• Sonuç bulunamadı

3.1. Aşk ve Evlilik

3.1.1.4. Mutlu son

Muazzez Tahsin’in kırk bir romanı içerisindeki aşk öyküsü dört romanın dışında “mutlu son”la noktalanır. Mutlu son, kadın ile erkeğin acı ve ıstıraplarının, gerilimlerinin sona erdiği bir dünya sunarak birbirlerine kavuştukları evredir. Mutlu son evresinde kadın ve erkek arasındaki romantik aşkın önündeki tüm engeller; yanlış anlaşılmalar ortadan kalkar, gizli gerçekler ortaya çıkar. Masallar ve halk hikâyelerinin

kurgusundaki sonlara benzeyen ve “Estetik tutarlığa (poetic justice)” (Parla, 2004: 181) uygun olmayan “mutlu son”ları genellikle olağanüstü rastlantılar belirler.

Mutlu son, “Işık Yağmuru”, “Kezban” ve “Küçük Hanımefendi” romanlarında kadın karakterin aşık olunası duruma getirilişi ve yanlış anlaşılmaların ortadan kalkması ile gerçekleşir.

“Işık Yağmuru” adlı romanda genç kızın kişiliğindeki değişim ve romantik ilişkinin taraflarının birbirleriyle ilgili gerçekleri öğrenmesiyle “mutlu son”a kavuşulur. Cem Timur ile Bilge ilk görüşte yaşadıkları duygusal çekimi birbirlerinden gizlerler. Bilge’nin kendisini gerçekten sevip sevmediğini anlamak için evlilik sözleşmesi yaparken gerçek kimliğini gizleyen Cem Timur, kendisiyle aynı ismi taşıyan kuzeninin kimliği ile kendini tanıtır. Bilge’yi sevmesine rağmen, onun kendisine karşı beslediği duyguların gerçek nedenini öğrenmek için böyle bir yola başvurur. Kahramanın bir

engelle karşılaşıp daha sonra bu engeli aşarken de, amacına ulaşma yolunu elde etmesi

(Propp, 2008: 91) masallarla popüler romanların ortak yapısını gözler önüne sermektedir. Bilge’nin şımarık davranışlarını kaldıramayan Cem Timur, istemeden genç kızdan ayrılır ve uzun bir Avrupa seyahatine çıkar.

Başlangıçta imkânsız gibi görünen eserdeki romantik tablo, rastlantılarla yavaş yavaş mutlu sona doğru ilerler. Sevdiği kadını kaybetme tehlikesiyle karşılaşınca soğuk, haşin ve mağrur olan tavrından uzaklaşan Cem Timur, seyahat sırasındaki bilinçlenme sürecinde; kendi fikirlerini sorgulamış, sevdiği kadının şımarık ve uçarı kişiliğinden kendisinden çok ailesinin sorumlu olduğunu anlamıştır. Kısaca Bilge’nin kişiliğindeki olumsuzlukların kimsesiz büyümesinden kaynaklandığını kabullenmiştir. Ayrıca bu ayrılık sürecinde hem kendisi hem de Bilge, kişilik bakımdan bir olumlu bir değişim yaşamıştır.

Norveç’teyken karısının boşanmak için dava açtığını öğrenince seyahatini yarıda keserek hemen Türkiye’ye dönen Cem Timur, boşanma davasının görüleceği mahkemede karısıyla yeniden buluşur. Bilge’ye karşı gerçek duygularını itiraf ederek boşanmaktan vazgeçer. Çünkü ayrılık iki insanı da acılarla olgunlaştırmış, daha önemlisi birbirlerini sevdiklerini anlamışlardır. Karısının da pişmanlıklar içerisinde bulunduğunu gören Cem Timur, mağrur tavırlarından uzaklaşır ve karısına sevecen bir şekilde yaklaşır. Çünkü uçarı bir kadının yerinde daha ağırbaşlı ve olgun bir Bilge vardır. Kendisine göre Bilge, gerçek bir “hanımefendidir.(…) iyi kalpli, asil ruhlu” (s.275) bir kadındır. Uzun bir ayrılık sürecinden sonra Bilge de kocasına aynı

