• Sonuç bulunamadı

Aşk İzleğinin Psikodinamik Kökenleri

1. KONU

2.2. İKİNCİ YENİ ŞİİRİ VE PSİKANALİZ

3.1.5. Aşk İzleğinin Psikodinamik Kökenleri

Cemal Süreya’nın ilk dönem nesne ilişkileri ve annesini çocuk yaşta kaybetmesi, duygusal dünyasında şiirlerine de yansıyan çeşitli açılardan değerlendirilebilecek etkiler yaratmıştır. İlksel nesne kaybının yarattığı bilinçdışı suçluluk hissinin duygusal ilişkilerinin şekillenmesinde önemli bir rolü olmuştur. İlk evliliğini üniversitede okurken Seniha Hanım’la yapan Süreya’nın, büyük bir aşkla başlayan ve sürekli ayrılıkla sonuçlanan istikrarsız bir duygusal hayatı olmuştur.

Psikanalitik düşünceye göre “erkeğin kadına karşı duyguları her zaman

annesiyle kurduğu ilk bağdan etkilen”ir. (Klein, 2012: 244) Çocuğun sonraki sevgi

ilişkilerinde tekrar keşfetmek istediği şey, ilk sevgi ilişkisi yaşadığı kişi başka bir deyişle annesinin bıraktığı izlenim ve onunla ilişkilendirdiği düşlemleridir. Bilinçdışı, bilincin farkında olduğu alanlar dışındaki olaylar arasında ilişki kurar. Bu

164

yüzden tamamen unutulmuş ya da bastırılmış türlü izlenimler, bir kişinin cinsel açıdan ve başka açılardan diğerlerinden daha çekici bulmasına etki eder. Bilinçdışındaki anılar, hisler ve düşlemler aşk ilişkilerine şekillerini değiştirerek dâhil olur.

Bu başlık altında, Süreya’nın şiirinde önemli bir yere sahip olan aşk teması, Melanie Klein’ın görüşlerinden yola çıkılarak nesne ilişkileri ve nesne kaybının yarattığı etkiler doğrultusunda incelenecektir. Kleincı kurama göre sevgi duygusunun suçluluk duyguları ve onarım dürtüsüyle yakın bir ilişkisi vardır. Bebek ihtiyaçlarının karşılanması doğrultusunda sevgi ve nefret duyguları arasında gidip gelen bir çatışma yaşar. “Bebeğin ilk sevgi ve nefret nesnesi olan anne” (Klein, 2012: 231) onun erken itkilerine özgü yoğunluk ve şiddetle hem arzulanır hem de nefret edilir. Bebek en başta beslenme ihtiyaçlarını giderdiği, açlık hissini yatıştırdığı ve memesini emerken ağzından uyarılmasıyla ona duygusal bir haz verdiği için annesini sever. Bu doyum, çocuğun cinselliğinin temel parçasıdır ve aslında bunun bir ifadesidir. Eğer bebek açsa ve arzuları tatmin edilmiyorsa veya fiziksel olarak acı çekiyorsa ya da rahatsızsa durum aniden tamamıyla değişir. Nefret ve saldırganlık duyguları ortaya çıkar ve bebek bütün arzularının nesnesi olan ve zihninde deneyimlediği her şeyle bağlantılı olan kişiyi yok etme itkisinin tahakkümüne girer. (Klein, 2012: 231)

Klein’a göre bebek zıt duyguların yarattığı çatışmalı durumla tatmin edici şekilde baş edemezse veya suçluluk çok yoğunsa bu durum, sevilen insanlardan uzaklaşmaya, hatta onu reddetmeye sebep olabilir. Sevilen insanın, annenin düşlemde maruz kaldığı yaralanmalar yüzünden ölebileceği korkusu, ona bağlanmayı dayanılmaz hale getirir. Anne “bilinçdışı düşleminde kişinin ayrılmaz bir

parçası”dır. (Klein, 2012: 242) Bu yüzden, annenin ölümü insanın kendi ölümünü

çağrıştırır. Bu his, aynı zamanda sevilen kişilerle kurulan bağı ezici bir yük haline getirebilir.

