• Sonuç bulunamadı

İngiliz Nesne İlişkileri Ekolü

1. KONU

1.1.4. İngiliz Nesne İlişkileri Ekolü

Psikanaliz üzerine incelemeler ve uygulamalar arttıkça yeni bulgular ve farklı düşüncelerle birlikte ayrışmalar da ortaya çıkar. 1940’ların başlarında, İngiliz Psikanaliz Topluluğu üç gruba ayrılır: Klein’ın kuram ve teknikteki yeniliklerini tümüyle kabul edenler, daha geleneksel Freudcu kavramlara ve uygulamaya sadık kalanlar ile daha sonra nesne ilişkileri kuramı olarak bilinen bağımsız ya da orta grup. W. R. D. Fairbairn ve D. W. Winnicott, orta grubun öncüleri arasında yer alır. Klein’ın insani etkileşim için donatılmış bebek görüşü üzerine fikirlerini inşa eden bu psikanalistler, onun “ölüm içgüdüsüne dayanan yapısal saldırganlık önermesi”ni (Mitchell ve Black, 2014: 125) reddetmiş ve yerine ahenkli etkileşim, travmatik olmayan gelişim için programlanmış ancak yetersiz ebeveynlikle engellenmiş bebek kavramını öne sürmüşlerdir.

Freud, yaptığı klinik gözlemlerde insanın acıyı yaşama biçimleri ve kendini sistemli bir biçimde tekrar tekrar mutsuz etme yollarının haritasını çıkarmıştır. Ona göre kişinin kendini mutsuzluğa mahkûm ettiği saplantılı durumlar şunlardır:

“Zorlantılı, tuhaf davranışların yaşantıya zorla girdiği semptom nevrozları; uyum bozucu, kendi aleyhine işlenen davranış örüntülerinin insanlarla etkileşimleri bozduğu karakter nevrozları; aynı öztahripkar kaderin yinelenerek sahneye konduğu kader nevrozları; duygusal acının sürekli olarak yeniden üretildiği depresyon.” (Mitchell ve Black, 2014: 125)

Bu yöndeki çalışmalarına rağmen, Freud’un içgüdüsel dürtü ve haz ilkesi kavramlarına dayanan kuramı hazcı bir kuramdır; buna göre, “(…) insanlar haz

ararlar ve acıdan kaçınırlar.” (Mitchell ve Black 2014: 125) Freud’un “acı verici semptomlar, acı verici davranış örüntüleri, acı dolu kaderler, acı dolu duygulanımsal durumlar”a (Mitchell ve Black, 2014: 125) ilişkin gözlemlerini dürtü

kuramının güdüsel çerçevesine yerleştirmek güçtür. Haz ilkesine göre libido biçimlendirilebilirdir, haz peşinde koşarken birbirinin yerini alabilecek birçok nesne kullanılır. Dolayısıyla acı verici arzular ve engelleyici nesneler kovulabilir. Ancak

35

Freud’un libidonun haz ilkesinin zıttı yönde işler görünen “yapışkanlık” (Mitchell ve

Black, 2014: 125) adını verdiği bir özelliği de vardır. Libido acı verici bir biçimde

eski ya da ulaşılmaz nesnelere, engellenmiş özlemlere, bozulmuş arzulara saplanır. Freud’un klinik kuramının kalbi olan Oedipus karmaşası bunun başlıca örneğidir.

Fairbairn, Freud’un yaşamındaki temel güdünün haz olduğu önermesini sorgulamış ve farklı bir başlangıç noktası öne sürmüştür. Ona göre “(…) libido haz

arayıcı değil de nesne arayıcıdır.” (Mitchell ve Black, 2014: 126) Ebeveynlerin

çocuklarla ilişkisi üzerine eğilen Fairbairn, onların hangi temas biçimleri sunarlarsa çocuğun o biçimde onlara bağlandığını ve bu biçimlerin başkalarına bağlanmanın ve bağlantı kurmanın yaşam boyu kullanılan örüntüleri haline geldiğini savunur. Kişi en erken ilişkilerde içselleştirdiği örüntülere göre ilişkilerini şekillendirir. İnsan ilişkilerindeki örüntülerin bu yineleyiciliği, bireyin içsel meselelerini yeni kişiler arası durumlara yansıtmasında kendini gösterir. Eski örüntülerin döngüsel bir şekilde yinelenmesi kişilik ve kişiler arası ilişkilerdeki bozuklukların değişimini zorlaştırır. (Mitchell ve Black, 2014: 133)