duygularla bakmakta ve kocasının yüksek kalpli bir insan olduğunu görmektedir. Bilge’nin kendisini sevdiğine inanan genç adam, “-Bugüne kadar ondan yaşamımı ve

kişiliğimi gizlemiştim ama artık her şeyi açıklamanın zamanı geldi.” (s.281) der ve

kendisinin ünlü romancı Cem Timur olduğunu açıklar.

İnsan yaşamını güzelleştiren sevgi, insanlarda karşılıklı bir güven duygusu oluşmasını sağlar. İki insan arasındaki güven duygusu oluşmaya başladığı andan itibaren mutlu sonun önündeki engeller birer birer ortadan kalkar. Aşkın iki kişilik evrenindeki güven duygusu ile birlikte Bilge, Cem Timur’un kendisiyle parası için; Cem Timur ise Bilge’nin kendisiyle şöhreti için evlenmediğine anlar. Romantik tablo, yeniden aşka doğru yol almış ve sanki eksik kalan bir yarısını bulmuştur. Acı deneyimler yaşayan iki romantik insan birbirlerine karşı yaptıkları hataları anlamıştır. Bilge Tükel, kocasına duyduğu aşkı şöyle dile getirmektedir:

“Meğer birbirimizden uzaklaştıkça yakınlaşıyormuşuz. Sevgimizin kuvveti bizi

çekiyormuş, çocuklar gibi didiştik, güzel saatlerimizi zehirledik. Şimdi bunu düşünerek mutlu oluyorum. Bilge romancıyı değil, beni seviyor.” (s.295–296)

Çıkarsız bir sevgiye ulaşmanın mutluluğunu anlatan bu satırlar, aynı zamanda romantik aşk öyküsünde ayrılığın sona erdiğini ve aşka doğru yol aldığını göstermektedir. Tesadüflerin de katkı yaptığı bu romantik atmosferde geçen günleri unutmak, hiç ayrılmamak için yeminler edilir. “Dünyada her şey sevilen güzelliğinin bir

parçası haline gelir.” (Stendhal, 1988: 33) Aşkın verdiği mutlulukla seven ile sevilenin

gözünde doğa bile farklı görünür.

“Evet, ışık yağmuru yağmakta devam ediyor, Allah’tan inen nur varlığını aydınlatıyordu.” (s.297)

Aşkın verdiği mutluluk seven ve sevilenin duygularını doğayla bütünleştirir. “Sevgi yaşantısı, tabiatı gereği güzel olduğu ve bütün evreni güzelleştirdiği için, sevgi,

yaşamımızı güzelleştirir. (…) Sevgi gözüyle bakılan her şey ‘sevimli’, yani güzel olur.”

(Sorokin, 1998: 231) Yaşamındaki güzelliklerin yeniden farkına varan ikili, geçmişte duyduğu yaşamsal boşluğun aşkla dolduğunu görür. Acının yerini sevince bıraktığı bu döngüde ikisinin de ruhunda sevme ve sevilme arzusu yeniden uyanır. Kendilerini sonsuz bir mutluluk içinde hissederek bu mutlu anın hiç bitmesini istemeyen ikili için artık hayat yeniden anlam kazanmış, yüreklerine coşku ve heyecan gelmiştir. Yazarın romanın sonunda kahramanlarına hazırladığı bu pembe dünya, idealize edilen karakterle özdeşleşen okurun duygusal olarak bir rahatlık yaşamasını sağlar. Kurmaca dünyanın

başlangıcında yenilmiş gibi görünen kadın karakter, erkek kahramanın kendisine nasıl şefkat gösterilmesi gerektiğini ve kadına nasıl onun dilediği gibi değer verileceğini öğretmeyi başaran, olağan dışı bir kadına (Radway, 1995: 132) dönüşür. Sevdiğini idealleştiren erkek, yıllardır aradığı kadını bulduğunu kendisine itiraf eder. Mutlu son, olağanüstü bir insan olarak görülen kadının ödülü olur.

