• Sonuç bulunamadı

3.1. Aşk ve Evlilik

3.1.1.5. Mutsuz Son

Muazzez Tahsin’in romanlarında aşk denilen o büyüleyici duygu her zaman mutlulukla sonuçlanmaz. Yazarın romanlarının büyük çoğunluğunda klasik aşk romanı döngüsünü tekrarlayan mutlu son yapısı, “Sonsuz Gece”, “Kırılan Ümitler”, “Kızım ve Aşkım”, “Sen ve Ben” romanlarında yerini mutsuzluğa bırakır. Yazarın romanlarının büyük çoğunluğunda romantik aşk cennete gülümserken bu eserlerde cehenneme gülümseyen yüzünü gösterir ve trajik sonla noktalanır.

“Sonsuz Gece”, “Sen ve Ben” adlı romanlarda aşk ilişkisinin tarafları bir araya gelseler de ikili arasındaki aşk mutlu sonlanmaz. “Sen ve Ben” adlı eserdeki aşk ilişkisinde Rene Girard’ın belirttiği gibi “Hiç kimse kaybetmek istemez ama ne gariptir

ki bu oyunda yalnız kaybedenler vardır.” (Girard, 2007: 96) Avrupa’ya giden Bedi

Muammer, başka kadınlarda olmayan bir masumiyete sahip ateş gözlü kızın/Leyla’nın hayaliyle avunmaktadır.

Eserin başkişisi Leyla, ailesinin isteği ile kuzeni Nejat’la bir evlilik gerçekleştirmiştir. Ancak ailesinin zorlamasıyla gerçekleştirdiği evliliğinde mutluluğu yakalayamamıştır. Çünkü “Doğduğu zaman kurulmuş ve hala aynı ayarda giden bir

kronometre” (s.17) dediği kocası Nejat, kendisini mesleğine adamış, kadın ruhundan

anlamayan bir erkektir. Bir kere bile olsun kendisine sevdiğini söylememiş, sadece evli bir kadın olarak ona ait bir eşya olduğunu hissettirmiştir. Kendi ruhu ile kocası arasındaki uzaklık, onu mutsuz etmekte ve gizli bir aşk ile gizli bir ıstırabı aynı anda yaşamaktadır. Duygusal gereksinimi karşılanmayan Leyla, bu boşluğu diğer kuzeni Bedi Muammer’in aşkıyla doldurma arzusu taşımakta ve gizli bir aşk yaşamaktadır. Çünkü bir insanın ruhsal gereksinimleri doyum bulmamışsa başkalarıyla sevgi yoluyla bir ilişki kurar. Leyla, içinde bulunduğu anne ve baba eksikliği gibi olumsuz

yaşanmışlıklardan dolayı kendisini boşlukta hissetmektedir. “Kişi bu boşluk

duygusundan kurtulmak “içinde bulunduğu olumsuz koşullardan dolayı sığınacak bir liman aradığında, karşısına çıkan ilk kişiyi bir kurtarıcı olarak görebilir.” (Göknar,

2011: 29) Bu kişi ile yaşadığı boşluk duygusunu ve onun verdiği yalnızlığı paylaşacak bir sevgi özlemi taşır ve bu sevgiyi bulacak kişiyi bekler.

Nejat’a karşılık Bedi Muammer, bir kadının duygularından anlayan ve onun ne istediğini bilen biridir. Ancak Bedi Muammer ile Leyla arasındaki aşk ilişkisi uzun süre bir sır olarak devam eder. Çünkü onların önünde toplumsal değerlerin kabul edemeyeceği bir engel vardır. Leyla, ailesini/ yuvasını yıkmanın yanlış olduğunu düşünerek aşkın vaat ettiği özgür dünyaya adım atma cesaretini gösteremez. Evli olduğunu bilen Leyla, aşkın büyük bir değer olduğuna inansa da evliliğini sonlandırmaz. Bu sevgiden ümidini kesen Bedii Muammer ise Leyla’ya mektubuyla veda eder.

