• Sonuç bulunamadı

Jacques Lacan ve Lacancı Kuram

1. KONU

1.1.6. Jacques Lacan ve Lacancı Kuram

Jacgues Lacan çağdaş psikanalitik düşüncede önemli ve bir o kadar da tartışmalı bir yere sahiptir. Onu tartışmalı bir zemine çeken hususlardan biri, zor anlaşılmasıdır. Güç anlaşılmasında, birçok etmen etkili olmakla birlikte Fransızca bilmeyen okur için çeviri sorunu bunlardan biridir. “Lacan psikanalize dilbilim ve

edebiyat üzerinden yaklaşır ve kendine has yazma ve konuşma tarzı açıklayıcı olmaktan çok şiirseldir.” (Mitchell ve Black, 2014: 214) Bununla birlikte

anlaşılmamasına sebep olan bir diğer husus, gösteriyi andıran sunumlarının geniş kapsamlı felsefi, politik, edebî göndermeler ve imalarla dolu olmasıdır.

Psikanalitik düşüncenin gelişim süreci içerisinde, zamanla Freud’dan çeşitli yönlerden uzaklaşan yeni ekoller türemiştir. Bu sapmalar karşısında Freud’a geri dönmeyi savunan Lacan, onun daha çok erken dönem çalışmaları ile ilgilenmiştir:

“bilinçdışı, bilinçdışı çocukluk karmaşaları, bilinçdışının işleyiş mekanizmaları ve bastırma mekanizması” (Lacan, 1994: 10) sorunlarıyla ilgilendiği ilk dönem.

44

Odağındaki bu konularla Lacan, psikanalizi “bilinçdışının bilimi” (Lacan, 1994: 10) olarak ilan etmiştir.

Saffet Murat Tura, Lacan’ın kitap olarak yayımlanmış Fallus’un Anlamı yazısına yazdığı uzun ön sözde öne sürdüğü görüşleri yorumlar. Tura’ya göre Lacan’ın “insani arzu Öteki’nin arzusunun arzusudur” (Lacan, 1994: 12) denklemiyle ortaya koyduğu düşünce, insan arzulanmayı arzular şeklinde düşünülebilir. İnsan kendini ancak dilde, yani Öteki’nin nezdinde, Öteki tarafından ona dayatılan yabancı ortamda, kendine yabancı, yabancılaşmış olarak imleyebilir. Lacan’a göre bu ötekileşme, yabancılaşma bilinçdışının koşuludur. Özne kendini imlerken temelde Öteki’nin arzusunu dile getirir.

Bilinçdışı “simgesel kastrasyon”un temeli, öznenin anneden devraldığı dil aracığıyla annenin arzusunun, annenin fallus yoksunluğuna bağlandığı kritik gelişim aşamasında atılır. Simgesel kastrasyon, Lacan’ın “imgesel kastrasyon” olarak nitelediği klasik Freudcu karmaşadan daha derin ve temel bir narsisistik karmaşadır. (Lacan, 1994: 12) Lacan, kastrasyonu “olmak” boyutunda, psikanalitik bir varoluş sorunu olarak ele almıştır. Bu, bir tür “narsisistik kastrasyon”a denk gelen trajik boyutlu bir karmaşadır. Freud’un kabaca erkekte “penisin kesilmesi tehdidi”, kadında ise “penis hasedi” başlıkları altında ele aldığı penise “sahip olmak” ile ilgili imgesel sıkıntılara karşılık gelen kastrasyon, Lacan’da daha da derinde, dille devreye giren “simgesel” bir “olmak” sorunsalına bağlanmıştır. Dolayısıyla kastrasyon sadece imgesel bir boyutta penisin kesilmesi tehdidi değildir. “Fallus olmak”, her iki cins için de Öteki’nin arzusunun nesnesi olmaktır. Kastrasyon, bundan yoksun olmaya sebep olmuştur. Bu durumda, bir şeyin yokluğunda onun yerini tutarak ona işeret ettiği için fallus artık bir imleyendir. (Lacan, 1994: 16)

Tura, Lacan’ın “Dil, bilinçdışının koşuludur.” (Lacan, 1994: 18) sözüne yorum getirir. Psikanalizi ayrıcalıklı kılan, “birincil süreç düşüncesi” yani insanın düşünmediği düşüncelerle ilgilenmesidir. Düşünülmeyen düşünce, her ne kadar paradoksal görünse de analitik deneyimin insan doğası hakkında ortaya koyduğu ilk olgulardan biridir. İnsan, bir ruhi çöküntünye uğramamak için bazı düşüncelerini düşünmez. Bir düşünceyi düşünmemenin yegâne yolu, başka bir düşünceyi düşünmektir. Burada, bir bastırma söz konusudur. Freud’un metapsikolojik açıdan