Cemal Süreya’nın annesinin kaybı konusunda duyduğu bilinçdışı suçluluk duygusu, onda anne ile kurulan ilk ilişkilerdeki bu duyguların uyanmasına sebep olmuş olabilir. Şairin şiirlerinde anne imajının etrafında örüntülenen duygulara bakmak gerekirse, “Kan Var Bütün Kelimelerin Altında” şiirinin şu bölümü bu anlamda dikkat çekicidir:

165

“(…)

Kan var bütün kelimelerin altında Bir gül al eline söz gelimi

Kan var bütün kelimelerin altında Beş dakka tut bir aynanın önünde Sonra kes o aynadan bir tutam Beyaz bir tülbent içinde Koy iç cebine

Bütün bir ömür kokar o ayna Kan var bütün kelimelerin altında İşte o kandır senin gülüşün

Sızmıştır hayatın derinlerine Siyahtır orda kırmızıdır Daldan dala atlar (…)” (Süreya, 2008: 99)

Şiirde “gül” ve yansımasının saklandığı ayna parçasının konulduğu beyaz tülbent birleştirildiğinde “gülbeyaz” sözcüğü çıkar ortaya. Gülbeyaz Süreya’nın annesinin ismidir. Gül imgesi çoğu şiirinde olduğu gibi burada da anneyi imler. Ayna ise şairin benliğini simgeler. Aynada gül yansıması vardır. Yansıma olgusu, anne ve çocuk arasındaki ilk dönem ilişkileri akla getirir. Çocuğun kimliğinin oluşumunda anneyle kurduğu ilişki belirleyicidir ve annenin çocuk üzerinde onun varoluşuyla bütünleşen kalıcı izleri söz konusudur. Dolayısıyla aynadaki gül yansımasının, annesinin şairin benliğindeki izlerine işaret ettiği söylenebilir. Ayna bir bütün değildir, şiirde geçen ifade ile kesilmiştir. Annenin ölümünün benliğin bütünlüğünde

166

yarattığı hasar şeklinde yorumlanabilir bu. Kesilmek eylemi canlı bir şeyden kopuşu, acıyı çağrıştırır.

Klein’a göre yastaki kişinin “ ‘iyi’ içsel nesnelerini de kaybettiğine yönelik

bilinçdışı düşlemleri” (Klein, 2012: 265) sevilen gerçek, dışsal kişilerin

yitirilmesinin verdiği acıyı şiddetlendirir. Kişi iç dünyasının bozulma tehdidi altında olduğunu hisseder. Sevilen kişinin yitirilmesi, yas tutan kişinin kayıp sevgi nesnesini kendi benliğinin içine yerleştirmesine yol açar. Yalnızca yitirilen kişiyi içine almakla kalmaz, aynı zamanda gelişiminin ilk evrelerinden itibaren içselleştirdiği iyi nesneleri -sevilen anne, babayı- tekrar kurar. Sevilen kişiyi yitirildiğinde, bu içselleştirilmiş nesnelerin de zarar gördüğü, mahvolma tehlikesiyle karşı karşıya oldukları düşünülür. “Bütün bir ömür kokar o ayna” ve “Sızmıştır hayatın

derinlerine” dizeleri kayıp nesnenin içselleştirilmesi yönünde yorumlanabilir. Kayıp,

şairin iç dünyasında bir çökmeye ya da bozulmaya sebep olmamıştır. “İşte o kandır

senin gülüşün” dizesinde, kaybın verdiği acının varlığıyla birlikte dış dünyayla olan

bağın kesilmediği, iç dünyanın yeniden kurulmuş, bütünleştirilmiş olduğu görülür. Kendini edebiyat dünyasına gösterdiği önemli şiirlerinden biri olan “Gül”, anne imajının kapalı bir şekilde varlığını duyurduğu bir şiirdir,

“Gülün tam ortasında ağlıyorum Her akşam sokak ortasında öldükçe Önümü arkamı bilmiyorum

