• Sonuç bulunamadı

Melanie Klein ve Çağdaş Kleincı Kuram

1. KONU

1.1.3. Melanie Klein ve Çağdaş Kleincı Kuram

Melanie Klein, Freud’dan sonra psikanaliz üzerinde en çok etkisi olan yazarlardan biridir. Çocuklar üzerinde yaptığı gözlem ve klinik çalışmalarla Klein, Freud’un varsayımlarını doğrulamak ve genişletmiş olmakla birlikte birçok açıdan Freud’unkinden farklı bir ufkun doğmasına yol açmıştır. Bella Habip’in ifadesiyle Freud, yetişkinin içindeki çocuğu ortaya çıkarıp konuşturmuş; Klein ise “(…)

yetişkinin içindeki bebeği keşfetmiştir.” (Habip, 2016: 56) Freud, nevrotik

çatışmanın çekirdeğinin çocuksu cinselliğin zirvesi olan ödipal evrede, beş-altı yaşındaki çocuğun yoğun ve tehlikeli ensest yönelimli arzularla mücadele ettiği sırada oluştuğunu savunmuştur.

Daha erken süreçlerle ilgilenmiş olan Klein, Freud’un daha büyük yaş çocuk hakkındaki varsayımlarını doğruladığını düşündüğü şeylerin, çok daha küçük yaştaki -iki ya da üç- çocuklara ve hatta bebeklere de uyarlanabileceğini öne sürmüştür. Klein, Freud’un kuramını daha erken gelişimsel evrelere kadar genişletirken “hem

ensest nitelikli birleşme fantazilerinin (Oedipus karmaşası) hem de dehşet vereci kendini cezalandırmaların (süperego), daha ‘ilkel’, korkutucu biçimlerde, çok genç

27

yaşlardan başlayarak var olduğunu” (Mitchell ve Black, 2014: 94) ortaya

koymuştur.

Klein, çocuk psikanalizinde oyuna büyük önem vermiştir. Hug-Helmut ve Anna Freud gibi eğitimci terapistler, oyunu çocuğun bir erişkinle kuracağı ilişkiyi hazırlamak, düzenlemek için kullanmışlardır. Bunun aksine, çocuğun seanslarındaki oyunlarıyla yetişkinin seanslarındaki serbest çağrışımların birebir örtüştüğünü söyleyen Klein, oyununun “çocuğun bilinçdışı düşlemlerine ulaşmanın anayolu”

(Habip, 2012: 50) olduğunu savunmuştur. Çocuğun dili olan oyun, kaygıyı tedavi

edici yaratıcı yüceltmelerden biridir. Diğer bütün yüceltmelerde olduğu gibi oyunun temelinde olan şey, mastürbasyona yönelik düşlemlerin eyleme konulmasıdır. İlk sahne temsilleri, bu düşlemler içinde başta yer alır. İç dünyadaki nesneler, oyundaki canlandırmalara yansıtılır.

Hug Helmuth’a göre, hedefin çocuğa estetik ve ahlaki değerleri kazandırmak olduğu oyunla tedavi eğitsel ve sağaltıcı olmalıdır. Analizde yorum, Oedipus nitelikli görüngülerin bilinç düzeyindeki anlamlarını içermemelidir. Bunun aksine, çocuğun derin kaygılarına erişmek isteyen Kleincı teknik, Oedipus karmaşasının aktarım içindeki yorumuna dayalıdır. Analizlerinde en küçük ayrıntıları yorumlayan Klein, oyundaki ögelerin suçluluk duygusu ile olan ilişkisi ortaya çıkarılırsa gerçekçi sonuçlara ulaşılabileceğini söyler. (Habip, 2012: 51) Analizde yorum, bilinçdışı bir şekilde hissedilen denklikleri hedefler ve gerçek nesnelerin iç nesnelerle olan ayrımını belirginleştirir. Bu yolla iç nesnelerin kaygılandırıcı gücünün azaltılması hedeflenir. Süreçte yıkıcı eğilimler ortaya çıkacak ve analist, bu malzemenin simgesel özelliğinden yararlanıp bilinçdışı çatışmaları bilinçlendirecektir. (Habip, 2012: 52)