Kendisini “bedbaht, zavallı bir kadın” (s.126) olarak tanımlayan Leyla, ebedi aşka kavuşamadığı için aşkın hayat verici gücünden yoksun kalır. Leyla ile Bedi Muammer’in aşkları “Ömürlerimin sonuna kadar onlarla yaşayacaktı(r).” (s.168) Kavuşmanın imkânsızlığını anlayınca sadece geride kalan hatıralarla avunacak, bu aşkı kalplerinde yaşatacaklardır. Leyla, “-Sevdiğim adamın uzaktan beni sevdiğini ve

düşündüğünü bilmekle mes’ut oluyorum.” (s.139) diyerek gerçek dünyada elde

edemediği mutluluğu hayalinde yaşatarak teselli bulur. Kavuşmalarının imkânsız olduğunu anlayan Bedi Muammer de aşkın verdiği “ıstırabın ateşinde” (s.123) yanar.

Leyla, evlilik bağı için kendini feda eder. Bu noktada aşka üstün gelen evlilik ve aile kurumu yüceltilir. Aile ve evlilik kurumunun önemi aşkın önüne geçer. “Barbara

Cartland’ın Etiquette Handbook’da “insanlık tarihinin en büyük toplumsal icadı” olarak tanımladığı aile, romantik aşkı geri plana itecek bir öneme sahiptir:” (Güneş,

2005: 60) Evli bir erkeğe karşı hissedildiği için bu yüce duygu; önünde aile denen kurumu aşıp “mutlu son”la noktalanamaz.

“Sonsuz Gece” romanında da, önünde bir toplumsal engeli aşamayan romantik aşk, mutsuzluğu deneyimlemek zorunda kalır. Aşk ile gururu ve vicdanı arasında seçim yapmak zorunda kalan Mualla, Ekrem’in çocuğunu ve ailesini düşününce seviyor olsa bile yeni bir aşka yelken açamaz. Muazzez Tahsin’in romantik aşkı “pembe-kara bir

romantizmle” (İleri, 1999: 30) işleyen bu romanın başkişisi Mualla, sevdiği adamın

değil, sevdiğini kaybetmenin verdiği mutsuzluktan kaynaklanır. Bu bağlamda sevdiği kişi yanında değildir ancak içinde yaşıyordur.

Mualla, acılarla geçen uzun bir ayrılığın ardından bir daha bir araya gelemeyecek olmanın gerçeğiyle yüzleşir. Sevilmek arzusu ile aşkı, kendi başına bir amaç haline getirme çabasındaki Mualla, sevilmek arzusu boşa çıkınca onuruyla oynandığını düşünür ve bir daha ne olursa olsun kendisine dönen erkeği affetmez. Başlangıçta kendini reddedilmiş hissettiği için acıdan kıvranır hale gelir. Çünkü reddedilmek onu çok incitmiş ve derinden yaralamıştır.

Nişanlısı Mualla’yı maddi nedenlerle terk eden Ekrem, zamanla pişmanlık yaşayarak yeniden bir hayat kurmak ister, ancak onunla bir aile altında yeniden bir araya gelme isteği sonuçsuz kalır. Anadolu’ya geçerek doktorluk yapmak e bıraktığı mesleğine geri dönmek ve baş başa geçen eski günlerin acısını çıkarmak isteği sonuçsuz kalır. Mualla, yazdığı mektubunda, nişanlı olduğu halde zengin bir kız uğruna kendisini terk eden Ekrem’in bütün çağrılarına olumsuz yanıt vererek yeniden bir araya gelmelerinin olanaksızlığını dile getirir. Mualla’nın mağrur tavrı, Ekrem’in yenik düşmesine neden olur.

“Seni çocuklarından ayırıp kendime çekebileceğime nasıl inanmıştın Ekrem? Esmer Güzin’in güzel yüzünü görmemiş olsaydım bile, ben bütün yaşamımda ana baba sevgisine susamış ve o sevgi kaynağından kana kana su içmemiş olan Mualla; başka bir küçük kızı babasından nasıl ayırabilirdi?

