• Sonuç bulunamadı

Kayıp Nesnenin Dönüşümü

1. KONU

2.2. İKİNCİ YENİ ŞİİRİ VE PSİKANALİZ

3.1.2. Kayıp Nesnenin Dönüşümü

Psikanalize göre çocukluk anıları ve bunlar üzerine kurulan düşlemler, insanın ruhsal gelişimin önemli bir yanını oluşturur, yaşamın mimarisini önemli ölçüde etkiler. Analizlerinde çocukluk anıları üzerinde duran Freud, kişinin çocukluğunda yaşadığı bir anıyı anımsamasının önemsiz olmadığını söyler.

“Kendisinin bir anlam veremediği anı kalıntılarının gerisinde, genellikle ruhsal gelişimin alabildiğine önemli özelliklerini içeren paha biçilemez hazineler yatar.” (Freud, 2014 a: 39) Özellikle “ilk üç ya da dört yaşındaki izlenimler ruhta

140

yerleşerek sonradan hiçbir olayın silip atamayacağı davranış biçimlerinin” (Freud, 2014 a: 45) oluşmasına yol açar.

Cemal Süreya’nın şiire yönelmesinde, çocukluk yıllarında annesiyle kurduğu ilişkinin önemli bir rolü vardır. Hayal meyal hatırladığı annesiyle ilgili bir anı, yüceltme olarak şiire yönelmesinde etkili olmuştur. Bu başlık altında, Süreya’nın yaşamının ilk yıllarında annesiyle olan etkileşimi ve bunun şiirine nasıl yansıdığı “geçiş olgusu”, “geçiş nesnesi” ve “potansiyel mekan” kavramları doğrultusunda yorumlanacaktır. Öncelikle, İngiliz nesne ilişleri kuramcısı Donald Woods Winnicott’ın öne sürdüğü bu kavramlara kısaca değinmek, yapılacak ilişkilendirmelerin daha açık olmasını sağlayacaktır.

Çocuğun yaşamının ilk dönemlerinde bütünleşmemiş, zamanda ve mekânda dağınık deneyimler yaşadığını savunan Winnicott’a göre bu deneyimler, “kendiliğin

çekirdekleri”ni (Winnicott, 2013: 10) meydana getirir. Kendiliğin bütünleşmesi,

gelişmesi anneyle ilk ilişki içinde, annenin sağladığı çevre içinde gerçekleşir. Çocuğun bütünleşmiş bir şekilde kendini algılaması ve kendilik duygusunu geliştirmesi annenin sunduğu “kucaklayıcı çevre” (Winnicott, 2013: 10) sayesinde olur. Annenin çocukla ilgili bütünleşmiş tasarımları onun giderek kendi bütünlüğünü kavramasına yol açar.

Çocuğun tutarlı bir kendilik duygusunu geliştirmesi ve iç dünyasının olgunlaşmasında önemli bir aşama “yanılsama anı”dır. (Winnicott, 2013: 10) Bu deneyimin yaşanması için annenin çocuğunun ihtiyaçlarına eşduyumlu yanıtlar vermesi gerekir. Çocuk eşduyumlu olarak ihtiyaçları karşıladığında, kendini her türlü tatminin kaynağı olarak yaşar. Bu tam bir “tümgüçlülük” (Winnicott, 2013: 10) deneyimidir. Bu durumda, kendini her türlü yaratının kaynağı olarak görür. Söz konusu tümgüçlülük deneyimi, kendiliğin sağlıklı gelişimi açısından belirleyici bir önem taşır. Gelecekteki yaşamda, dış dünyanın güçlükleri karşısında yıkılmayan bir kendine güven duygusu böyle bir çocuksu tümgüçlülük deneyimine dayanır.