Bilinçdışı fantezi kavramı, Klein’ın kuramında önemli bir yere sahiptir. Bilinçdışı fantezinin varlığı, bir hastalığın ya da gerçeklik duyumunda azalmanın göstergesi değildir. Bilinçdışı fantezilerin doğası ve dış gerçeklikle kurduğu ilişki bireyin psikolojisini belirler. Bilinçdışı fantezinin bir işlemi nesneleri benliğe, içe atmaktır. Başlangıçta meme ve sonra penis yani kısmi nesneler, daha sonra bütünsel nesneler -anne, baba ve ebeveyn çifti- içe atılır. İçe atmanın oldukça fantastik bir görünümde olduğu erken dönemde, yansıtmalar nedeniyle içe atılan nesneler

28

çarpıtılır. Gelişim ilerleyip gerçeklik duyumu tümüyle işlemeye başladığında, içsel nesneler dış dünyadaki gerçek nesnelere daha fazla yaklaşır. Benlik, içe atılan nesnelerden bazılarıyla özdeşleşir. Benlik tarafından özümsenen bu nesneler, onun gelişimine katkıda bulunur. Bazıları ise ayrı içsel nesneler olarak kalırlar ve benlik onlarla ilişkisini sürdürür. Örneğin, üstbenlik böyle bir nesnedir. İç dünyanın karmaşık bir yapı edinmesine sebep olan içsel nesneler, kendi aralarında da ilişki içerisindedir. (Terbaş, 2016: 106)

Klein’in psikanalitik düşüncenin gelişimine en önemli ve kalıcı katkısı paranoid-şizoid ve depresif konumlar olarak adlandırdığı durumlardır. Başlangıçta bebeğin benliği bütünleşmemiş, örgütlenmemiştir. Klein, bu aşamadaki benliği,

“erken benlik” (Terbaş, 2016: 107) olarak tanımlar. Paranoid-şizoid konumda

kendilik ve nesne uzamsal olarak meme, yüz, el gibi beden parçaları olarak görünür ve bir bütün olarak algılanmaz. Büyük oranda örgütlenmemiş olmasına rağmen erken benlik, en baştan beri bütünleşme eğilimdedir. Yaşam ve ölüm dürtüsü arasındaki çatışma, olgunlaşmamış benlikte kaygı yaratır. Ölüm dürtüsünün ürettiği kaygıyla karşılaşan benlik, bu dürtünün yönünü değiştirir. Kendisindeki ölüm dürtüsünü içeren kısmı dış nesneye, memeye yansıtır. Kötü ve tehdit edici olarak hissedilen meme, benlikte zulmedilme hissinin gelişmesine neden olur. Bebek, fantezisinde memeyi onu her an yutabilecek, içini oyabilecek, parçalara ayırabilecek ve zehirleyebilecek tehlikeli bir nesne olarak hayal eder. (Terbaş, 2016: 107)

Diğer bir taraftan ideal nesneyle de bir ilişki kuran benlik yaşamını sürdürecek, dürtüsel ihtiyaçlarını tatmin edecek bir nesne oluşturmak amacıyla libidoyu da yansıtır. Libidonun bir kısmı dışarıya yansıtılırken, kalan kısmı ideal nesneyle ilişki kurmak için kullanılır. Bu durumda, ilişki kurulan birincil nesne olan meme ikiye bölünmüş olur: ideal meme ve zulmedici meme. Dışarıdaki gerçek anne tarafından sağlanan tatmin edici sevgi ve beslenme deneyimleri ideal nesne fantezisiyle kaynaşır. Aynı şekilde zulmedilme fantezisi, bebeğin zulmedeci nesnelere atfettiği yoksunluk ve acı deneyimleriyle iç içe geçer. (Terbaş, 2016: 107)