Fairbairn, kendi nesne ilişkileri kuramını Klein’ın içsel nesneler ve içselleştirmiş nesne ilişkileri fikri üzerine inşa etmiş olsa da bu temel kavramları kullanışı ve zihinle ilgili görüşleri onunkinden farklıdır. Klein’a göre içsel nesneler tüm yaşantılara eşlik eden, hayal ürünü görüntülerdir. Zihinsel yaşamın doğal ve kaçınılmaz bir parçasıdır bunlar. “İçselleştirimiş nesne ilişkileri düşünce ve

yaşantının birincil biçimleridir.” (Mitchell ve Black, 2014: 128) Fairbairn ise içsel

nesneleri, yetersiz ebeveynliğin sonucu olarak görür. Ona göre çocuğun bağımlılık ihtiyaçları karşılanmaz, aradığı onaylayıcı etkileşimler sağlanmazsa dışsal gerçeklikten, insanlarla gerçekçi alışverişten patolojik bir uzaklaşma gerçekleşir ve bununla birlikte insanın fantezi düzeyinde bağlantı kurup sürdürdüğü içsel nesne ilişkileri, içsel nesneler oluşur. Fairbairn’e göre içsel nesneler, tüm yaşantıların temel ve kaçınılmaz eşlikçileri değildir, daha çok kişilerarası dünyadaki gerçek insanlar ve gerçek şeyler için telafi edici ikamelerdir. (Mitchell ve Black, 2014: 128)

Fairbairn’in bastırma anlayışı, bazı yönlerden Freud’unkinden farklıdır. Freud’un ilk kuramında, bastırılmış olanın özü gerçek bir yaşantıdır. Travmatize edici etkisi nedeniyle bu anının bilince çıkmasına izin verilmez. Çocuksu baştan

36

çıkarma kuramından çocuksu cinsellik kuramına yönelen Freud, bastırılmış olanın özünü, bilince çıkmasına izin verilmeyecek kadar çok tehlikeli, yasaklanmış itkiler olarak tasarlamıştır. Buna göre anılar da bastırılabilirdi ama bastırılmalarının nedeni travmatik doğaları değil de çatışmalı, yasaklanmış itkilerle bağlantılarıdır. Fairbairn için anılar ve itkilerin bastırılmasının nedeni, “birincil olarak travmatik ya da

yasaklanmış” (Mitchell ve Black, 2014: 130) oldukları için değildir. Tehlikeli nesne

bağlarının temsilcileri oldukları ve onları açığa çıkarma tehdidi içerdikleri için bastırılırlar.

Freud için bastırılmış olan, itkilerden oluşmaktaydı ama bastırıcı olan temelde bir içsel ilişkiden, ego ile süperego arasındaki işbirliğinden oluşmaktaydı. Gerçeklik, güvenlikle ilgilenen ego ve ahlaki konular, cezalandırmayla ilgilenen süperego yasaklanmış itkileri bilince çıkmaktan alıkoymak için bir araya gelmekteydi. Fairbairn göre ise hem bastırılmış olan hem de bastırıcı olan içsel ilişkilerdi. Bastırılmış olan, “kendiliğin, ebeveynlerin ulaşılamaz, sıklıkla tehlikeli

yönlerine bağlanmış kısmı; bastırıcı ise kendiliğin ebeveynlerin daha ulaşılabilir, daha az tehlikeli özelliklerine bağlanmış” (Mitchell ve Black, 2014: 130) bölümüdür.

Fairbairn’in öne sürdüğü dikkat çekici diğer bir düşünce depresif, kopuk ya da narsisistik biçimde kendine dönük ebeveynleri olan bir çocuğun aynı şekilde depresif, kopuk ya da narsisistik biçimde kendine dönük eğilimde olabileceğidir. Çocuk bu sayede ebeveynlerinin kişiliklerinin ulaşılmaz bölümleriyle bağ kurduğu hissine kapılır. Bu doğrultuda hastaların, “en acı verici duygulanımsal durumlar”ını (Mitchell ve Black, 2014: 131) aşma sürecinde, içsel varlıklar olarak ebeveynleri ile bağlantılarını yitirmekte olduklarını hissetmeleri az rastlanan bir durum değildir. Fairbairn’e göre çocuk ebeveynlerinin yanıt vermeyen yönleri gibi olur: depresif, yalıtılmış, mazoşistik ya da zorba. Bu patolojik kişilik özelliklerinin hazmedilmesi sayesinde, başka bir yolla ulaşılmağı ebeveynle bağlantı kurmuş olduğunu hisseder.