Çocukta tümgüçlülük duygusu güvenli bir şekilde yerleştikten sonra dereceli bir şekilde bu yanılsamanın kırılması gerekir. Bu aşama, gerçeklik ilkesine geçiştir. Çocuk her şeyi yaratanın kendisi olmadığının farkına varır. Bir dış dünya vardır;

141

onun gerekleri, zorlukları, zorunlulukları. Söz konusu geçiş, annenin kaçınılmaz ve döneme uygun yetersizlikleri sayesinde olur. Bu minimal örselenmeler bir dış dünya, bir gerçeklik olduğu fikrini yaratır. “Annenin, çocuğun gelişimine paralel bir şekilde

onun ihtiyaçlarına dereceli bir şekilde duyarsızlaşması çocuğun yanılsamasını, tümgüçlülük yanılsamasını yıkar ve gerçeklik duygusunu geliştirir.” (Winnicott, 2013: 11) Bu aynı zamanda anneden ayrılma dolayısıyla bir bireyleşme anlamına da

gelmektedir.

Winnicott “geçiş olgusu” adını verdiği durumu da bu çerçevede ortaya koyar. Geçiş olgusunu yaşayan bir çocuk, genellikle cansız bir nesneyle belli bir ilişki kurar. Bu nesne kimi zaman bir oyuncak kimi zaman bir ev eşyası veya benzeri bir şeydir. Çocuk bir süre için sürekli olarak bu nesneyi kendi denetimine alır, sürekli yanında taşır ve bu nesneyle ilgili tüm tasarrufu kendi elinde tutmak ister. Winnicott, bu olgunun sağlıklı bir gelişimi simgelediğini söyler. Annesi üzerindeki tümgüçlü kontrolün yarattığı yanılsamadan çıkmakta olan çocuk, gerçekliğe dönmeden önce annesini, daha doğrusu annesi üzerindeki tümgüçlü kontrolünü ikame ettiği yeni bir nesne arar. Winnicott’a göre “(…) insan daima tümgüçlü bir kontrol sağladığı,

ihtiyaçlarına göre düzenleyip yarattığı, iç dünyasının ihtiyaçlarına göre düzenlenmiş bir dünya ile dış gerçeklik, dış dünyaya uyum arasında sallanıp durur.” (Winnicott, 2013: 12) Tekbenci içsellik ile nesnel gerçeklik arasındaki çatışmadır bu. İnsan

sürekli olarak dış dünyayı kendi ihtiyaçları çerçevesinde egemenliği altında tutmaya çalışırken dış gerçekliği hesaba katmakta zorlanır. İşte bu çerçevede, kendini geçiş nesnesiyle gösteren geçiş olgusu önemli bir ara aşamadır.

Geçiş deneyimi, kendini çocuğun oyun kapasitesinde de gösterir. Erişkinlikte kendi fantezileriyle, fikirleriyle oynamak gibi işlevlere ve yaratıcılığı kavramaya ışık tutar. “Geçiş deneyimi içsel olanla dışsalın, tümgüçlülük ile gerçekliğin, mutlak

yaratıcılıkla zorunluluğun arasında yer alan paradoksal bir konum” (Winnicott, 2013: 13) oluşturur. Bir insanın yaratıcı kapasitesi, çocukluğun oyun gücüyle örtüşür

bu alanda. Oyun ne içseldir ne de büsbütün dış gerçekliğe aittir. Çocuk oynamakla daha sonraları kültürel yaratıcılığın temeli olacak bir aktiviteyi gerçekleştirmektedir. Winnicott’a göre gerçek sağlıklı insan, paradokslarıyla birlikte yaşayabilen, oynayabilen, onları yaratıcı yönde kullanabilen insandır.

142

Cemal Süreya’nın çocukluktan itibaren başlayan okuma tutkusu ve şiirle kurduğu güçlü duygusal bağ, Winnicott’un öne sürdüğü bu kavramlar doğrultusunda yorumlanabilir. Şairin çocukluk dönemi nesne ilişkilerine yakından bakmak, yaratma yetisinin kaynağına inmeye yardımcı olacaktır. Süreya, ailece Bilecik’e yerleşmelerinin altıncı ayında annesini kaybeder. Bu sırada yedi yaşındadır. Çocukluğunda zaman zaman havale geçiren şair, “zayıf, çelimsiz, hastalıklı bir

çocuk”tur. (Perinçek ve Durel, 2008: 21) Annesi el üstünde tutar onu. Annesiyle

ilgili hatırladığı bir anı şöyledir: Elinde çay bardağı, annesi süt içirecektir ona. O inatla sımsıkı kapar ağzını, içmek istemez. Annesinin ona süt içirmesinin tek yolu, ezbere bildiği Kerem ile Aslı hikâyesini okumaktır. (Perinçek ve Durel, 2008: 21) “Yüreğin Yaban Argosu” şiirinde şöyle geçer bu anı:

“Bir çocuktun sen,

Bir çocuktun sen, bir bardak su duruyordu eşikte;

Dolu bir bardak duruyordu eşikte.