Bunu yapsam o öksüz kız ve belki de babası ebediyen bana lanet okumazlar mıydı?” (s.195)

Görüldüğü gibi Mualla ayrıldığı erkeği seviyordur ancak bir yuvayı dağıtarak üzerine kuracağı yuvanın yaşayamayacağına inanmaktadır. Aralarında aşılamayacak bir duvar; toplumsal bir engel vardır.

“Hayır, olamaz, o başkasının kocası, başka yuvanın babası! (…)

(…) Siz, evli, çoluk çocuk sahibi bir adamken, benimle nasıl beraber gelebilirsiniz?” (s.168)

Bu nedenle bir ailenin varlığı karşısında Ekrem’e duyduğu sonsuz aşk vazgeçilmez değildir. Sevdiği erkeğin bir ailesi olması karşısında, aşk en kolay yitirilen şeydir. Ayrıca ona göre bu aşk geçmişte yaşanmış ve bitmiştir. Bu nedenle Mualla, geçmişteki reddedilmenin verdiği yenilgiden dolayı geçmişin yaralarını sarmadan geleceğe dönük bir ilişkiye hemen kendini bırakmaz. Mualla’nın tüm direnmeleri

içerisinde aşkın geleceği bir belirsizliğe mahkûmken Ekrem ondan vazgeçmek niyetinde değildir. Kendisini ona affettirerek güvenli biri olduğuna inandırmak ister. Mualla’ya olan aşkının yanında ailesini düşünecek durumda değildir. Ekrem, bütün ikna yollarını dener, ancak Mualla’ya yaptığı; Anadolu’ya geçerek yeni bir hayat kurma önerisi sonuçsuz kalır.

Toplumun değerleri ile aşk arasında kalan Mualla ise, kalbi Ekrem’i istemesine rağmen, ahlâk ilkeleri ve toplumun değer yargıları duygusal isteklerini yerine getirmesine engel olmaktadır. Onun evli ve çocuklu bir adama aşık olması, çevre tarafında asla kabul edilemeyecek bir durumdur. Mualla, kendisine acılar yaşatan Ekrem’le yeni bir yaşam arzusu taşısa da onun bir çocuğu ve karısı olması bu aşkın mutlu sonlanmasının önündeki aşılamayacak bir engeldir.

Genç kız bütün hayal kırıklığına karşın yüreğini sıcak tutan bir hayal besler ancak geleceğe ilişkin bir umudu yoktur. Mualla, sevildiğini hissedip erkeğe güven duysa da, Ekrem’in Anadolu’ya giderek yeni bir hayat kurma teklifi karşısında önce kararsız kalır. Ancak onun bir aileye sahip olduğunu düşününce bunun imkânsız olduğunu anlar. Mualla, kavuşamamayı göze alır ancak onurunu ve toplumun değerlerini ayakaltına alacak bir davranışta bulunmaz. Bir aileyi yıkıp onun üzerine yeni bir yuva kurmayı vicdanı asla kabul etmez. Bir aile söz konusu olduğundan aşk vazgeçilmez değildir.

İdeal kadın figürü, istediği bir yaşamı kuramasa da ait olduğu toplumun değerlerini görmezden gelmediği için toplumda örnek bir birey olarak yaşamını sürdürür. Bu bağlamda ideal kadın figürü okurun takdirini kazanırken, aşka ihanet eden erkek, mutsuzlukla cezalandırılır. Ekrem’e kendisi olmadan geçireceği bir ömür “sonsuz bir gece” olarak yaşamak düşer. Mualla ise “sonsuz bir gece” (s.197) olan yaşamına sevgisiz devam edebilecek kuvveti bulma ümidiyle bilinmez bir geleceğe doğru yol alır.

“Kırılan Ümitler” romanında “Kurban tipi aşkın idealize edildiği bir öykü(de)” (Moran, 2004: 39) karşılıksız aşkı deneyimleyen romantik bir genç kızın trajedisi ile karşılaşılır. Başkişi Emel, aşkla var olmaya çalıştığı yaşamda, karşılık göremediği aşktan dolayı kendini ölümün kucağında bulur. “İnsan birinin çekiciliğine kapılabilir ya

da hoşlanabilir, bu doğaldır ancak karşı taraf aynı hisleri yaşamıyor olabilir. Bu durum, genellikle karşılıksız aşk diye adlandırılır.” (Göknar, 2011: 23) Emel, tek

kurtuluş olanağı olarak ölümü görür. Aşkın kendisine yüz çevirdiğini görüp karşılıksız olduğunu anlayınca çaresiz şekilde ölüme sığınır.