“Kezban” romanında başlangıçtaki aşkı kışkırtan tablonun hemen “mutlu son”lanmadığı görülmektedir. Romandaki mutlu son, kadın karakterin ideal kadın figür konumuna gelmesi, yani aşık olunası duruma getirilmesi ile gerçekleşir. Mutlu sonun elde edilmesi için başkişi konumundaki Kezban, yeni bir imajla erkeğin karşısına çıkmak zorundadır. Çünkü romanda mutlu sonun önündeki en büyük engel modern görünümlü bir kadın olması istenilen genç kızın taşralı bir görünümde olmasıdır. Başlangıçta bir taşra kızı olarak küçümsenen başkişi olağanüstü bir değişim yaşayarak ideal kadın figürüne dönüşerek erkek karakterle aynı konum a gelir. Genç kız ile erkek arasındaki denkliğin oluşmasıyla romantik kurgu mutlu sonlanır.

Romanın başkişisi Kezban, Kastamonu’dan İstanbul’a yeni gelmiş taşralı bir kız olduğu için giyim ve davranış olarak çevresi tarafından küçümsenir. Onu bu özelliklerinden dolayı küçümseyenlerden biri de Dr. Ferit’tir. Kezban, kendisini küçümseyen insanlardan uzaklaşarak annesinin memleketi Kastamonu’ya gider. Babasından kalan servetle oradaki yoksulların yararlanacağı bir doğumevi açar. Çevresi tarafından önemsenen bir kişi olan Kezban, bireysel ve toplumsal anlamda kendisini tamamlayacak, kendisini gerçekleştirecek bir dizi eylemi başarıyla tamamlayacaktır. Kişilikçe olgunlaşarak ideal figür konumuna gelen bir birey olur. Böylece genç kız kendini gerçekleştirmenin ödülünü aşk ile kazanır. “Kezban’ın bu çabası annesinin

aksine övgüye, dolayısıyla mutlu sonla ödüllendirmeye değerdir.” (Atan, 2008: 119)

İdeal kadının sahip olması gereken özellikleri yakalayan Kezban, daha önce kendisini küçümseyen Dr. Ferit’in de beğenisini kazanır.

Kastamonu’da yıllar sonra genç kızı ziyaret eden Ferit, görgüsüz bildiği taşralı kızın/Kezban’ın fiziksel değişimi karşısında şaşkınlık yaşar. Kezban’ın eski görünümünden uzaklaşarak şehirli/modern bir kadın görünümüne kavuştuğunu görür. Dr. Ferit, peri masallarında görülebilecek bir kadınla karşılaştığını düşünmektedir. Kezban, davranışları ve zarafetiyle olağanüstü bir kadın haline gelmiştir. O, fiziksel çekimi ile Dr. Ferit’i kendine bağlar. Kezban’ın böylesine kararlı ve aktif davranmasını, güçlenen kişiliğinin göstergesi olarak yorumlayan Ferit, ona gerçek duygularını

açmakta gecikmez. Başlangıçta kültürel anlamda uzlaşamayacağı ve “bir taşralı” (s.36) kız olarak küçümsediği Kezban’ın evlilik için ideal bir kadın olduğunu görür.