Zulmedici nesnelerin benliğe girmeleri, ideal nesneyi ve kendiliği ezip yok etmeleri paranoid-şizoid konumun başlıca kaygısıdır. Benlik bu ezici yok olma kaygısına karşı bir dizi savunma geliştirir. Bunlar: “içe atma, yansıtma, bölme,

29

tümgüçlülük, idealleştirme ve inkâr” dır. (Terbaş, 2016: 107) İlk savunmalar içe

atma ve yansıtmadır. İçe atma ve yansıtmayla içsel ve dışsal nesneler arasındaki etkileşim, nesne ilişkilerini şekillendirir. Bunlar benlik ve üstbenliğin inşasına katılarak Oedipus karmaşasının başlamasına zemin hazırlar. Paranoid-şizoid konumda, içe atılan ideal ve zulmedici nesneler üstbenliğin temellerini oluşturur.

Benliğin geliştirdiği savunmalardan yansıtmacı özdeşleşme, Kleincı psikanalizin merkezi bir kavramıdır. Memeyle ilk ilişkinin kurulduğu anda başlayan

“yansıtmalı özdeşleşmede, kendiliğin kısımları ve içsel nesneler, bir dış nesneye yansıtılır ve yansıtılan kısımlarla özdeşleşilir, onlara sahip olunur ve kontrol edilirler.” (Terbaş, 2016:109) Yansıtma, ideal nesneye olduğu gibi, kötü nesneye de

yönetilebilir. Kendiliğin kötü kısımları, onlardan kurtulmak ya da nesneye saldırmak ve onu tahrip etmek için yansıtılabilir. Kendiliğin iyi kısımları ayrılıktan kaçınmak, içerdeki kötü şeylerden korunmak ya da dış nesneye bir çeşit yansıtmalı onarım sağlamak için yansıtılabilir. (Terbaş, 2016: 109)

Bütün bu savunmalar, kaygıyla baş etmede yetersiz kaldığında savunucu bir önlem olarak benlik bütünlüğünü bozma yoluna gidebilir. Bu durumda, benlik kaygıdan kaçınmak için parçalanır. Küçük parçalara bölünme benliği hasara uğratır. Parçalanan benlik kısımları, kendini yansıtır. Bu tarz bir yansıtmalı özdeşleşme yaygın olarak kullanıldığında patolojik hale gelir. (Terbaş, 2016: 109) Klein’a göre normal bölme sağlıklı bir gelişim için kaçınılmaz bir öneme sahiptir. “Bebeğin bu

dönemdeki kaygı ve savunmaları paranoid-şizoid konumun çekirdeğini oluşturur ve insan gelişiminin normal unsurudur.” (Terbaş, 2016: 110) Paranoid-şizoid konumda

bebeğin elde ettiği başarılar, olgun ve bütünleşmiş bir kişiliğin oluşumunda önemli bir role sahiptir.

Klein’ın kuramındaki diğer önemli bir kavram, “depresif konum”dur. “Depresif” sözcüğü, burada psikopatolojideki depresyonla eş anlamlı değildir. Melankolik bir depresyondan çok farklı “suçluluk ve hüzün duyguları duymaya karşı

bir yetkinlik” (Habip, 2012: 59) anlamı taşır. Depresif konum için, “hem Oidipus durumundaki, hem de çocuğun genelde çevresi ile ilişkisindeki acı verici çatışmaların en derin kaynağı” (Terbaş, 2016: 111) diyen Klein, bu kavramı “iyi nesneleri yitirme korkusunun yol açtığı endişe ve üzüntü” (Terbaş, 2016: 111)

30

şeklinde tanımlar. Depresif duygular, çocuğun memeden kesilme döneminde yoğunlaşır. Burada yası tutulan nesne, sadece meme değildir aynı zamanda meme ve sütün temsil ettikleridir. Meme sevgi, iyilik, cömertlik ve güveni simgeler.