Eserde mutsuz sonu belirleyen süreç, Emel’in çocukluk yıllarından beri sevdiği kuzeni Bülent’in Seza ile nişanlanmasıyla başlar. Emel, kendisini hayata bağlayacak ve yaşamı anlamlı kılacak bir “ebedi bir aşk”tan (s.47) yoksun olduğunu anlayınca hayat anlamsız ve çekilmez bir yük haline gelir. Masum, edilgen, zayıf ve kırılgan bir kişiliğe sahip Emel, çocukluğundan beri kuzeni Bülent’i sevmektedir. Ancak Bülent onu ağabey şefkati ile severken Emel bunu yanlış anlamış ve onun da kendisine aşkla bağlı olduğuna inanmıştır. Emel’i kardeş gibi seven Bülent’in ise böyle bir sevgiden hiçbir şekilde haberi yoktur.

Emel, Bülent’in Seza ile nişanlanması ile ondan gelebilecek sevgiden ümit keserek mutlu olmaya dair tüm hayalleri suya düşer. Karşılıksız aşkı duyumsayan Emel, artık suçluluk duygusunu da taşımaktadır. Bu suçluluk duygusu ile imkânsızlığın verdiği yalnızlık, iç çatışma dolu mücadele Emel’i ölüme sürükler.

“Birden, hakikat bütün dehşetiyle gözünün önünde canlandı: Bülent artık

Seza’ya nişanlanmıştı. Düşünemiyordu. Teessürümden gelen hissizlikle tekrar defterinin öteki sahifelerini okumaya koyuldu, başını eğdi.” (s.19)

Onların birbirini sevdiğine ve mutluluklarına tanık olmak, Emel’in benliğini paramparça eder. Böyle bir olayı kendi benliğine indirilmiş bir darbe olarak algılar. Ümitsizlik içinde çırpınan genç kız, duygularını yansıtamayınca acılar, içinde çığ gibi büyümeye başlar. Kaderin kendisine gülmesine izin vermediğini bu nedenle aşkın kendisini terk ettiğini duyumsayan Emel yaşamında ilk kez ölümü düşünmeye başlar. Emel, acısını hafifletmek için melankoliye kapılacak; kendisini neşeli göstererek kalbinin acısını kimseye göstermeyecek ve gözyaşlarını içine akıtacaktır. Adeta melankoli ile mutsuzluğunun içerisinde mutlu bir dünya inşa edecektir. Kahkahalarla ortalığı çınlatacak, kırıldığını ve yenildiğini kimseye belli etmeyecektir.

Böylece Emel’in kurduğu hayaller uçmuş, “beyaz tüllü gelin simsiyah bir matem

elbisesi giymişti(r).” (s.10) Yaşadığı gerçeği kabullenemediği için “ya hep ya hiç tarzı ‘siyah beyaz’ düşünce yapısıyla” (Göka, 2008: 221) hareket ederek hayata karşı nesnel

bir bakış açısı geliştiremeyen Emel, güven duyabildiği, içini dökebildiği bir kişi arar. Beklentilerini, kaygılarını, açmazlarını paylaşmak için en yakın hissettiği kişi ise arkadaşı Handan’dır. Duygularını en yakın gördüğü arkadaşıyla paylaşması ile ruhunda oluşan baskıyı azaltır.