“Ferit hayretle ona bakıyordu. Karşısında gördüğü bu kadın onun tanıdığı

Kezban mıydı? Suadiye deki köşkün bahçesinde bir şezlonga uzanmış, hülya dolu gözleriyle etrafını seyreden veyahut sessizce kitabını okuyan, dilişini diken o çekingen kızla bu enerjik hastane müdiresi arasında ne büyük farklar vardı!” (s.235)

Gençliğinin ve güzelliğinin doruğundaki Kezban, Ferit’in idealindeki kız olmuştur. “Sevgi bir bakıma kusursuzluğa ulaşma çabasıdır. (…) tüm sevgilerin özünde,

seven kişinin belli belirsiz bir eksiksizlik taşıyormuş gibi görünen bir başka varlıkla birleşme arzusu yatar.” (Gasset, 2011: 26–27) Kezban’ı mutlu sona ulaştıran ruhsal ve

fiziksel değişimidir. Onun değişiminden kendisinin açtığı müessese bile payını almıştır. Çünkü hastanenin düzeni, idaresindeki kusursuzluk yöneticisindeki gibi kusursuz hale gelmiştir. Ancak kavuşmanın ruhsal anlamda da gerçekleşmesi için Dr. Ferit’in daha önce küçümsediği genç kızın kırılan onurunu onarması ve kaybolan güvenini yeniden kazanması gerekecektir.

Masallar ve halk hikâyelerinde başkişilerin mutlu sona giden aşkın önündeki engellerin kaldırılmasında yardımcı kişilerin rolü büyüktür. Propp, “Masal genellikle

önce bir kötülüğü sonra da bu kötülüğü gideren bir yardımcının elde edilmesini sunar.”

(Propp, 2008: 110–111) der. Masallar ile birçok yönden benzerlik gösteren popüler aşk romanlarında benzer yapı ile karşılaşmak mümkündür. Hemen hemen benzer kurguya sahip olan Muazzez Tahsin’in romanlarında, olay örgüsünün düğümlendiği bir anda ortaya çıkan kişiler aradaki sorunları gidererek kadınla erkeğin mutlu sona ulaşmasını sağlar. Norm karakter konumuyla başkişiyi tamamlayan bu yardımcılar, başkişilerin yaşamsal kararlarında olduğu gibi sevgi konusunda da en büyük yol göstericileridir.

Muazzez Tahsin’in romanlarının sonuna hakim olan mutlu tablonun oluşumunda yardımcıların rolü büyüktür. Birçok eserde başkişinin çevresindeki bir yardımcının yönlendirmesi ile mutlu son’a ulaşır. Yazarın romanlarında, başkişilerin yardımına koşan bu yardımcıların olay örgüsündeki asıl işlevi ruhsal uzaklık yaşayan sevgililerin birbirine kavuşmasını sağlamaktır. Kezban’ın da yürekten sevildiğine inandığı kişiye kavuşması ancak araya bir yardımcının girmesiyle gerçekleşebilir. Kezban ile Ferit’in birbirlerini sevmelerine rağmen kavuşamadıkları için acı çektiklerine tanık olan Fazıla Hanım, aradaki engelleri birer birer kaldırarak onların kavuşmalarını sağlar. Fazıla Hanım’ın olay örgüsündeki tek varlık sebebi de iki sevgilinin birbirine kavuşmasını

sağlayacak gerekli koşulları hazırlamaktır. O, söz konusu görevini yerine getirdikten sonra ortadan kaybolur. Çünkü o, anlatının temel problemi olan sevgililerin ayrılma-kavuşma geriliminin çözümleyici kişisidir. İki romantik insan arasındaki özel ilişkide yaşanılan sorunun çözümüyle birlikte onun görevi de sona erer.