Benlik zamanla güçlendikçe bebek, kendi itkilerinden daha az korkar ve yansıtmaya daha az başvurur. Diğer bir deyişle paranoid korkuları azalmasıyla bölme ve yansıtma da azalır. Bebeğin benliği bütünleşmeye, daha kararlı ve sürekli hale gelmeye başladıkça depresif konum gelişir. Klein’a göre depresif konum, çocuğun gelişiminde merkezi bir önemdedir. “Yaşamın ilk yıllarını belirleyen bütünleşme ve

örgütlenme sürecinin önemli bir parçasıdır. (Terbaş, 2016: 112) Bu dönem, bebeğe

nesneyi bütün olarak kavrayabilmenin yolunu açar. Bebek, annenin kimi zaman iyi kimi zaman kötü, bazen var bazen yok olabileceğini, hem sevilebilir hem de nefret edilebilir olabileceğini kavramaya başlar. Kendi çifte değerli duygularından kaynaklanan çatışma ile yüzleşen bebek, sevdiği ve nefret ettiği kişinin aynı kişi yani annesi olduğunu fark eder.

Paranoid-şizoid dönemde temel kaygı, benliğin kötü nesne ya da nesnelerce tahrip edileceği kaygısı iken depresif konumda kaygı çocuğun “kendi yıkıcı

itkilerinin, sevdiği ve tamamen bağımlı olduğu nesneyi tahrip ettiğinden ya da tahrip edeceğinden” (Terbaş, 2016: 112) kaynaklanır. Bu konumda çocuk yas, özlem,

suçluluk gibi yeni duygularla tanışır. Kendi yıkıcılığı nedeniyle iyi nesneyi kaybetmiş olduğunu hisseder ve bundan suçluluk duyar. Nesnenin tahribatından kendi yıkıcı saldırılarını sorumlu tutar. Bununla birlikte nesneye yönelik sevgisinin bu tahribatı telafi edeceğine de inanır. Yıkıcılık ile sevgi ve onarıcı itkiler arasında bir çatışma yaşar.

Depresif konumun çocukta yarattığı diğer bir değişim, gerçekliği algılamasında meydana gelir. Benlik bir yandan kendini ve kendisinden ayrılan nesneleri diğer bir yandan fantezileri ve dış gerçeklik arasındaki ayrımı fark etmeye başlar, gerçeklikle ilişki kurar. Depresif konumun derinlemesine çalışılmasıyla benlik güçlenir. Depresif konum, üstbenliğin niteliğinde de değişim yaratır. Bu konumun başlangıç döneminde, “(…) üstbenlik hala katı ve cezalandırıcı olarak

hissedilir, fakat bütünsel nesne ilişkisi kuruldukça, üstbenlik canavarsı görünümlerini yitirir, iyi ve seven ebeveyn görünümüne yaklaşır.” (Terbaş, 2016:

31

113) İdeal ve zulmedici nesneler bir araya gelir ve böylece üstbenlik daha bütünlüklü

hale gelir.

Paranoid-şizoid konumda olduğu gibi bölme, depresif konumda da kullanılan bir savunmadır. Bu konumda bölme, “iyi nesneyi saldırılardan korumak ve onun

kaybını önlemek” (Terbaş, 2016: 114) amacıyla kullanılır. Yas acısının hissedildiği

depresif konumda; “sevilen içsel ve dışsal nesneleri yeniden yapılandırmaya yönelik

olarak onarıcı dürtüler gelişir.” (Terbaş, 2016: 114) Klein’a göre yas sürecindeki

kişi, sevgi nesnesini kendi içinde koruyup sürdürebileceğini hissetmeye başlar. Bu süreç, yaratıcılık ve yüceltmenin temelini oluşturur.