45

bilinç alanından bir yatırım çekilmesi ve bir karşı yatırım uygulaması şeklinde ya da Lacan’ın bir imleyenin kendisiyle aynı düzeyde bir başka imleyenle temsil edilmesi, yani metafor şeklinde denklemini kurduğu “bastırma” ancak dil sayesinde olanaklıdır. (Lacan, 1994: 18)

“Eksik”, “kastre” bir varlık olan insan narsisistik açıdan yaralıdır. Çünkü insan Öteki’nin arzusunun nesnesi olacak şey değildir. Öteki’nin arzusu olmak, “ilksel ben ideali” denebilecek bir biçim kazanarak öznede içselleşmiştir. “Ben ideali” de daima utanç ile eşleşir. Çünkü “ben” daima idealinden eksik bir şeydir. Diğer bir deyişle insan Öteki’nin -annenin- arzusunu karşılayamaz. (Lacan, 1994: 24) Öznenin “ideali”ne göre eksik olmasını bilinçdışında fallus imleyeni ile anlatmasına neden olan şey, Oedipus girişinde aldığı yorum gereği imleyenini annenin “eksiğinde” bulmasıdır. Söz konusu eksiklik, Oedipus karmaşasıyla birlikte cinsel bir ton kazanmıştır. Cinselliğe adanmış organı henüz cinsellik statüsü kazanmamış olan çocuk, annenin fallus eksiğini onun arzusuna bağlar. Kendi yetersizliğini, onu Baba’ya götüren annenin arzusu nedeniyle cinsel bir yetersizlik olarak deneyimler. (Lacan, 1994: 25)

Psikanalize göre insan kişiliğinin oluşması üç aşamada gerçekleşir: “0 ile 6-8

ay arasına yayılan birinci dönem; uç örnekleri de düşünürsek 3,5 yaşa kadar uzayabilen bir ikinci dönem; ve yaklaşık 6 yaşa kadar uzayabilen bir üçüncü dönem.” (Tura, 1994: 28) Freud’un oral dönem olarak adlandırdığı birinci dönemi

Lacan “parçalanmış beden” (Lacan, 1994: 29) şeklinde, ruhsal ve bedensel eş güdüm yoksunluğu bakımından ele alır. İkinci evre, Freud’un “anal dönemi”, Lacan’ın “ayna evresi” dediği dönemdir. Üçüncü dönem ise libidonun genital ilgilerini kazandığı fallik dönem, Oedipus karmaşasının yaşandığı evredir.

İkinci dönemi üçüncüsüne, yani fallik döneme bağlayan kavşakta, öznede fallus imleyenine denk düşen organın -penis ya da klitoris- bir eksikle, utançla eşleştiği görülür. İkinci dönem, “kadiri mutlaklık iddiaları ve Öteki’ne muhtaç olma

çelişkisi, Öteki ile girişilen iktidar savaşımı, isyan ve boyun eğme, bağımlılık düzeyinde sevgi ve nefretin bir aradalığı, inatlaşma, zıtlaşma ile özelleşir.” (Lacan, 1994: 30) Henüz Oedipus döneminin erdemlerini kazanmamış olan çocukta,

46

gelişmemiştir. Bu dönemin nihai biçimini almış üstbene aktaracağı “üstben

çekirdeği” (Lacan, 1994: 30) Öteki karşısında utanç, küçük düşme, sevgiyi

kaybetme korkusuyla kendini belli eder.

Lacan, fallik dönem öncesi ikinci dönemi, anne ile “ikili ilişki” dönemi ve “ayna evresi” kavramlarıyla tanımlar. İkili ilişki, ödipal “üçlü ilişki”den -“O”nun yani Baba’nın yapılandırıcı gücü sayesinde “ben” ve “sen” kavramlarının ayrılmasından- önceki dönemdir. “Ben” ile Öteki’nin ayrı rollerinin kabul edilmediği bir evredir. Ayna evresinin belirtileri yaklaşık 6-8 aylık bebekte gözlenir. Lacan, anneden ikinci kez, bu sefer “psikolojik olarak doğan” yani kendini annesinden ayrı işaretlemeye başlayan bebeğin, ayna karşısında kendi imgesini bir bayram coşkusuyla ele geçirmesine dikkat çeker. “Bu kuşkusuz ‘oluş’un ‘beden-ben’de