Kalbi iyilik ve sevgi dolu Fazıla Hanım, Kezban’ın yaşamsal sırlarını bile, annesi ve babası ölünce geride kalan tek destekçisidir. Babası Ali Bey öldükten sonra üvey annesi ve kızkardeşi ile birlikte kaldığı evde bir sığıntı muamelesi gören genç kıza, sadece o sevgi ve şefkat göstermektedir. Dr. Ferit’in, Kezban’a bakan gözlerinde derin aşkı okuyan Fazıla Hanım, iki romantik insanın buluşması için bütün koşulları oluşturur, eylemleri ile romantik ikilinin bir araya gelmelerini sağlar. Eserdeki ülkü değerlerin temsilcilerinden biri olan Fazıla Hanım, onların birbirlerine kavuşmasını ve mutlu olmalarını istemektedir. Romantik ilginin mutlu sona ulaşmasının önündeki engel; Dr. Ferit ile Vicdan arasındaki nişanlılık bağıdır. Fazıla Hanım, Kezban ile Ferit’in, Vivet ile de Necmi’nin birbirini sevdiğini söyleyerek bu nişanlılığın bozulmasını sağlar ve böylece “mutlu son”un önündeki en büyük engeli ortadan kaldırır. Vicdan ile annesi Güzide Hanım’a baskı yapan Fazıla Hanım, Vicdan ile Ferit arasında ağabey-kardeş ilişkisi olduğunu, Vicdan’ın Ferit’le nişanlanma nedeninin Ferit ile Kezban’ın yakınlığına duyulan bir kıskançlıktan kaynaklandığını söyler. Bu konuda Fazıla Hanım’a destek veren Ferit, genç kızın geleceğe güvenle bakması için Kezban’a, “öteki” kadınla ilişkisinin son bulduğunun müjdesini verir:

“Geçen gün Vivet muayenehaneme geldi, uzun bir mukaddemeden sonra bana

Necmi’yi sevdiğini itiraf etti ve ayrılmamızı teklif etti. İkimizin saadeti namına bunu kabul ettim.

(…)

Gel Kezban, gözlerini, dudaklarını ver, bakışlarının, nefeslerinin ateşinde yanmak istiyorum. Benim karım olur musun sevgilim?” (s.233)

Kezban bu çağrılara “Evet!” (s.233) şeklinde yanıt verince; ikisi de bakışlarında birbirlerine karşı sonsuz bir sevgi olduğunu hissederler. Dr. Ferit’in bir taşra kızına olan nefreti böylece aşka dönüşmüştür. Senelerden beri çektikleri ıstırapları, hüzünleri bir tarafa bırakırlar. Doğanın güzelliği de bu “romantik an”a tanıklık ederek bir fon olur. İstanbul’a dönen Kezban ile Dr. Ferit Boğaziçi’nin mavi sularına bakarak aşklarının büyüklüğüne inanırlar. Kezban, sabrının ve fedakârlığının karşılığını alarak duygusal bir başarı ile evlilik tacını kazanır.

“Kezban”da kadının kişisel gelişiminin ve bunun sonucu olarak ideal bir figüre dönüşümünün mutlu sonda büyük rolü vardır. Kezban, fiziksel ve ruhsal değişimi ile başlangıçta kendisine soğuk ve düşmanca davranan erkeğin kalbindeki buzları eritir. Kezban, hem kendisindeki hem de karşısındakinde beklediği değişimler gerçekleşmiş, yalnızlık duygusunun yerini heyecan ve mutluluk almıştır. Onun taşralı bir kız görünümünden uzaklaşarak modern bir birey konumuna gelmesi ile erkek figürün beğenisini kazanması; romandaki Batılılaşma vurgusunun da işareti sayılır.

Romantik aşkın merkezde olduğu “Bir Gün Sabah Olacak Mı?” romanında popüler romanın kalıplarına benzer şekilde başlayıp sonlanan bir aşk ilişkisi vardır. Anlatının sonunda çok yönlü bir mutluluk tablosu çizildiğine ve genç kızın hem sevdiğine hem de yıllardır aradığı babasına kavuştuğuna tanık oluruz. Çifte bir mutluluk tablosu içinde sona eren eserdeki aşk öyküsüne baştan sona rastlantılar yön verir. Rastlantıların yön verdiği öykünün sonunda başkişi Zeynep, romanın sonundaki pembe dünyada hem yıllardır görmediği babasıyla buluşur hem de sevdiği erkekle mutlu bir evliliğe adım atar.