Azaldığını duyup duyup karanlıkta Beni ayakta tutan gözlerinin

Ellerini alıyorum sabaha kadar seviyorum Ellerin beyaz tekrar beyaz tekrar beyaz

167

İstasyonda tiren oluyor biraz

Ben bazan istasyonu bulamayan bir adamım (…)

Bir kan oluyor bir kıyamet bir çalgı

Ve zurnanın ucunda yepyeni bir çingene ” (Süreya, 2008: 12)

Şiirde “gül” imajı beyazlık vurgusu ile birleştirildiğinde akla yine şairin annesini getirir. İçselleştirilen anneye sığınma duygularıyla birlikte dizelerde, kaybetme korkusunun yoğun olduğu hissedilir. Anne ve sevgili imgeleri geçişkendir Cemal Süraya’nın şiirinde. Bunlar, her an birbirine dönüşebilen imgelerdir. İkinci bölümde, sevgili beyaz elleriyle vurgulanır. Bu beyazlık anneyi çağrıştırır ve şair için korkuludur. Sevgilinin ellerinin beyazlığı arttıkça annesine benzeyecektir. Bu, annesini kaybettiği gibi sevgiliyi de yitirme tehdidini beraberinde getirdiği için korku yaratır.

Son iki dize, şiire hâkim olan duygu atmosferinden oldukça farklıdır. Ani duygu değişimi başka bir deyişle duygusal içeriği yadsıma söz konusudur. Duygudaki bu tutarsızlık, okuyucu üzerinde saçma hissi yaratır. Burada, şair dikkati şiirin trajedisinden çekip belirsiz bir yöne çekmek ister gibidir. Oğuz Cebeci, bir form ögesi olarak saçma/absürtle ilgili, dikkatin tuhaflıklara çekilmesi yoluyla, ilginin içerikten uzaklaştırıldığını söyler. (Cebeci, 2004: 316) Şiirde kaybetme duygusunun verdiği yoğun acı, absürt bir söyleme gitmek yoluyla bastırılır. Duygu yadsınır, bir anlamda ondan kaçılır.

Klein öne sürdüğü nesne ilişkileri kuramında, suçluluk psikolojisi ve sadakat duygusu üzerinde durur. Ona göre “(…) sevilen kişiyi tekrar tekrar terk etmek; bu

kısmen, bağlanma korkusundan kaynaklanır.” (Klein, 2012: 243) Don Juan tipi

tanımlamasıyla açıkladığı bu duygusal örgütlenme biçiminde, kişi zihninin derinliklerinde sevdiği insanların ölmesinden çok korktuğu ve bunu aklından hiç çıkarmadığı için özel bir savunma olarak sadakatsizliği geliştirir. Bu yolla, çok sevilen biricik nesnenin -aslında, kendisine duyduğu sevginin açgözlü ve yıkıcı

168

olduğunu düşündüğü için ölümünden çok korktuğu annesinin- vazgeçilmez olmadığını kendine tekrar tekrar ispatlar. Çünkü ona göre tutkuyla ama yüzeysel duygularla yaklaştığı başka bir kadın her zaman bulunabilir. (Klein, 2012: 243)

Don Juan tipi, kadınları terk ederek ya da onları reddederek bilinçdışında annesinden yüz çevirmiş olur, onu tehlikeli arzularından korur ve böylece kendisini acı veren bağımlılığından kurtarır. Diğer bir taraftan başka “kadınlara yönelerek,

onlara haz ve sevgi vererek, sevdiği annesini bilinçdışında elinde tut”ar (Klein, 2012: 243) veya yeniden yaratır. Gerçekte Don Juan birinden diğerine sürüklenir

çünkü kısa süre sonra diğer kişi annesinin yerini tutmaya başlar. Böylelikle asıl sevgi nesnesinin yerini bir dizi farklı kişiler alır. Bilinçdışı düşleminde, annesini cinsel doyumla yeniden yaratır veya iyileştirir. Bir açıdan cinselliğinin tehlikeli olduğunu bir açıdan da iyileştirici olduğunu ve annesini mutlu ettiğini hisseder. Bu iki yönlü tutum, sadakatsizlikle sonuçlanan bilinçdışı uzlaşmanın parçası ve kendine özgü gelişiminin bir koşuludur. (Klein, 2012: 243)