O zaman sen daha neydin ki, annen Alucra’nın gizli su kürelerinden geçirdi seni; at arabalarıyla ve büyük bir kalabalıkla gidilen baş döndürücü mavi su kürelerinden. Neden sonra aldın o bardağı; o yüzyıl beklemiş sütü; çırpınarak tülbentten süzülmeye uğraşan o koyu, o beyaz, o rahatsız sübyeyi içtin elinden; onun süreğen elinden. Annen miydi? Kesik saçı ve açık ensesi miydi teyzenin?

İçtin elinden. Kar mı yağacak artık? (…)” (Süreya, 2008: 93)

Şiirde, annesinin kucağında süt içme anısı, çocukluğunda ailece Giresun’un Alucra ilçesinin kaplıcalarına gitme anısıyla iç içe geçmiştir. (Perinçek ve Durel, 2008: 22) “Su” ve “süt içme” imajları çocuğun anne ile kendi arasında ayrım

143

yapmadığı tümgüçlülük hissini düşündürür. Çocuğun annenin eşduyumu sayesinde aklından geçen, ihtiyaçları ya da hayal ettiği şeyin anında gerçekleştiğini düşündüğü bir histir bu. Kopuk kopuk hatırlanan bu anılarla sisli bir atmosferin yaratıldığı şiirde, bu döneme duyulan bilinçdışı özlem vardır.

Süreya’nın hatırladığı anıda, annesinin ona süt içirirken Kerem ile Aslı hikâyesini okuması dikkat çekicidir. Bu, bir tür oyun oynama olarak düşünülebilir. Winnicott’a göre oyun deneyimi, çocuk için iç ya da kişisel ruhsal gerçeklik ile nesnel olarak algılanabilen dünya arasında “potansiyel mekân” (Winnicott 2013:

127) olarak adlandırdığı bir ara bölge yaratır. Çocukluktaki oyun deneyiminden

kaynağını alan bu mekân, bireyin sonraki dönem yaratıcı faaliyetleri ve bunlardan zevk alma deneyimlerini içerir. Oyun oynayarak onda potansiyel mekân alanın oluşmasını sağlayan Süreya’nın annesi, anlattığı halk hikâyeleriyle yaratıcılığının edebî yönde olması noktasında belirleyici olmuştur. Öte yandan ona hikâyeler anlatması, annesinin çocuğunun varlığını onaylayan ve ona bütünlük duygusunu yaşatan bir tavır içinde olduğunu gösterir. Bu anı, Süreya’nın annesini çocukken yitirmiş olsa da ilk dönem nesne ilişkilerini, annesinin yarattığı güvenli ortam sayesinde sağlıklı bir şekilde geçirdiğine işaret eder.

Güvenin ve güvenirliğin olduğu yerde bir potansiyel mekân vardır. Potansiyel mekânın yarattığı geçiş olgusu, sonraki dönem acı verici ayrılık deneyimini hafifletir. Winnicot’a göre potansiyel mekânı olan bir çocuk, ergen ya da yetişkin için ayrılma sırasında ayrılık bir sorun olarak öne çıkmaz. “(…) çünkü bebek ile anne arasındaki

potansiyel mekânda gevşeme durumundan doğal olarak yaratıcı oyun ortaya çıkar; aynı zamanda hem dış dünyaya ait olguları hem de ele alınmakta olan bireye ait olguları karşılayan simgeler işte burada kullanılmaya başlar.” (Winnicott, 2013: 136) Şair, annesinin yaşamının ilk yıllarında yarattığı potansiyel alan sayesinde

onun kaybıyla gelen ayrılık durumunun getireceği olumsuz etkilerin üstesinden gelebilmiştir.