bedenleşen ve Öteki tarafından da paylaşılması beklenen sevincidir.” (Lacan, 1994: 32) Ayna evresi, bebeğin henüz istemli hareket düzleminde kazanamadığı beden

bütünlüğünü, Öteki’nin bedeninden dolayımlayarak önceden üstlenmesini sağlar. Bu evre, temel olarak “olmak” kavramını psikanalize sokmuş olması bakımından anlamlıdır. Öteki’nin arzusunu arzulayan çocuk burada ilk narsisistik örselenmelerine açılır.

Fallik evrede narsisistik örselenme işaretini kazanır, ödipal simgeselliğe ulaşır. “Olmak” sorunsalı, “narsistik örselenmesinin kendine yabancılaşmış işaretini

bulacağı (penis’e) ‘sahip olmak’ (ya da sahip olmamak) sonucuna” (Lacan, 1994: 32) bağlanır. Öteki’nin arzusunu arzulayan özne, fallik ilgilerini kazanıp dildeki

becerilerini geliştirdiğinde, Öteki’nin yani annenin arzusunun, annenin kendi penis eksikliği ile ilişkilendirdiği bir tarzda Baba’ya tabi olduğunu keşfeder. Annenin fallusa sahip olmaması, fallusa sahip olanın Baba olduğuna işaret etmesi bakımından önemlidir. Öteki’nin arzusu burada dolayımlayıcı bir rol oynayarak çocuğa Baba’yı göstermiş olur. Üstelik Baba da bu noktada edilgen değildir çünkü Baba, her türlü üçüncüyü dışta bırakan anneyle ikili ilişkinin yasağı, “ensest yasağı’nın yasası”nın (Lacan, 1994: 33) temsilcisidir.

Baba’nın fallusu karşısında sahip olduğu şeyin, sahip olmadığından daha değersiz olduğunu kavrayan kız ya da erkek çocuk derinden sarsılır. Çünkü beden- benin bu bölümü cinselliğe adanmış olmakla beraber henüz cinsel bir erk taşımaz.

47

Beden-benin bu eksiği utanç kaynağı olur. İnsan yavrusu böylece “olmak”taki eksiğini, fallus imleyeniyle işaretler. “Olmak”taki eksik, “olmak” kavramının çağrıştırdığı tüm varoluşsal yükle “sahip olmak” sorunsalına bağlanırken cinsel bir boyut, cinsel bir simge, bir imleyenle damgalanır. Lacan’ın “simgesel kastrasyon” terimiyle anlatmak istediği sürecin bir boyutu da budur. Böyle bir işaretleme sürecinde açığa çıkan utanç, eksiklik duygusu, baştan yeniklik daha sonra Baba’nın elinden ona kalkan sopanın fallus niteliği almasını yani çocuğu Baba karşısında başı öne eğik ve suçlu kılmayı sağlayan en önemli nedendir. Bundan ötürü anneninkinden farklı olarak Baba’nın tokadı utanç yüklüdür. “Yasa” karşısında suçluluk duygusunun gözlendiği her yerde, kendine saygı ve güvende de azalma vardır. (Lacan, 1994: 34)

Lacan’a göre fallik evrenin girişinde dile eklemlenememek yüzünden “kökensel bastırma”ya maruz kalan deneyim, bastırıcı karşıt yatırım gücünü fallus imleyeninde bulur. Fallusun imleyen olması, sadece gelişimsel açıdan dile egemen olmayla zamandaşlığından değildir. Freud’un mitik ve her türlü analizde ulaşılması olanaksız olan, asla bilinçte yer almamış; Lacan’ın ise kavrayışıyla dil öncesi olduğundan dilde simgeleşmeden kalmış olarak sözünü ettiği deneyim, dil tarafından örtülmüştür. “Bu deneyime dil cephesinde yabancılaşmış olarak denk düşen karşıt

yatırımın yüklendiği bastırıcı imleyen Öteki’nin arzusunun dolayımlandırıcı gücünün imleyeni fallus olduğundan, fallus ‘kökensel bastırma’nın imleyenidir.” (Lacan, 1994: 35) Bununla birlikte dilin imleyen işlevinin öznede meydana getirdiği temel

yabancılaştırıcı etkilerin de imleyenidir.