Cemal Süreya’nın yaşamında kadınlarla kurduğu ilişkilere bakıldığında Don Juan tipinin yazgısına benzer bir durumun söz konusu olduğu söylenebilir. Mülkiye’nin ikinci sınıfında nişanlandığı ortaokul aşkı Seniha Hanım ile üçüncü sınıfta evlenen şair, sorunlu bir birliktelikle beraber yedi yıl süren boşanma davasından sonra ayrılır. Bunu, nişanlısı Suna Lokman’dan ayrılığı takip eder. İstanbul’a tayin olunca Tomris Uyar’la bir birlikteliği olur. 1967 yılında Yelken dergisinde düzeltmenlik yapan Zuhal Tekkanat’la evlenir. Şair, üçüncü evliliğini bir arkadaş toplantısında tanıştığı Güngör Demiray’la 1975’te yapar. Süreya Güngör Demiray’dan çok etkilenir. Muzaffer Buyrukçu’ya yazdığı bir mektupta “Hayatımın

kadınını buldum. Zuhal’den ayrılıyorum.” (Perinçek ve Durel, 2008: 231) der.

Güngör Hanım’la da büyük bir sevgiyle başlayan birlikteliği uzun sürmez. Bir sene sonra noktalanır. Ondan ayrıldıktan sonra yeniden Zuhal Tekkanat’la görüşmeye başlar. Bu birliktelik yine yürümeyince “Bayan En Nihayet” dediği Birsen Sağnak’la evlenir. Perinçek ve Durel, son eşine verdiği bu isimden hareketle Cemal Süreya’nın duygusal ilişkilerini şöyle yorumlar:

“Aslında bütün kadınlara rastladığı anda ‘Bayan Nihayet’tir nihayet olarak. Hep aynı içtenlikle girer ilişkiye: ‘Sonsuza dek!’ Sonra bir de bakar ki, ‘son’

169

gelivermiş. Birsen Hanım için eklenen ‘en’ pekiştirmesi, bir kararlılık ifadesi ve aynı zamanda özeleştirel bir tavır olarak yorumlanabilir. ‘Nihayet’ sözcüğüne ne kadar bağlı kaldığı tartışılsa bile, o ‘en’in bir anlamı olmuş.” (Perinçek ve Durel, 2008: 290)

Şairin gelgitli, çelişkili ve bunalımlı kişilik yapısına eşlerine duyduğu kıskançlık eklenince ilişkilerini sürdüremez olur. Birsen Hanım, hiçbir mantığa sığmayan kıskançlıklarını şöyle anlatır:

“Umulmadık insanları kıskanırdı. Akla gelmeyecek kıskançlıklar… Verecek cevap bulamazdım. Öfkesi geçince de, ‘Aslında öyle düşünmemiştim, öyle düşünmediğimi de bilirsin,’ diye özür dilerdi.” (Perinçek ve Durel, 2008: 291)

Cemal Süreya’nın duygusal ilişkilerinde etkili olan bilinçdışı dinamikler, şiirine de yansır. “Ülke” şiiri bu açıdan dikkate değer bir şiirdir. Şiirin ilk kısmı şöyledir:

“Saat Çini vurdu birden: p i r i n ç ç ç Ben gittim bembeyaz uykusuzluktan Kasketimi eğip üstüne acılarımın Sen yüzüne sürgün olduğum kadın

Karanlık her sokaktaydın gizli her köşedeydin Bir çocuk boyuna bir suyu söylerdi. Mavi. Birtakım genç anneleri uzatırdı bir keman Sen tutar kendini incecik sevdirirdin Bir umuttun bir misillemeydin yalnızlığa (…)” (Süreya, 2008: 48)

170

Aşk duygusunun yoğun bir şekilde hissedildiği şiirde, görünürde sevgiliye duyulan güçlü duygular ön planda olmakla birlikte “bembeyaz uykusuzluk”, “yüzüne sürgün olduğum kadın” imgeleri ve “Bir çocuk boyuna bir suyu söylerdi. Mavi./Bir

takım genç anneleri uzatırdı bir keman” dizeleri, anne imajına götüren bir çağrışım

yaratır. Yine anne ve sevgili arasında bir geçişkenlik olduğunu söylemek mümkündür. Her iki sevgi nesnesi arasındaki yer değiştirme, aşk duygusunun doğasında vardır. Freud’un bu konuda savunduğu düşünceleri ortaya koymak, bu geçişkenliği anlama noktasında açıklayıcı olacaktır.

