• Sonuç bulunamadı

3.1. Aşk ve Evlilik

3.1.1.2. İlk Karşılaşma ya da İlk Görüşte Aşk

Muazzez Tahsin’in romanlarının merkezinde yer alan romantik aşk ilişkisi genellikle “ilk karşılaşma” ya da “ilk görüşte aşk” şeklinde gelişen bir başlangıca

sahiptir. Aşk yaşantısının ilk evresi olan ilk görüşte aşk, genç kız ile erkek arasında mutlu sona kadar sürecek bir romantik oyuna dönüşür. Genellikle yirmili yaşlardaki genç kız ile otuzlu yaşlarının başındaki erkek arasında bir rastlantı sonucu başlar. Yirmili yaşlarındaki genç kızla otuzlu yaşların başında ya da sonundaki erkek kahraman arasındaki gerçekleşen “olay örgüsündeki rastlantılar dünyanın işte “böyle” olduğunu

kanıtlayan dramatik araçlar olarak kullanılmıştır.” (Abisel, 2005: 142) Rastlantıların bir

araya getirdiği genç kızla erkek ilk görüşte yaşadıkları duygusal çekim ile birbirlerine aşık olur. Eserin ana tematik ekseninde yer alan romantik aşk ilişkisinin “ilk görüşte aşk” kalıbı, halk hikâyelerinde ve masallarda birbirini ilk kez gören kız ile erkeğin o anda âşık oluvermelerine benzer.

Muazzez Tahsin’in aşk romanlarında rastlantıların bir araya getirdiği genç kız ile erkek, ilk karşılaşma anında bir etkileşim yaşar. Aşkın büyüsüne teslim olan romantik ikili birbirlerine karşı olan duygusal çekime karşı koyamaz. “İlk bakış” bir iletişim jesti,

diğer insanın niteliklerinin sezgisel olarak kavranmasıdır. Bu söylendiği gibi insanın yaşamını “tamamlayabilecek” birine çekilme sürecidir.” (Giddens, 2010: 43) Bu

arzunun kaynağında yaşamsal eksikliklerin neden olduğu mutsuzluğu, sevme ve sevilme arzusu ile yenme isteği vardır.

Genç kız ile erkek arasındaki romantik oyunun ilk görüşte başladığına “Sen ve Ben”, “Kıvılcım ve Ateş”, “Aşk Fırtınası”, “Bir Genç Kızın Romanı”, “Uğur Böceği”, “O ve Kızı”, “Işık Yağmuru”, “Sarmaşık Gülleri”, “Uğur Böceği”, “Bülbül Yuvası”, “Bahar Çiçeği” ve“Sevgim ve Gururum” gibi eserlerde tanık oluruz. Bu eserlerde rastlantısal yaşanan bir karşılaşma sırasında birbirine takılan bakışlarla “aşkın ilk

kristalleşmeleri” (Stendhal, 1988: 20) yaşanır. Sevdiğini ve sevildiğini anlayan genç kız

ve erkek, kendisini aşkın büyülü dünyasının içerinde bulur. Böylece aniden gelen bir aşk nöbeti ile büyülü bir dünyanın içinde sıkışıp kalır.

Bu eserlerde, ilk karşılaşma anındaki duygusal çekimde, erkeğin güçlü ve iradeli kişiliği ile kadın karakterin olağanüstü güzelliği etkili olur. Genç kız, bu yaşantıda erkeğin kişiliğine duyduğu hayranlık veya meraktan kendisini kurtaramadığı için, böyle bir aşk kaçınılmazdır. Genç kız, anlık cazibenin verdiği etkilenme ile içten gelen güçlü bir sevginin sonucunda, hayranlık ve merak duygusuyla erkeğe bağlanarak kendisini aşka adayan biri olur. Yoğun duyguların yaşandığı ilk karşılaşma anı ile birlikte genç kızla erkek arasındaki romantik ilginin nasıl sonuçlanacağı anlatının da sorununa dönüşür.