Çocuklukta simgeleştirmenin önünü açan geçiş nesnesi, Süreya’nın sonraki dönemde yaratıcılığını geliştirerek kaybın yerine simgeler koymasını sağlamıştır. Annesinin anlattığı halk hikâyesi, bir tür geçiş nesnesidir. Bu nesnenin yerini daha sonra kitaplara olan tutkusu, yazma ve şiir almıştır. Annesinin anlattığı halk

144

hikâyelerinin şairin edebiyata yönelmesinde etkisi büyüktür. Winnicott çocuğun geçiş nesnesiyle birlikte ilk kez simge kullandığını söyler. Bu ilk nesne,“(…) bebekle

annenin (ya da annenin bir parçasının) birliğinin simgesidir.” (Winnicott, 2013: 122-123) Nesne kullanımı artık ayrılmış olan iki şeyin, yani bebekle annenin ayrı

olma durumlarının zaman ve mekândaki başlangıç noktasındaki birliğini simgeler. Bu noktada, Cemal Süreya için kayıp nesnenin yerine geçiş nesnesi olarak şiirin geçmesi anlamlıdır. Şair, şiir aracılığıyla kurduğu potansiyel mekânda, ayrılığın yarattığı acı verici duygulara karşılık annesiyle bir olma deneyimini yeniden yaşar. Potansiyel mekân olarak şiir, hem ayrılık hem de birlik duygusunun aynı anda yaşandığı paradoksal bir alandır.

Şair için geçiş nesnesi olan şiir, çocukluk döneminde oyun deneyiminin yaşattığı güvenli potansiyel mekânı yaratır. Şiirin bu tür bir işlev kazanması; yayımlanan ilk şiirinin “Şarkısı Beyaz”ın olması ve bu şiirin yayımlanışına yüklediği anlamlara bakıldığında da kendini gösterir. Süreya Mülkiye dergisinin 8 Ocak 1953 tarihli sayısında yayımlanan bu şiiri için günlüğüne şunları yazar:

“Ben? Benim ürünüm yoktu ki? Tam üç yıl gece gündüz çalıştığım halde, yayımlayabileceğim bir dörtlük bile kotaramamıştım. Dizelerin ardına takılır, onları bir türlü geliştiremezdim. Geliştirdiklerimi de beğenmez, yok ederdim hemen. (…) Kimseyi beğenmiyordum; ama onlarınki gibisini de yazamıyordum. Kısacası korkuyordum. (…) umudumu bitirebileceğim tek ve ilk şiire bağlanmıştım. Bir tane kotarsam, ardı gelir diyordum.” (Süreya, 1996: 34-35)

Şair, annesinin adını çağrıştıran bu şiirle yayım dünyasına adım atmıştır. Annesine duyduğu güven, başarı yolunu açmıştır denilebilir. Freud, başarma duygusunun anneyle ilişkisi için şöyle der: “Annenin sevgisini hiç tartışmasız

tekellerinde tutan kişiler, yaşam boyu ele geçirme duygusunu ve seyrek olmayarak gerçekten kişiyi başarıya ulaştırdığını gördüğümüz güven duygusunu içlerinde taşırlar.” (Freud, 2014 a: 218) Onun Goethe’nin yaşam öyküsünün başına

koyabilirdi dediği şu söz, Cemal Süreya için de söylenebilir: “Bendeki güç, annemle

aramdaki ilişkiden almaktadır kaynağını.” (Freud, 2014: 218) Annesine duyduğu

inanç, şairin en büyük dayanağıdır. Bu inanç hayata karşı umut, güvenlik ve kendine güven duygularını pekiştirmiştir. “Şarkısı Beyaz” şiirine bakmak gerekirse,

145

“(…)

Arada bir ağlamak için

Onu kocaman ellerimle sevdim.

Ölüm daha saçlarına gelmemişti Şarkısı-beyaz Saçlarını koynumda saklıyorum

Arada bir ağlamak için.

Ve suların altında mavileyin

Küstah bir çalparaydı ayağını uzatmış Mes’ut hatırasına balıkların.