Ebeveynlerin bu içselleştirilişi aynı zamanda zorunlu olarak egoda bir bölünme yaratır: Kendiliğin bir kısmı dış dünyadaki gerçek ebeveynlere yönelir, onlardan gerçek yanıtlar bekler; diğer bir kısmı da bağlı olduğu içsel nesneler olarak yanılsama ürünü ebeveynlere yönelir. Ebeveynlerle yaşanılan deneyimler bölünüp içselleştirildiğinde onların çekici, vaatkâr özellikleri ile engelleyen, düş kırıklığı

37

yaşatan özellikleri arasında bir bölünme gerçekleşir. Egonun bir kısmı

“heyecanlandırıcı nesne”ye (Mitchell ve Black, 2014: 132), kendiliğin sürekli özlem

duyan ve umut yaşayan kısmına bağlanır. Fairbairn kendiliğin bu bölümüne

“libidinal ego” (Mitchell ve Black, 2014: 132) adını verir. Egonun bir kısmı da

reddeden nesneyle, kendiliğin öfkeli, nefret dolu ve ihtiyacı hor gören kısmıyla özdeşleşir. Fairbairn, kendiliğin bu bölümünü “anti-libidinal ego” (Mitchell-Black

2014: 132) şeklinde adlandırır. Anti-libidinal egonun düşmanlığı, libidinal egoya ve

heyecanlandırıcı nesneye yönelir; bunların ikisi de onun bakış açısından baştan çıkmış ve tehlikelidir.

Diğer bir önemli nesne ilişkileri kuramcısı olan Donald Woods Winnicott’tur. Winnicott’un öğretisi hem normal bebek ve çocukların hem de psikotik çocukların anlaşılmasında ve tedavi edilmesinde öncülük etmiştir. Yaşamın ilk yıllarına önem veren Winnicott, bu yılları “mutlak bağımlılık” (Habip, 2012: 80) olarak tanımlamıştır. Bu dönemde, anne bakımının niteliği önemlidir. Bebek ancak anne bakımıyla var olacaktır. Anne “yeterince iyi” (Habip, 2012: 80) olmalıdır. Yeterince iyi anne bebeğin ruh ve beden bütünleşmesine, bireyleşmesine zemin hazırlayacaktır. Bu süreçte anne, kendini tamamen bebeğin ihtiyaçlarına göre uyarlar. Winnicott, bebeğin ihtiyaçlarını önceden tahmin etmeye dek varan bu duygu durumunu,

“birincil annelik tasası ya da birincil anne hastalığı” (Habip, 2012: 80) olarak

tanımlar.

Hamilelik boyunca gelişen bu ruhsal durum, doğumla birlikte yoğunlaşır. Anne, bebeğin giderek ona daha az ihtiyaç duyması, bağımsızlaşmasıyla birlikte iyileşmeye başlar. Anne ile bebek arasında kurulan yakın ilişkinin sürekliliği ve güven verici olması önemlidir. Ama süreklilik, kesintisizlik anlamına gelmez. Çocuğun annenin yokluğunu deneyimlemesi gittikçe gelişmiş savunma düzenekleri üretmesi ve tek başına kalma yeteneğini geliştirmesini sağlar. Tek başınalık, burada çocuk tarafından artık terk edilmeye eş değer tutulmaz. Çocuk, birliktelikteki kesintilerle annenin bedeni ve onun sağladığı bakım olmadan da var olma yolunda adım atar. (Habip, 2012: 81)

Winnicott’un kuramında geçen önemli kavramlardan biri “geçiş nesneleri,

38

“Geçiş nesneleri ve geçiş görüngüleri kavramları başparmak ile oyuncak ayı, oral erotizm ile gerçek nesne ilişkisi, birincil yaratıcı etkinlik ile içe atılmış olanın yansıtılması arasındaki deneyim alanına işaret ederler.” (Habip, 2012: 81) Çocuk

için neredeyse hayati önem taşıyan bir nesne ya da olgu olan geçiş nesnesi bir yün iplik, tüylü bir hayvan, bir yorganın kenar köşesi, bir müzik parçası ya da ninni olabilir. (Habip, 2012: 81)

Geçiş nesnesi, bir anlamda ilk mülkiyettir. “Bebeğin ilk edimlerinden, ilk

sahip çıktığı şeylerden biridir ve memeyi ikame eder.” (Habip, 2012: 81) Bebek

memenin yokluğunda onunla oyalanır. Bu oyalanma esnasında sanki başka bir evrende gibidir, bir yanılmasama içerisindedir. Winnicott dış gerçeklik ile iç gerçeklik arasında yer alan bu alana, “potansiyel alan” (Habip, 2012: 82) der. Yaratıcılık, sanat ve kültürel edimler potansiyel alanda gerçekleşir. Bu alan iç ve dış gerçeklik arasındaki gerim karşısında öznenin yarattığı alternatif bir alandır.