Freud’un öne sürdüğü kuramda, temelde iki dürtü grubu vardır: kendini koruma dürtüleri ve cinsel dürtüler. Kendini koruma dürtüleri yaşamı sürdürmeyi hedef alır. Kişi bu dürtü doğrultusunda besin bulmayı ve onu içe almayı hedefler. Bu görev için en önemli organ ağzıdır ve en önemli işlevi de içe almaktır. Kendini koruma dürtüleriyle hareket eden bebeğe sunulan ilk nesne, annenin memesidir. Freud’a göre cinsel dürtüler de etkinliklerine tam da bu noktada, “kendini koruma

dürtülerinin kendilerine bulduğu doyum biçimine ve doyum nesnesine yaslanarak (anaclisis)” (Keser, 2009) başlayacaktır. Emmek giderek sütü içe alma işlevinin

ötesinde bir haz kaynağı olmaya başlar. Emen bebek, huzurlu ve haz dolu bir duygulanım içinde olur. Cinsel dürtüler bir doyum biçimi ve doyum nesnesi bulmuştur. Bu durum, ilk aşkı uyandırır. İlk aşk nesnesi de anne memesidir. Freud bu durum için “aşk ilişkisinin prototipi (ilk örneği)” (Keser, 2009) tanımlamasında bulunur.

Yine aynı doğrultuda, sevinç duygusunun aşkın temel bir parçası olduğunu belirten Lewin, bunun anne memesindeki bebeksi eksiksiz mutluluğun yeniden yaşantılmasından kaynaklandığını söyler. Lewin: “Aşkta, sözcüklerin olmadığı (non-

verbal) ya da asla sözcüklere dökülmeyecek memedeki birleşme yaşantısının ecstatic (esrik, kendinden geçirici, mutluluk dolu) duygulanımı tekrarlar ya da yeniden yaşantılanır.” (Keser, 2009) der. Memenin sahibi olan kişi hakkında bütüncül bir

fikir edinildiğinde, yani memenin aslında anneye ait olduğu anlaşıldığında, aşkın bu ilk nesnesi de kaybedilir. Gelişimin seyrine göre kişi, zamanla kendine yeni nesneler arar. Nesne bulmanın aslında bir yeniden bulma olduğunu belirten Freud, “Cinsel

171

önemli bir kısmı varlığını korur ve nesne seçimine ve kaybedilen mutluluğun yeniden kazanılmasına yardımcı olur.” (Keser, 2009) der.

Kişide aşkın ilk nesnelerine yatırımın çok güçlü bir biçimde sürmesi ya da döneme, dönemin nesnelerine güçlü bir takılma, başka nesnelerde doyum bulmayı olanaksız duruma getirir. Çünkü bulunan hiçbir nesne, “orijinal nesne” (Keser,

2009) değildir. Orijinal nesnenin sadece bir yerine geçenidir. Nihai nesne kesinlikle

özgün, ilk nesne değil bu nesnenin bir ikamesidir. Yani kökendeki nesneyle değil ancak gölgeleriyle olunacaktır. Arzu giderici ilk nesnenin bastırma sonucu kaybedilmesi, tam doyum sağlayamayan sonsuz bir yerine geçen nesneler dizisini beraberinde getirir. Freud’a göre erişkin aşkının bir özelliği olan nesne seçimindeki tutarsızlığın, “uyarım (heyecan) özlemi”nin (Keser, 2009) açıklaması bu olabilir. Kişi özgün nesneden vazgeçemez, onu bulma serüveni devam eder. Bu durum,