Ve kocaman küfürleriyle sarhoş Yatardı yavaşlamış tüyleriyle Gemicilerin öldürdüğü kuş. (…)” (Süreya, 2008: 277)

Şiirde ön plana çıkan özlem, sığınma duyguları anneyle ilişkilendirilebilir. “Yüreğin Yaban Argosu” şiirinde olduğu gibi bu şiirde de anne imajı su imgesiyle bir aradadır. Bu imge, anneyle bir olunan döneme ilişkin özleme işaret eder. Ölüm anneyle birlikte yaşanan güzel zamanı bölmüş, onun yarıda kesilmesine sebep olmuştur. “Küstah bir çalpara”, “kocaman küfürleriyle sarhoş gemiciler” ve “ölü kuş” imgeleri ölümün acımasız yüzünü hissettiren metaforlardır.

Şairin çocukluk yıllarında okumaya, kitaplara olan ilgisi bunların bir tür geçiş nesnesi işlevi görmesi ile ilgilidir. Süreya’nın okumaya olan sevgisini daha tanıştıkları ilk gün onu eve çağıran ilkokul arkadaşı Prof. Altan Günalp şöyle anlatır:

146

“Cemalettin, ‘Bak’, dedi, ‘benim burada nelerim var!’ Odada bir sandığın yanına götürdü beni. Kocaman bir sandıktı. Bizim boyumuz kadar. O sandığın içi tepeleme kitap ve dergi doluydu. Ben o günlerde daha çok okul dergileri okurdum. O, benden bir yaş daha büyüktü galiba. Bir sürü kitap, roman, hikâye geçiyordu elinden. Ben ilk okuma zevkini Cemalettin’den aldım.” (Perinçek ve Durel, 2008: 38)

Annesinin anlattığı halk hikâyeleriyle temellerini attığı edebiyat tutkusu zamanla yazmaya, şiire dönüşmüştür. Bu durum, Lichtenstein’ın “annenin çocuğa

mühürlediği kimlik” (Cebeci, 2004: 76) kavramına denk gelir. “İlksel kimlik”

kavramını öne süren Lichtenstein, “anneyle çocuk arasındaki yansılama ilişkisi” üzerinde durur. Yansılama sırasında anne, çocuğun bir “benlik-nesnesi” olarak henüz gelişmemiş ve sallantıdaki kimliğinin oluşumunda bir ayna görevi görür. Yansılama ilişkisi anne ve çocuğun birbirlerinin imgesini büyütmeleri, yüceleştirmeleri ve çoğaltmalarına bağlı olarak kimliğin formunu belirler. Anne bilinçdışı isteklerini çocuğa aktarır. Lacan da Lichtenstein’ınkine benzer bir biçimde “çocuğun annenin

‘arzusu’ ya da ‘isteği’yle belirlendiğini, çocuğun anne için işlevinin annede bulunmayan ‘phallus’u sağlamak olduğunu” (Cebeci, 2004: 94) söyler. Süreya’nın

şair kimliği edinmesinde halk hikâyeleri anlatan annesinin bilinçdışı arzusu yönlendirici olmuştur denilebilir.

Netice itibariyle, anne ile çocuk arasındaki ilişki zamanla nitelik değiştirmekle birlikte, çocuğun bu ilişki içinde kazandığı benlik duygusu çok önemlidir. Bu etkileşim, çocuğun gelecekte kuracağı bütün ilişkilerin altyapısını oluşturtur. Çocuğun gelişim süreci içinde geçiş nesnesi ya da olgusu, yanılsama yeteneğinin gelişmesini sağlar. Bu nesne sayesinde oyun oynama, yaratıcı faaliyette bulunma, kültürel faaliyetlerden zevk alma gibi yetiler elde edilir. Cemal Süreya, annesini erken yaşta kaybetmiş olmakla birlikte annesinin ilk ilişkilerinde, eşduyumlu davranışlarıyla onun potansiyel mekân yaratma kabiliyetini geliştirdiği söylenebilir. Annesinin anlattığı halk hikâyeleri, geçiş nesnesi görevi görerek yaratıcılığını körüklemiş, şiire yönelmesini sağmıştır.

147