Winnicott’un sözünü ettiği yanılsama olumsuz mahiyet taşımaz. Anne,

“bebeğin ihtiyaçlarını başlangıçta yüzde yüz karşılayarak, bebeğin istediği şeyi tam zamanda sunarak” (Habip, 2012: 82) onu bir tür yanılsama içine sokar. Bebek

ihtiyaç duyduğu şeyi tam zamanında karşısında bulunca onu kendi yarattığı algısına kapılır. Memeyi kendi yaratımı olarak düşünür. Annenin ikinci önemli görevi, bu yanılsamayı tedricen ortadan kaldırmaktır. Geçiş nesnesi ve alanı iç gerçeklik ile dış gerçekliğin bir çatışma içine girdiği bu süreçte ortaya çıkar. Anne bu alanı sorgulamaz; çocuğun kendi kendine oynamasına, oyalanmasına izin verir. Oyun alanının inşa olduğu bu süreçte bebek yaratır, keşfeder. (Habip, 2012: 82)

Yanılsama alanı, “(…) oyuna, yaratıcılığa ve kısacası kültür dediğimiz,

insanların kendi iç gerçekliklerini tehlikeye maruz bırakmadan (ya da tehlike altında olmadıklarını düşündükleri) serbestçe ifade edebildikleri yere işaret eder.” (Habip, 2012: 82) Taşıdığı düş, düşlem, simge değeriyle geçiş nesnesi ise bebeğin ilk

yaratımıdır. Bu nesne, zamanla unutulur ama yası unutulmaz. “Geçiş nesnesine

yapılan yatırım geri çekilmez, kültürel alandaki nesnelere yayılır.” (Habip, 2012: 82) Potansiyel alanı oyun kavramıyla ilişkilendiren Winnicott oyunu, ona atfedilen

mastürbatif cinsel anlamın dışına çıkararak oyunun bir araç değil, amaç olduğunun altını çizer. “Oyun bu kadar uyarıcı bir şeyse sadece dürtüler işin içine girdiği için

39

değildir.” (Habip, 2012: 84) der. Öne sürdüğü bu düşüncelerle Winnicott, Freud’un

yaratıcılığı dürtüyle ilişkilendirmesi ve Klein’ın yaratıcılığın kökenindeki onarım olgusunu bir kenara bırakmış olur.

Winnicott’un sözünü ettiği kendilik kavramının Freud’un benlik dediği şeyden daha geniş bir anlamı vardır. Kendilik, “içinde dürtüsel hakikatin de

bulunduğu gizli özneye ve bu öznenin kendi üzerine düşünmesine tekabül eder.” (Habip, 2012: 84) Kendilik varlığını özellikle annenin bakışında ve ifadesinde

keşfeder. Annenin yüzü ve annenin bakışı bebeğin kendini, kendiliğini keşfedebileceği ilk aynadır. Bebek, kendini önce annenin bakışında keşfeder, bütünlüklü olarak algılar. (Habip, 2012: 85)

Winnicott’a göre annenin başlangıçta bebeğinin ihtiyaçlarını tam anlamıyla karşılayarak bir yanılsama alanı yaratması ve bu alana saygı duyması oldukça önemlidir. Bebeğin ihtiyaçlarından ziyade annenin bir ihtiyacı ön plana çıkarsa bebek, tepki olarak “düzmece kendilik” (Habip, 2012: 83) geliştirir. Bu yolla kendilik gizlenerek de olsa yoksunluğu dondurup kendini koruma altına alır. Hakiki kendiliği savunma amacıyla da olsa düzmece kendilik fazla ön plana çıkarsa işe yaramaz olma duygusu ortaya çıkar. Yaşam anlamsızlaşır, mutsuzluk ve boşluk duygusu yerleşir; sürekli rol yapıyormuş hissi içerisinde geçer. “Düzmece kendiliğin

ön planda olduğu kişilikler dış dünyadaki verileri kendiliklerine dâhil etmek yerine kendiliklerini dış dünyanın dayatmalarına göre dönüştürmektedirler.” (Habip, 2012: 86) Bu dönüştürmenin bedeli ağır olur. Yaşamın yaşamaya değer olduğu şeklindeki

itici yaşam güdüsü hep eksik kalır. Oysa kendiliğindenlik ve onun sağladığı özgürlük duygusu yaratıcı yaşamın önünü açar.