“Aşk bilhassa karşılıksız bir aşk insanı bitirir; mahveder. Kendini koru Handan… Sevildiğinden katiyen emin olmadan kimseyi sevme! Zira erkekler bazen çok hain, zalim ve vefasız oluyorlar.” (s.29)

Hayal kırıklığını duygularını arkadaşına açarak azaltabileceğini düşünen Emel’in başka bir erkekten aldığı mektup, mutlu olmaya dair umutlarını yeşertir. Elde edemediği bir aşkın yerine yenisini koymak istese de gerçekleştireceği hamleler onu mutlu etmeyecektir. Emel, arkadaşı Handan’dan aldığı mektupta Asaf’ın kendisini sevdiğini öğrenir. “Belki mutlu olurum” düşüncesiyle gerçekleştirdiği bu evliliğin diğer nedeni de Asaf’a acımasıdır. Ancak bu evlilik genç kızın alınyazısını değiştiremez. Asaf’la olan evliliğinde sahte mutluluğunu zamanla kendisine itiraf eder. Bu evlilik onun duygularının daha çok yıpranmasına neden olur ve ölümün eşiğine kadar götürür. Bu aşamada duyguları trajik bir hal alır, melankoliye bürünür. Melankoli ise “Tatlı keder”

ile insanı kendine yeter hale getirir.” (Binkert, 1995: 26) Aşkı bekleyen Emel, artık

ölümü bekleyen bir kadın olur. Aşk onun için umut iken birden umutsuzluğa dönüşmüştür.

Aşkla hayata bağlı olan romantik kişiliklerin içe dönük bir yapısı vardır. Bu duyguyu daha çok iç dünyasında yaşayan Emel’in umut bağladığı aşk kendisine gülümseyen yüzünü göstermeyince hayal kırıklığı yaşar ve bunun sonucunda psikolojik bir sarsılma geçirir. Terk edilmenin değil, karşılık bulamamanın verdiği acıyla umutsuzluk içinde kıvranır. Emel’in yaşadıkları bir aşk yanılgısı olmaktan başka bir şey değildir. Bu yanılgı onun ruhunda baskıya dönüşür. Aşkın sunduğu iki kişilik bir dünyayı kucaklayamayan Emel, duygularının anlaşılmasını ve paylaşılmasını ister.

Bülent’in kendisini sevmediğini bilse de ona olan sevgisi devam eder ve az da olsa içinde ümit taşır. Ancak kendisini bu duygudan kurtaramayan Emel, bunu küçültücücü bir davranış olarak kabul eder. “Başkasına ait birisini sevmek! Bu ne büyük

bir alçaklık!” (s.36) diyerek kendisinden utanç duyar. Utanç duygusu ise onda ölüm

arzusu doğurur:

“Hayat benim gibi adileri göğsünde yaşatmaz… Kalbsizlere ancak ölüm

kucağını açar, onların kirlerini ancak yer örter.” (s.37)

Karşılıksız aşk, zamanla Emel’de bir ölüm isteği doğurur, onu ölüm düşüncesine yaklaştırır. Aşk acısını dindiremeyen ve Bülent’ten gelebilecek bir beklentiden tamamen ümit kesen Emel, “Bu ne acı bir hakikat! Evet, ben ölmeliyim. Fakat nasıl?

ölümde arar. Romantik aşkın olanaksızlığı karşısında birey için çözüm yolu kaçış, intihar ve inzivaya çekilme olur. “Değişik bir yaşamdır belki de ölüm ona göre, bir

iletişim kurma çabası; kendini korkusuzca savurduğu yepyeni bir oluş, günah bir arzu”

(Öğüt, 2006c: 34) Emel, dini inanışı gereği bu düşüncesinden uzaklaşır.

Yalnız sevilen bir kadın olmak ister, başka hiçbir şeyin değeri yoktur gözünde. Yaşayabilmesi için başkasının sevgisini gerekli görür. Sevginin insan sınırlarını genişleten ve insana özgürlük veren gücünü hatırlar ve bu nedenle sevgiye sahip olmak ister. “Ben ki aşktan başka bir şey değilim” (Beauvoir, 1993a: 113) diyen kadın, aşk karşılıksız kalınca elinde başka bir şey kalmadığını deneyimler. Her şeyini aşka borçlu olduğunu duyumsadığından aşkı yitirince elindekilerin tümünü yitirdiğini düşünür.