Korkaklığın ve ikilemin duygularını esir aldığı Zeynep, zayıf ve edilgen kişiliği nedeniyle dış çevrenin telkinine boyun eğmek zorundadır. Kimsesiz bir kız olan Zeynep’in kendisini gerçekleştirme sürecinde olduğu gibi romantik aşk sürecinde de sevdiğine kavuşması ancak bir yardımcının aracılığıyla gerçekleşir. Bu nedenle mutluluğa adım atamayan genç kızın yaşamsal kararlarını başka bir kişi belirler. Zeynep, sorunlu bir ailede büyüdüğünden sevgi ve şefkat duygusu doyurulmamış bir kızdır. Zeynep’in hastabakıcılığını yaptığı bir yaşlı kadın, kendisinin aşk/sevgi konusundaki kararlarına yön verir. Kendisini manevi evlat olarak himaye eden Asuman Karaca adındaki bu yaşlı kadın, Zeynep’in, Ömer Gürkan’dan gelen duygusal ilgiyi önemsemesini ister:

“Sen kalbinin sesini dinlemekten, mutlu olmaktan korkuyorsun. Yanılıyorsun

kızım. Mutluluğa sırtını çevirme. Onu ele geçirmek her kula yaşadığı sürece belki bir defa nasip olur. Bu büyük nimeti istiyerek ayağınla tepme! Aksine bunun için ellerini açarak Allah’a şükret!” (s.229)

Roman boyunca bir leitmotiv şeklinde tekrar eden bu sözler, popüler aşk anlatısının tek fantezisi olan aşkın üstünlüğünü göstermektir. Bu sözler, Zeynep’i mutlu yarınlara götüren adımları atmasını sağlar. Yaşlı bir kadın olan Asuman Karaca, son günlerini birlikte geçirdiği ve özel bakıcılığını üstlenen Zeynep’in, Ömer Gürkan’ın

sevgisine karşılık vermesi şartıyla kimsesiz kıza önemli miktarda bir para, Ömer Gürkan’a da Zeynep’in ailesi hakkındaki gerçekleri anlatan bir mektup bırakır. Ömer Gürkan, Asuman Karaca’dan aldığı mektupta Zeynep’in annesinin bir trafik kazasında patronuyla öldüğünü öğrenir. Ancak kendisine göre annesinin, başkalarının kadını olmasının gerçek sorumlusu Zeynep değildir. Ayrıca böyle bir sorunun, sevginin önünde hiçbir önemi de yoktur.

Ancak halasının genç kıza söylediği; “-Erkeklerden sakın Zeynep!” (s.10) şeklindeki sözler ayrıca aşkın özgürlük vadeden dünyasının önünde bir engel ve güvensizlik olarak aşılmayı beklemektedir. Zeynep’in karanlık dünyadan ayrılarak beklediği “aydınlık dünya”ya adım atması için rastlantıların eyleme geçmesinden başka çare yoktur. Başka bir deyişle rastlantılar gelip de iyilik meleği gibi kurtarıcılığa soyunmadan Zeynep’in “mutlu son”a ulaşması beklenemez.

Romanın sonunda gördüğümüz mutlu sonların ortaya çıkardığı “pembe

son”lardan biri de verilen birçok mücadele sonucu dağılan ailenin yeniden bir araya