“Sen ve Ben” romanındaki romantik ilişkisi çocukluk aşkı temelinde yükseliyor olsa bile, yıllar sonra ikilinin karşılaşmaları ile bu aşk yeniden filizlenir. Yıllar sonra kuzeni ile bir rastlantı sonucunda karşılaşan başkişi Leyla, ilk karşılaşma ile birlikte karşısındaki kişiden duygusal bağlılık, güven duygusu beklentisi içerisine girer. Genç bir tayyareci olan Bedi Muammer, İstanbul’daki bir deneme uçuşu sırasında uçağına aldığı Leyla’nın “ateş gözlü” bakışlarıyla sarsılır. Rastlantısal gerçekleşen bu karşılaşma “ilk görüşte aşk”a dönüşür. “Yeşil gözlü, siyah kirpikli tayyareci” (s.10) ile “ateş gözlü

genç kız(ın)” (s.10) ile bakışlarından çıkan “kıvılcımlar!” iki romantik insan arasındaki

aşk ateşini alevlendirir. Romanın prolog bölümünde yer alan aşağıdaki diyalog ikilinin ilk görüşte birbirine bağlandıklarını gösterir:

“Siyah kirpikli, yeşil gözler evvela sert ve hakim, sonra tatlı ve müşfik…

Karşısındaki koyu gözlere dalıyor.” (s.3)

Bedi Muammer ile Leyla, aradan yıllar geçmesine rağmen bu karşılaşma anını unutamazlar. Çünkü ona “ilk görüşte aşık ol(muştur).” (s.42) Bedi Muammer yirmi yaşındayken Avrupa’ya gider ve on beş yıla yakın orada kalır. Avrupa’ya giderken “ateş gözlü bir kızın hayalini de beraberinde götürü(r).” (s.42) Bu sırada Avrupalı Jülyet adında Fransız bir kadınla gönül macerası yaşamaktadır ancak “sarı saçları,

koyu, ela gözleri ve çok sevimli ve cana yakın” (s.40) bu kadın genç adama

İstanbul’daki Leyla’yı unutturamamıştır. Hatta bu kadın kendisine İstanbul’daki “ateş

gözlü kız”ı daha çok hatırlatmaktadır. Arkasında bıraktığı kız, kısa gönül maceraları

yaşadığı Avrupalı kadınlardan farklı bir kızdır. Avrupa’da tanıdığı kızlardan farklı gördüğü bu kızın hayali ile avunan Bedi Muammer, on beş yıla yakın Avrupa’da kaldıktan sonra Türkiye’ye döner. Avrupa’dan döndükten sonra teyzesinin evinde yirmili yaşlarında bir kıza rastlar. Bedi Muammer aşık olduğu “ateş gözlü kız”ın teyzesinin kızı Leyla olduğu gerçeğiyle karşılaşır. İlk başta tanımadığı bu kız, çocukluğundan beri görmediği ve ismini bile kendisi koyduğu Leyla’dır.

“İşte memleketine, çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği eve geldin, kavuştun artık. Göklerde aradığın ateş gözlü yoldaşını da buldun. Teyzenin kızı Leyla imiş… Hani küçük Leyla…” (s.44)

On beş yıl önceki uçuş sırasında görüp aşık olduğu kız ile yeniden bir araya gelen Bedi Muammer, yıllardır aradığı kadına kavuştuğunu anlar ve eski kadınlara duyduğu heyecanını ve ihtirasını kaybeder. Şimdiki aşk Avrupa’daki kadınlardan çok farklı ve

benzersiz bir aşktır. Genç adam, gerçek aşkı karşısındaki kadının kendisine vereceğini gözlerinde okur.

Erkek karakter, aradığı aşkı bulduğunda sevdiğinden kendisine gelen ve kendisinden ona giden sevgi ile yaşama sevinci artar. Genç kızın bakışlarındaki ateş, kendini zamandan ve mekândan soyutlayarak yaşamasına neden olur. Yaşamının merkezine yerleşen aşk, artık terk edemeyeceği, sonsuza kadar bağlı kalacağı ve yaşamını adayacağı bir değer olur.

Eserin ana tematik ekseninin romantik aşk ilişkisi üzerinden verildiği “Kıvılcım ve Ateş” romanındaki genç kızla erkeğin duygusal bağlılıkları da ilk görüşte aşk temelinde yükselir. Romanda, seven ve sevilen arasındaki romantik aşk “anlık cazibe ürünü

olarak” (Giddens, 2010: 43) gerçekleşir. Aşık özne ile sevilen kadın arasındaki duygusal

bağlılığın ilk görüşte başladığı bir anı ile dile getirilir. Romantik ikilinin aşkının devam ettiğini göstermek için çocukluk anıları yeniden konuşulur. Bedi, ilk görüşte sevdiği kişinin tutsağı olmuş o büyülü anı hala unutamamıştır. Görsel olarak ondan etkilenmek, aradığı kadını bulmuş olmak bir başkasıyla sonsuza değin sürebilecek bir yakınlığın oluştuğunu anlamak Bedi için gerçek bir aşk sahnesidir.