Aşkta öldürücü belirsizliklerin pençesine düşen Emel, arzuladığı aşka kavuşamayınca yazarak ruhunu temizler. Emel, aşka teslim olmayı beklerken İsviçre’de ıstıraplar içinde ölüme adım adım ilerlemektedir. Seza’ya yazdığı mektupta; aşkın bir kadını yok edişini ve bir tükenişle ölüme teslim oluşunu şöyle dile getirir:

“ Sevgili kardeşim Seza…

(…) Ben ölüyorum Seza, sizi affederek ölüyorum. Siz… Sen ve Bülent. İkiniz de masumsunuz.

(…) İsviçre’nin şu yabancı havası altında, bir senatoryum odasında ölüyorum ve …benim ayaklarımın dibinde, alçaklığımın canlı kurbanları… mini mini Şermin’le onun zavallı babası ve benim beş senelik vefakâr ve fedakâr kocam Asaf ağlıyor.” (s.156)

Yukarıdaki satırlarda Emel, evli olduğu halde başka bir erkeği sevmesinden dolayı; aile değerlerini çiğnediğini düşünerek başka bir trajediye neden olduğunu düşünür. Karşılıksız aşkı deneyimleyen Emel’in melankolisine; “düalist ve depresif bir

soru” (Binkert, 1995: 50) hâkimdir. Karşılıksız aşkı deneyimledikten itibaren “yaşam mı ölüm mü?” şeklindeki bu soruyu sürekli kendi kendisine soran Emel, “hem yaşam, hem ölüm” arasında bir duygu gelgitinde savrulur. Emel, romanın sonunda hem “aşk”a

hem de “ölüm”e yenilir.

Sevgi olmadan ve bir başkası tarafından sevilmeden yaşanılamayacağını düşünen Emel, arzuladığı yaşamın ve kişinin uzağında kalınca ölümden başka seçeneği olmadığını düşünür. “Yaşamdan beklentilere cevap alamayan birey, ölümün

sonsuzluğunu keşfederek ona sığınır. Artık ölüm onun için başat bir değerdir.” (Deveci,

2012: 261) Beklediği ölümün gelmemesi onu daha büyük bir umutsuzlukla baş başa bırakır. Ölüm ona/sevgiliye kavuşmak için bir araç ve sığınmadır.

Yazarın, sonu ölümle biten tek romanı olan bu eserde aşk uğruna ölüme giden Emel’in trajedisi ile popüler romanın tek fantezisi olan aşkın üstünlüğünü göstermesi şeklinde açımlanabilir.

Kadının aşka olan yönelimindeki temel neden, eksiklik dürtüsüdür. Kadın, bu eksiklik dürtüsüyle bir aşka bağlanarak sınırsız bir özgürlük yakalamak ister. Ancak arzuladığı duygunun kendisinden uzakta olduğunu görüp de büyük aşk beklentisi sonuçsuz kalınca birey olarak güçsüzlüğünü duyumsar. Emel, sevginin imkânsız olduğunu anlayınca son çare olarak ölüm yoluyla yazgıdan kaçar. Artık “Bir tasarıya

sahip olmanın imkânsızlığıdır ölüm.” (Levinas, 2005: 101) Aşk karşısındaki çaresizliği

ile yüzleşmek, genç kızı ölüme kavuşturmak ve ölümle bütünleşmek isteğine götürmektedir.

Aşk duygusunun insana her zaman mutluluk getirdiği söylenemez. Çünkü aşk, mutluluk kadar ıstırabı da içerisinde taşır. Beklediği aşkın kendisiyle buluşmadığını gören birey, kendisinden kopar. “Aşkın boşalttığı iç-dünyalarında (…) bu derin boşluğa

öfke ve nefret hücum eder.” (Göka, 2008: 200) Aşkın sağaltıcı gücünden yoksun olmak

bireye ıstırap verir. Özellikle kişilik itibariyle incinmişliğe yatkın olan kadının, sevdiği insandan gelen en küçük ilgisizlik ve umursamazlık yaşamla bağını koparır. Ölümcül bir umutsuzluk duygusu ile iç dünyaya döner, kendini yapayalnız hisseder.