondan sonra kendimi göçmen olarak düşündüm.” (Süreya, 1996: 300)

Sürgün olma, kişinin kendine dönük algısı, benlik tasarımı üzerinde olumsuz bir etki yaratır. Ergenlik döneminde şairin ailesi ve kendisiyle ilgili sorgulamaları artar. Memnuniyetsizliği, onu adını ve soyadını değiştirmeye iter. Ad değiştirmenin temelinde kimlikle ilgili bir sorgulamanın olduğunu söyleyen Talat Parman “Ergenin

adıyla hesaplaşması aslında anne-babası ile hesaplaşmasıdır.” (Parman, 2014: 104)

der. Şairin, “Düşün: adım Cemalettin, soyadım Seber (ki anlamı yok, herkes yanlış

anlıyor) (…)” (Perinçek ve Durel, 2008: 55) sözü bu konudaki olumsuz hissiyatını

ortaya koyar. İlkokulda başlayan bu memnuniyetsizlik lise yıllarında da devam eder. Yeni adlar arar, okulda yazdığı bir kompozisyonu Cem Süreyya diye imzalar. Adını soyadını değiştirmesi diğer bir yönüyle ona verilen kimlikten bir kopuş olarak değerlendirilebilir.

Sürgün olmanın yarattığı psikoloji, yaşamı boyunca devam eder. Şair üniversite yıllarında kantin sohbetlerine katılsa da içine kapanık ve çekingendir. Özel hayatından hiç söz etmez. Sürgünlüğü sürekli saklar. En yakın arkadaşları Hasan Basri Gültekin, Emin Bayar, Nihat Kemal Eren, Sezai Karakoç’a dahi söylemez. Ankara’da her gün birlikte olduğu Muzaffer Erdost’la kızkardeşini tanıştırmaktan kaçınır. “İfade verir gibi hep aynı şeyi söyler: Erzincanlılar o kadar.” (Perinçek ve

Durel, 2008: 77) Yalnızca kişisel planda değil, siyasal alanda da uzak durur bu

konudan.

Şairin saklamaya dönük bu tavrı, 1980’lerden sonra değişir. Yıllar sonra Şeker Fabrikası teftişi için oğlu Memo ile birlikte Erzincan’a gider. Bir dostuna

137

gönderdiği mektupta “41 yıl sonra bir ilk geliş duygusu içindeyim. Karıncalanmalar

içindeyim,” (Perinçek ve Durel, 2008: 287) der. Erzincan’la ilgili söylediği şu sözler

onun ilk çocukluk yıllarının geçtiği bu yerle nasıl bir özdeşim kurduğunu göstermesi açısından dikkat çekicidir:

“Türkiye’deki mutluluk kavramının uyandırması gereken duyguyu andırır bir yanı var Erzincan’ın; kendini toparlamayı bir türlü göze alamamış, biraz bakımsız, çok uzamış bir nişanlılık döneminin sadece trajik tatlarını bilmeye başlamış, yine de iyi niyetli ve utangaç bir doğu bahçesi… Yahu bu biraz da benim tanımım olmuyor mu?” (Perinçek ve Durel, 2008: 287)

Yaşattığı zorluklarla birlikte sürgün edilmek başka bir açıdan yeniden doğumu sembolize eder. Tarihe ya da mitolojik anlatılara bakıldığında, insanın hep bir yerleri terk etmek zorunda kaldığı görülür. Adem ile Havva’nın cennetten kovulması insanın ilk sürgün deneyimidir. Yasaklanan ağacın meyvesinden yemeleriyle başlar sürgünlükleri. Yasağı çiğnemekle iyi ve kötünün ayırdına varan insanın bu ilk bilgisinin beraberinde suçluluk duygusu vardır. Çünkü cennetten kovuluşla ideal olan kaybedilmiştir. İçinde duyduğu acıyla birlikte hayatını idame edilebilmesi ve soyunun devamını olanaklı kılabilmek için insanın mücadele etmesi gerekir. Altzınger’e göre benzer motifler Oedipus mitinde de vardır. Freud, Oedipus miti dolayımında “(…) cinselliğin, insan hayatında oynadığı rolü, sevgi, aşk, nefret,

kıskançlık ve rekabet duygularının anlamlarını göstermiştir.” (Altzınger, 2014: 86)

Bu mitler, insanın içine düştüğü zor durumu ve bu acının üstesinden gelebilme sürecini anlatır.

Cemal Süreya’nın yaşadığı sürgün ve ayrılıklar, doğum ve gelişim metaforu çerçevesinde yorumlanabilir. Şairin “Kişne Kirazını ve Göç, Mevsim” şiirinde geçen şu dizelere bakmak gerekirse,

“(…)

Ben bir yük vagonunda açtım gözlerimi, Firavun’un ekinlerini yöneten Yusuf da

138

Arkadan yırtılmış gömleğiyle Kanatları dökülmüş kuşa benzerdi. (…)” (Süreya, 2008: 81)

İlk dizede, “yük vagonu” tamlaması, çocukluğundaki sürgün yolculuğuna; “gözlerini açmak” eylemi ise ayrılıkla beraber gelen uyanışa işaret eder. Şair, Hz. Yusuf ve kendisi arasında bir bağ kurar. Kıssaya göre Hz. Yusuf, Hz. Yakup’un on iki oğlu içinde en sevdiğidir. Hz. Yusuf’u kıskanan kardeşleri onu bir kuyuya atar. Babasından ayrılması, peygamberin hikâyesinin başlangıcı olur. Bir kervana köle olarak satılan Hz. Yusuf, Mısır’a gider. Burada Mısır azizinin karısı Züleyha tarafından satın alınır. Ergenlik yaşına gelince Züleyha ona âşık olur. Bir gün Hz. Yusuf’un odasına girer, Hz. Yusuf ondan kaçarken arkadan gömleğini yırtar. Zindana konulan Hz. Yusuf, orada iki kölenin gördüğü rüyayı doğru yorumlayınca hükümdarın karşısına getirilir. Hükümdarın rüyasını da doğru tabir eder ve mali işlerle görevlendirilir. (Koncu, 2013)

Şiirde Cemal Süreya, Hz. Yusuf’un gömleğinin yırtılan yerini kuş kanatlarına benzetir. Sürgün için geride bıraktıkları, ondan kopan parçalardır. Bu, bir kayıp olsa da diğer bir taraftan özgürlüğe açılan bir yeniden doğuşa işaret eder. Yırtılan gömlek