Romantik ikili arasındaki “aşkın kıvılcımı”, yıllar önce Londra’daki bir ilk karşılaşma ile başlar. Mühendislik tahsili için bulunduğu Londra’da bulunan Bedi, on altı yaşında bir kız olan Nilgül’ü, ilk defa bir arkadaş grubunda görmüş ve ona tutkuyla bağlanmıştır. Bu rastlantıda yıldırım aşkı ile bağlandığı kişi karşısında kendinden geçmiş, ruhu ile onun ruhu arasında kopmaz bir bağ oluşmuştur. Ancak Nilgül’ün “genç ve tecrübesiz bir kız” olduğu için bu arkadaş topluluğundaki erkeklerden Fahir’i tercih ederek onunla evlenmesi, ikili arasındaki romantik aşkın ertelenmesine neden olur. Her şeye rağmen Bedi ilk karşılaşmanın hatırasını, o an hissettiği duygusal ilgiyi yıllar geçmesine rağmen unutamamıştır. Genç adamın tutkulu aşkında fiziksel çekimin etkisi büyüktür.

“O günün hatırası bende o kadar canlı olarak yaşıyor ki size saçınızın biçimini,

elbisenizin rengini bile teferruatına kadar söyleyebilirim.” (s.188)

Görüldüğü gibi güzellik, ilk karşılaşma anındaki anlık cazibenin gerçekleşmesi için yani sevilmek için gerekli, olmazsa olmaz bir önkoşul olarak sunulmaktadır. Bedi’nin hislerinde değişiklik yapan bu ilk karşılaşma anı, Nilgül’ün de anlık bir cazibe yaşayarak ona bağlandığını andır. İki romantik insan için özel bir zamana dönüşen ilk

karşılaşma anı, yıllar önce Londra’da yaşanmıştır. Nilgül, bu aşkın kıvılcımlarının yıllar içerisinde nasıl ateşe dönüştüğü şu sözlerle belirtir:

“Senelerden beri tanıdığım adam birdenbire değişmişti. Onu şimdi başka

gözlerle görmekteydim. Artık ondan kaçmak istemiyordum. Bilakis ona yaklaşmak, onunla uzun uzun konuşmak, (…)Aramızda sanki bir sır vardı. İkimiz de bunu seviyor, bunu kendimiz için saklamak istiyorduk.” (s.80)

Nilgül, Londra’daki o karşılaşma anını unutamamış ve yılların verdiği yorgunluğu ile “Bedi’i görmek... Onunla tekrar göz göze gelmek... Onun bakışlarında

hala aynı aşk ateşinin yandığına inanmak...” (s.236) arzusuyla yaşamıştır. Genç kadın

Bedi’nin kendisini sevdiğini bilmediğinden, mutlulukla ıstırabın karıştığı bu bekleyiş içerisindedir. Sosyal etkinliklerde onunla ilgilenmekte ancak ona gerçek duygularını belli etmekten çekinmektedir.

Aşk insana yaşama gücü veren güdülerden biridir. Yalnız olduğunu bilen Nilgül, aşkın vereceği güvene ve sahiplenmeye gereksinim duyar. Çünkü aşk bazı yaşamsal eksikliklerin giderilmesi için araçtır. Theodor Reik’in düşüncesine göre kişinin kendinden ve yaşamından duyduğu memnuniyetsizliği giderme ihtiyacı, kişiyi aşık olmaya yönlendirmektedir. (Clanton- Iynn, 1997: 116) Aşkla kendisini tamamlamak isteyen genç kadın, ilk karşılaşma anında sevildiğini anlamasıyla birlikte kendisini sevdiğine adayan biri olur. İlk karşılaşma sırasında yaşanan yoğun duygular, bireyin reddedilme korkusuna dönüştüğü için başlangıçta kendini belli etmez. İdeal erkek figürü olan Bedi, eserde iradeyi ve gücü temsil eden karakter olsa da aşk karşısında incinmeye ve incinmişliğe müsait yapısıyla sevdiği kıza karşı açılma duygusunu gerçekleştiremez. Aslında aşk söz konusu olunca bütün erkek karakterler aynı tavrı gösterirler. Bedi, sevdiği kızın dostluğunu kazandıktan sonra ona kendi duygularını açabilir. Eserde genç erkeğin bir rastlantıyla yıllar sevdiği kızla karşılaşması ve ona aşık olması anlatıdaki romantik aşkın geleceği açısından önemlidir. “Bu tarz bir gerçekçilikle, yine ilk görüşte

aşk motifiyle ilişkili olarak, kimi halk anlatılarında erkeğin kızı gezinirken ya da bir iş yaparken görüp o anda âşık oluvermesi şeklinde karşılaşılır.” (Gökalp, 1999: 240)