Depresif konumda, onarıcı etkinlikler hem nesneye hem de kendiliğe yöneltilir. Benlik daha iyi örgütlendikçe yansıtmalar zayıflar, bölme yerine bastırma ön plana çıkar. Psikotik savunmalar yerini ketleme, bastırma, yer değiştirme gibi nevrotik savunmalara bırakır. Çocuk, nesneyi korumak için kısmen dürtülerini ketler kısmen yerine ikameler koyar. Bu durum, simge oluşumunu başlatır. (Terbaş, 2016: 114) Simge işlevinin gelişimi, depresif konumun benlikte yarattığı değişliklerle birlikte gelir. Bırakılan nesne, kayıp ve onarım süreci sayesinde benlikte özümsenir ve simge haline gelir. (Terbaş, 2016: 115)

İlerleyen yaşamında karşılaştığı kayıplar, bireyde iyi içsel nesneyi kaybetme kaygısı uyandırır. Bu tür kaygılar, kökensel olarak depresif konumda deneyimlenen kayıplardır. Klein’a göre “yas çalışmasında yalnızca dış dünyayla olan bağların

yenilenmesi, dolayısıyla da kayıpla tekrar tekrar yüzleşilmesi değil, çökme ve bozulma tehdidi altında olduğu sezilen iç dünyanın da tekrar kurulması gerekmektedir.” (Terbaş, 2016: 115) Çocuk depresif konumdayken güvenli bir

şekilde iyi içsel nesneyi oluşturabilirse depresif kaygı uyandıran durumlar hastalığa yol açmayacaktır. Verimli bir şekilde, derinlemesine çalışılabilirse yas zenginleşme ve yaratıcılıkla sonuçlanır. Aksine sürekli olarak iyi içsel nesnesinin kaybedilmesi kaygısıyla karşılaşan benlik güçsüzleşir, gerçeklikle ilişkisi zayıflar. (Terbaş, 2016: 115)

Depresyonun onarımla çözülmesi yavaş bir süreçtir ve benliğin bu kapasiteyi kazanabilmesi uzun bir zaman alır. Depresif kaygılar, manik savunmalar ve onarım

32

mekanizmasını harekete geçirir. Buradaki manik savunmalar, patolojik olmayıp ruhsal gelişimde önemli bir role sahiptir. Manik savunmalar, nesneye yönelik bağımlılığa karşı kullanılır. (Terbaş, 2016: 115) Bu yolla nesneye yönelik bağımlılık inkâr edilmeye, giderilmeye çalışılır. Depresif konumda benlik, yıkıcı dürtüleriyle değerli içsel nesnesine hasar verdiğine inanır. Manik savunmalar bağımlılık, çifte değerlilik ve suçluluk duyguları içeren bu içsel dünyaya karşı devreye girer. (Terbaş, 2016: 116)

Klein, zihinsel sağlığı ulaşılacak ve korunacak gelişimsel bir plato olarak değil, sürekli yitirilen ve yeniden ele geçirilen bir konum olarak tarif etmiştir. Hem sevgi hem de nefret, yaşantıda sürekli olarak ortaya çıktıkları için depresif kaygı, insan varoluşunun sabit ve temel bir niteliğidir. Büyük kayıp, reddedilme ve engelleme dönemlerinde paranoid-şizoid konumun bölmesi ve manik savunmanın sağladığı güvenliğe kaçınılmaz geri çekilişler olur. (Mitchell ve Black, 2014: 105)

Klein’in öne sürdüğü önemli kavramlardan bir diğeri “haset”tir. Hasedi, açgözlülük kavramından yola çıkarak ortaya atan Klein, onu açgözlülükten ve kıskançlıktan ayırt eder. Nesneye karşı duyulan bağımlılık çerçevesinde ve henüz bir rakibin algılanmadığı bir ilişki içinde haset oluşur. Diğer bir ifade ile Oedipus nitelikli üçgen bir ilişkinin değil, ikili bir ilişkinin merkezindedir. Hedefi sadece aşk nesnesidir ve yıkıcıdır. Aşk nesnesinin sahip olduklarını, yıkıcı bir amaçla elde etmeyi hedefler. Oedipus nitelikli bir rakibi içeren kıskançlıkta, nefret nesneye karşı duyulan aşkın sonucudur. Açgözlülük ise içe atım mekanizması aracılığıyla nesnenin barındırdığı bütün iyi şeyleri elde etmeyi hedefler. (Habip, 2012: 59)