“aşkın kompulsif özelliği” (Keser, 2009) olarak tanımlanır. Aşkın psişik kökeniyle

ilişkili bu bilgiler, anne ve sevgili arasındaki geçişliliğin kaynağını ortaya koyar. “Ülke” şiirinden devam edilirse, şiirin ikinci bölümü şöyledir:

“(…)

Yalnız aşkı vardır aşkı olanın

Ve kaybetmek daha güç bulamamaktan Sen yüzüne sürgün olduğum kadın Kardeşim olan gözlerini unutmadım Çocuğum olan alnını sevgilim olan ağzını Dostum olan ellerini unutmadım

Karım olan karnını ve önlerini

Orospum olan yanlarını ve arkalarını İşte bütün bunlarını bunlarını bunlarını

172

Nasıl unuturum hiç unutmadım (…)” (Süreya, 2008: 48)

Bu bölümde, aşkın şehvet içeren tensel bir içeriği ile birlikte kardeş, dost ve çocuk temsilleriyle farklı içerilikleri sunulur. Sevgilinin bu temsillere dönüşmesi açık iken annenin olduğu birinci bölümde dönüşüm daha kapalı, imgeseldir. Sevgilinin açık bir biçimde annenin yerine konulmaması birçok psikodinamik sürece işaret eder. İmgesel dil, anneye duyulan bilinçdışı aşkın bastırılmasının biçimsel ifadesi, bu yasaklı duyguya karşı geliştirilen bir tür savunma olarak düşünülebilir. Şair için sevgiliyi doğrudan annenin yerine koymak korkutucudur. Bu, ödipal döneme ilişkin duygulara işaret eden bilinçdışı psişik etkenlerle birlikte Süreya için özel olarak kaybetme korkusuyla ilişkilendirilebilir. Bu korku, “Ve kaybetmek daha güç

bulamamaktan” dizesiyle ifade edilir. Şiirin son bölümündeki şu dizeler de bu anlamda tamamlayıcıdır:

“(…)

Bilinir ne usta olduğum içlenmek zanaatında Canımla besliyorum şu hüznün kuşlarını Sen kalabalıkta bulup bulup kaybettiğim kimya

Yokluğun gayri şuradan şuraya geldi” (Süreya, 2008: 49)

Şairin büyük bir heyecanla başlayan fakat ayrılıkla sonuçlanan duygusal ilişkileri “Sen kalabalıkta bulup bulup kaybettiğim kimya” dizesi etrafında yorumlanabilir. “Kimya” sözcüğü aşktaki ilk, özgün nesne ve onun sağladığı doyuma karşılık gelir. Don Juan tipinin özellikleri doğrultusunda devam edilirse şair için hiçbir nesne, bir gölge nesne olmanın ötesine geçemez. Bunun yanında, özgün nesneye benzedikçe bilinçdışı olarak bu nesneden kaçmak zorunda kalır. Çünkü yeniden bulunan aşk nesnesinin özgün nesnenin konumuna yaklaşması onu kaybetmek anlamına gelir. Nesneden kaçmak ve bir başka nesneye yönelmek hem bu tehlikeyi geçici olarak bertaraf edecek hem de yeni olduğu zannedilen uyarımlarla, yeniden bulunan bir başka nesneye geçici olarak doyum getirecektir. Don Juan

173

tipinde olduğu gibi şair, “(…) neredeyse sonsuz bir yerine geçen kadınlar dizisiyle

özgün nesnesini yani annesini aramaktadır.”(Keser, 2009) denilebilir. Süreya’nın

“Beni Öp Sonra Doğur Beni” şiirindeki şu çok ünlü dizeler de aynı doğrultuda okunabilir:

“(…)

Annem çok küçükken öldü

beni öp, sonra doğur beni.” (Süreya, 2008: 84)

Dizelerde sevgi nesnesinin kaybıyla birlikte yarım kalan ilişkiye duyulan özlem söz konusudur. Aşk ilişkileri yarım kalan bu sevgiyi yeniden yaşama, doyurmaya dönüktür. Şair gerçek nesnenin kaybını telafi edecek bir anne, ilk nesne olmasını ister sevgiliden.