Nilgül’ün evli olması Bedi ile birbirlerine karşı olan duygusal bağlılığı daha çok anlamlı hale getirir. Çünkü onun evli olması, kocasının ise Bedi ‘nin arkadaşı olması bu aşk öyküsüne bir merak unsuru olarak yerleşir. Ancak Nilgül’ün kocası Fahir’in bir kaza sonucu ölmesi ile söz konusu engel de ortadan kalkar. Nilgül’le yakınlaşmanın yollarını arayan Bedi, Avrupa’dan İstanbul’a dönünce sevdiği kızın bulunduğu

mekânlarda dolaşır ve onunla karşılaşma umuduyla yaşar. Bir gün resim yapmak bahanesiyle kendisine yer seçerken, beklenen rastlantı gecikmez ve Nilgül’le karşılaşır. Bedi, gezinti sırasında rastladığı Nilgül’e duyduğu aşkın bütün duyguların önüne geçtiğini şu cümlelerle ifade eder:

“Seni görüyorum şimdi. Saçlarında su damlaları parlıyor. Yanakların da ıslak.

Mavi bluzun rengi gözlerine vurmuş. Ne kadar güzeldin! O dakikada her şeyi unutmuş, sana koşmak için yanmıştım. Seni göğsümüm üstünde sıkmak, saçlarındaki, yüzündeki su damlacıklarını içmek istiyordum.(...)

Çok düşündüm ve sık sık gözümün önüne gelen bir hatırada, Suadiye yolunda karşılaştığımız gündür. Benim seni tanıyamadığımı sanmıştın. Halbuki ben daha uzaktan seni görmüştüm. Esasen İstanbul’a gelir gelmez oraya koşmanın gizli sebebi de böyle bir tesadüf ümidiydi. Resim yapmak için yer seçmek bahanesiyle saatlerce o civarda dolaşıp durmuştum.” (s.259–260)

Bedi, karşısındaki kadını hayranlıkla seyrederken o kadın adeta bir mutluluk tablosuna dönüşür. Her neye bakarsa sevdiğini orada görür ve bütün benliği aşkla dolar. Bedi, sonu gelmez hatıralar içinde Nilgül’ün “Çıldırtıcı bir güzelliği”(s.260) karşısında aşkla büyülenmiş ve aşk onun her şeyi olmuştur. Kendisi için sevdiği kadın, artık gerçekte yaşayan insandan çok bir imgeye dönüşür. “Nereye giderse gitsin hayalinde

sevdiği vardır. Adeta onun dünyasında yaşamaktadır. Dünyaya onun gözleriyle bakmaya çalışır. (…) Sürekli onunla birlikte olmak ve her şeyini onunla paylaşmak ister.” (Göknar, 2011: 18) Ancak bütün aşklar gibi Bedi’nin de aşkı kendini dile getirirken

güçsüzdür. Çünkü genç adam, içinde gizli yaşayan aşkı dile gelince onu büsbütün kaybetme korkusu taşır. Bütün varlığıyla aşka bağlı Bedi, hatıralarla ayakta kalmaya çalışır. Sevdiğini itiraf edemeyecek kadar zayıf olduğundan ıstırabını içine gömer ve herkesten kaçarak yalnızlığa gömülür.

Bir yaşama imkânı olarak görülen aşk kadına da başlangıçta cesaret yerine korku verir. Nilgül, “hislerimden korktuğum içim kaçmak istemiştim.” (s.259) diyerek Bedi’ye karşı duyduğu romantik ilgiyi hemen itiraf edemez. Ancak onun kendisine olan sevgisinden şüphesi kalmayınca kendisi için yaşamın bütün manası değişir; evi, ailesi, çocuğu ikinci planda kalır; bütün varlığını aşk duygusu kaplar.

Yaşam anlamsızdır, ancak doldurulması gereken bir boşluktur. Bu boşluğu ise ancak aşk doldurabilir. Birey, birçok yaşamsal eksiklik içerisinde aşkı bir tamamlayıcı değer olarak görür. Her türlü olanağa rağmen kadın aşkla mutlu olmayı ister. Yirmi dört

yaşındaki Nilgül, dört yaşındaki oğlu Ahmet ile yaşama tutunsa da aşk olmadan eksiklik duygusundan kurtulamayacağını bilir. Ancak sevildiğini anladığı anda yaşama dair umudu canlanır.