Klein’e göre haset ilkel zihinsel süreçlerin en yıkıcı olandır. Paranoid-şizoid konumdaki yaşamı karakterize eden nefret ve yıkıcılık dürtüleri, kötü memeyle olan ilişkiye taşınır; iyi meme, bölme sayesinde bir sığınak ve teselli kaynağı olarak korunur. Hasedin kendine has en ayırıcı özelliği, “(…) engellenmişliğe veya acıya

değil de doyum ve hazza verilen bir tepki olmasıdır.” (Mitchell ve Black, 2014: 109)

Haset, kötü memeye değil; iyi memeye bir saldırıdır. Bölme sürecini bozar, iyiyi kötüden ayıran bölmeyi aşar; sevgi ve sığınmanın en saf kaynaklarını zehirler. Haset umudu yok eder.

33

Kleincı olarak adlandırılan kuramsallaştırmada Klein’ın kavramları, analizanı ve öğrencisi olan Wilfred Bion tarafından genişletilmiş ve yorumlanmıştır. Bion, yaşantının yoğun dokusu ve çözümlenemez anlaşılmazlığını araştırma ve iletme çabalarına özel bir ilgi göstermiştir. Paramparça ve anlamsız nitelikteki şizofrenik düşünce, dilin kökenleri ve doğasını kavramaya yönelik düşünceler öne sürmüştür. Klein’ın hasedi formüle edişinde, nesneye yapılan bir saldırı vardır: memedeki bebek memeyi yok eder ve içeriğini kirletir, bozar. Bu tezden hareketle “şizofrenik

parçalanma ile Klein’ın tarif etmiş olduğu türden haset dolu saldırılar arasında bir bağlantının olduğu”nu (Mitchell ve Black, 2014: 110) savunan Bion’a göre saldırılan

şey, yalnızca nesnenin kendisi değildir. Çocuğun kendi zihninin nesneye ve genelde gerçekliğe bağlı olan kısmı da saldırıya maruz kalır.

Haset dolu bebek, nesneyle bağını katlanılmayacak derecede acı verici olarak yaşantılar ve bu nedenle sadece memeye değil, onu memeye bağlayan zihinsel kapasitelerine de saldırır. Yalnızca nesneye yönelik ve onu parçalara ayıran hayali bir saldırı değil, bebeğin kendi algısal ve bilişsel aygıtına yönelik bir saldırı da vardır. Bu da onun gerçekliği algılama ve anlama, başkalarıyla anlamlı bağlar kurabilme becerisini yok eder. Haset bir anlamda “zihnin kendine saldırması”dır. (Mitchell ve Black, 2014: 112) Bağlantıya saldırılar, zihnin kendi süreçlerine saldırmasının temel yollarından biridir. Böylece birtakım düşünceler, duygular ve insanlar arasındaki bağlantılar tümüyle kesilir. Bion, yansıtmalı özdeşimin kökenleri üzerine kuramını geliştirirken bebeği, örgütleyemediği ya da denetlemediği rahatsız edici hislerle dolu olarak tasarlar. Bu tasarısını, şöyle genişletir:

“Bebek, zararlı etkilerden kaçma çabasıyla, bu dağınık zihinsel içeriği anneye yansıtır. Serbestçe akan ve esnek bir düşünme halindeki alıcı anne bu zihinsel içeriğe yanıt verir ve bir anlamda yaşantıyı bebek için düzenler; bebek de artık katlanılabilir olan bir biçimde içine atar. Bebeğine uyum sağlayamamış olan anne, bebeğin yansıtmalı özdeşimlerini içinde taşıyamaz ve işleyemez, bebeği parça parça ve dehşet verici yaşantıların insafına terk eder.” (Mitchell ve Black, 2014: 110)

Bion’a göre benzer bir süreç hastayla analist arasındaki ilişkide de işler. Bion, Klein’ın yansıtmalı özdeşim kavramını geliştirirken onu kişilerarası hale getirmiş, bir

34

insanın zihnindeki fanteziden, iki insanın zihninde gerçekleşen birleşik bir ilişkisel olaya dönüştürmüştür.