gelmesidir. Bir rastlantı Ömer Gürkan’ı kendi çiftliğinde yıllardır demirci ustalığı yapan Ahmet Usta’nın Zeynep’in babası olduğu gerçeğine götürür. Rastlantılar sonucu öğrenilen bu gerçek, Zeynep’in babasına kavuşmasını sağladığı gibi Ömer Gürkan’ın da sevdiğine kavuşmasına zemin hazırlar. Özlem yüklü bu bekleyiş, ümidin kesildiği bir anda romantik aşkın önünü açan ve yıllardır birbirinden ayrı yaşayan bir baba ile kızın kavuşmasını sağlayan bir mucizedir. Bu rastlantı iki romantik insan arasındaki özel ilişkinin mutlu sonlanacağının da habercisidir. Böylece rastlantılar ağlarını örmekte ve Zeynep’in mutluluğa ulaşması için adım adım gerekenleri yapmaktadır. Başkişi Zeynep’in aşk aracılığıyla kendisine bir yeryüzü cenneti kurma özlemi oldukça yakındır. Olanlara son derece şaşıran Zeynep, böylece yıllardır aradığı babasına sürpriz bir şekilde kavuşmuş olur. Zeynep babasına kavuşunca, Ömer Gürkan’ın kendisini sevdiğini ve kendisiyle evlenmek istediğini söyler. Ömer Gürkan da, Ahmet Usta’ya Zeynep’le evlenmek istediğini ancak onun halasının etkisiyle ve annesi hakkındaki dedikodular yüzünden evlenmek istemediğini söyler. Baba Ahmet Usta, Ömer Gürkan’a kendi geçmişini ve karısının durumunu anlattıktan sonra kızına; gururu ile değil kalbiyle hareket etmesi gerektiğini belirtir. Zeynep, bu durumda daha önce bu yönde çağrıları olan Asuman Karaca’nın aynı sesini yeniden hatırlar:

“Kalbinin sesini dinle! Mutlu olmak fırsatını elinden kaçırma! Onu ne pahasına

İçindeki sesi duymazlıktan gelemeyen Zeynep, babası aracılığıyla aşk karşısındaki korkak tavrını yıkar. Geleceğe karşı güvenlik tasarımı oluşturması için halası Fehime Hanım’ın olumsuz düşüncelerini yenerek kalbinin sesini dinler:

“Başını kaldırmış, Ömer’in gözlerinin içine bakıyordu. Birdenbire kollarını açtı.

-Oh, çok şükür kurtuldum. Serbestim artık. Rahatım! Ne harikulade bir his bu! Kendimi bir kuş kadar hafif sanıyorum. Uçacağım sanki... Karanlık bir geceden sonra parlak, aydınlık bir sabaha kavuşmuşum gibi...” (s.263)

Artık Zeynep, “güneşli bir sabaha doğru bir adım daha atmakta olduğu(na)” (s.71) inanmaktadır. Karanlıklar içindeki günleri geride kalmış, pembe şafaklı bir sabaha kavuşmuş ve yaşamında beklediği güneş doğmuştur. Hem aşkına hem babasına kavuşan Zeynep, doğacak “pembe şafaklı bir sabah(ta)” (s.269) yeni duygular taşımaktadır. Zeynep, yıllardır beklediği aşkla buluşmuş ve sonsuz bir zenginliğe kavuşmuştur. Böylece hem aşka hem de geleceğe umutla bakan ikili bir arada olmanın verdiği heyecanla bir yuva olmanın mutluluğunu yaşamakta, yaşamın huzuruna ve güvencesine kavuşmaktadırlar.

Kimsesizliği derin bir şekilde duyumsayan Zeynep, artık bir başına yalnız değildir. Aşk olmayınca yarım bırakılmış olmanın huzursuzluğuyla yaşadığı karanlık günleri unutur. Kendisi gibi “yarısını arayan birini bulmuş aşkın ne olduğu ve nasıl

olması gerektiği konusunda anlaşmış ve bu doğrultuda ona inanarak ve dayanarak yaşamının mucizesini yakalamıştır.” (Buğdaycı, 2005: 15) O, çocukluğundan beri kendi

dünyasına göre hayal ettiği dünyada, sahiplenici, çekici, kariyerli, kişilikli, ideal bir