Ayrılık olgusunun paradoksal bir diğer yönü, şairde yarattığı suçluluk duygusudur. Öne sürdüğü kuramda bu duygunun arkaik kökenlerine inen Klein’a göre bebek, annesini “iyi ve vazgeçilmez bir nesne” (Klein, 2012: 305) olarak sevse de saldırgan düşlemleriyle onu tehlikeye attığı için kendisini suçlu hisseder. Nesneyi kaybetme “içteki iyi nesneleri yitirmeye korkusu”nu (Klein, 2012: 260) beraberinde getirdiği için yarattığı endişe ve üzüntüyle çocuğun çevresiyle ilişkisindeki acı verici çatışmaların en derin kaynağıdır.

Şairin bilinçdışında, bu tür duyguların hareketlenmesine sebep olan ayrılık olgusu, yoğun bir suçluluk duygusunu beraberinde getirir. Sevilen nesnenin kaybı, her ayrılıkta aynı korkuların canlanmasına neden olur. Eşi Zuhal Tekkanat’tan ayrıldığı dönemde, Zuhal Hanım hastalanır. Süreya’nın ameliyat günlerinde ona yazdığı mektuplar oldukça duygusaldır. Bunlar, ayrılıktan dolayı yaşadığı bilinçdışı suçluluk psikolojisiyle ilişkilendirilebilir. Eşinin hasta olduğu dönemde yazılmış olan “Bugün Ne” şiirine balkırsa,

“(…)

174

Kırdım, evet, seni. Ama kırmıştın beni

Hadi sadece kırmıştım diyerek önleyeyim herhangi bir eleştiriyi Kalbim, Kalbim! Söyle şimdi ne yapacağım ben bu kalbi? Ne yaparım söyle daha da derine düşerse yaram

(…)” (Süreya, 2008: 310)

Şiir, yazma eylemi şair için bir tür onarma işlevi görür. Sevdiklerinden ayrıldıktan sonra sürekli mektup yazması ayrılığın bilinçdışında yarattığı korkulu, tedirginlik verici duyguyu telafi etmesindendir. Kleincı görüşün de yaratma eylemine bakışı bu yöndedir. Sanat ve yaratıcılıkla şair yitirilen nesneyi ya da “kaybettiğini

sandığı içselleştirilmiş sevgi nesnelerini” (Klein, 2012: 272) yeniden kurar.

Benliğine ilişkin kurucu unsurları sağlamlaştırır, egosunun uğradığı hasarı giderir. Bu anlamda Süreya için şiir, benliğinin dağılmasını engelleyen koruyucu bir yapıdır denilebilir.

Sonuç olarak, kendimizi korumakla ilgili bütün ihtiyaçlarımızı ve duygusal arzularımızı ilk olarak annemiz karşıladığından ve güvenliğimizi sağladığından onun zihnimizde oynadığı rol kalıcıdır. Yetişkin yaşamdaki ilişkilerin çerçevesini, anneyle kurulan ilk ilişkilerde yaşanan bütünsel doyuma duyulan arayış çizer. Söz konusu dinamiklerin etkili olduğu Cemal Süreya’nın şiirlerine, annenin diğer bir deyişle kaybedilen gerçek nesnenin arayışının hâkim olduğunu söylemek mümkündür. Onun şiirlerinde sevgilinin, annenin yerine konulmaya çalışıldığı görülür. Fakat annesini erken yaşta kaybetmiş olması, bilinçdışı olarak sevdiği diğer kişileri de kaybedeceği hissini barındıran bir duygusal örgütlenmeyi doğurmuştur. Çözülemeyen bu kompleks; şairin iç dünyasında çatışmalı, çalkantılı, gelgitli bir ruh hali yaratarak ilişkilerine sürekli ayrılmayı, kaybetmeyi dayatmıştır adeta. Bu duygular arasında salınan Süreya’nın ruh dünyasında şiir, oluşan suçluluk duygularını onaran bir işlev görür.

175