Romantik aşk, ilk bakışta ortaya çıkan ve kişileri duygusal anlamda sarsan ve zamanla tutkulu bir sevdaya dönüşen iki insan arasındaki karşılıklı bir duygusal etkileşimdir. Bu duygusal etkileşimin temelinde ise yaşamdan duyulan bir hoşnutsuzluk vardır. Bu nedenle yaşamsal boşluk ve eksiklik kişiyi çoğu zaman aşık olmaya yönlendirir. Birçok romanda kadın veya erkek karakterin “ilk görüşte aşk” yaşamasının temelinde bu düşünce saklıdır.

“Aşk Fırtınası” adlı eserde platonik bir içeriğe sahip ve yoğun bir duygusallıkla işlenen romantik aşk anlatının odağını oluşturmaktadır. Eserde “karşılaşma-ayrılık-mutlu son” şeklinde ilerleyen aşk öyküsü ilk görüşte aşk şeklinde başlar. Bireye acılar yaşatsa da ileride mutluluklar vaat eder. Ancak eserin başlangıcındaki romantik tablodaki heyecanlar bir süre sonra yerini acılara bırakır.

Eserin başkişisi Feriha, yaşamsal eksikliğine karşı kendisini tamamlayacak, varoluşunun yükünü hafifletecek bir duygunun arayışı içerisindedir. Maddi anlamda varlıklı bir aileden gelen genç kız, “Bütün bunlara rağmen içimdeki bu boş kalan yer

ne? Bir şeyi bekliyorum… Neyi bekliyorum? (s.23) diyerek gizli bir aşk arzusu

duymakta, sevme ve sevilme arzusuyla yaşamaktadır. Yüreğinde sadece kendisinin yer bulacağı, sadece kendisine ait olan bir erkeği sevmek ve onun tarafından sevilmek isteğiyle yanmaktadır. Bu arzunun kaynağında yaşamsal eksikliklerin neden olduğu mutsuzluk yatmaktadır. Bir rastlantı ise genç kızı beklediği aşk dolu dünyayla buluşturur.

Refik, “Tıbbiyeye” yazılmak için geldiği İstanbul’da Feriha’nın ailesini ziyaret etmek ister çünkü genç kızı bir türlü unutamamıştır. Bu ziyaret sırasında; Feriha’ya çocukluk yıllarında başlayan duygusal ilgisi yeniden canlanır. Feriha ile Refik arasında rastlantısal ve karşı konulmaz bir şekilde gelişen bu karşılaşma, zamanla romantik aşka dönüşür. Feriha’nın; “Refik ağabeyi” (s.25) ile yıllar sonraki “ilk karşılaşma” anı, ikili arasındaki aşkın ilk kıvılcımlarına sahne olur:

“Refik’in o dakikada bana bakan gözlerinin ateşi bir cehennem kızgınlığı gibi

Aşk gibi bir duygunun yüreğinde canlanmasına engel olamayan Feriha, yıllar sonraki bu ilk karşılaşma sırasında Refik’e âşık olur. Yalnızlığın verdiği acıların sağaltımını ve kimsesizliğin verdiği yalnızlığı giderebilme olanağı bulur.

Birey, yaşama geldiği andan itibaren kendisi gerçekleştirecek bir şeyler arar. Bu amaçla kendisini tamamlama duygusu içerisindedir. Bu ihtiyaç onun yaşamı iki kişilik algılama düşüncesine iter ve her zaman bir başkasının ilgisine gereksinim duymasına neden olur. “Yaşamımı boş ve anlamsız buluyorum.” (s.23) diyen Feriha, içindeki yaşamsal boşluğun ancak aşkla dolabileceğine inanır. Bir başkası tarafından sevildiğine tanık olmak ve kendisini seven bir kalbin olduğunu anlamak, genç kıza inanılmaz derecede heyecan verir. Aşk yaşamının merkezine yerleşince varoluşunun yükü hafifler, dünya olduğundan farklı görünür. Feriha, kendisini seven bir erkeğin olduğunu hissedince çocukluğundan beri içindeki isimsiz boşluğun ne olduğunu anlar. “Varlık ve

Hiçlik adlı yapıtında Sartre, sahiplenme arzusunu var olma arzusuna dayandırır, dünyada yalnız değiliz, sınırsız bir özgürlük hissettiğim halde bana bakan, beni tanımlayan bir başkası var… Aşk sevilme arzusudur.” (Yılmaz, 2000: 40) Yaşamındaki

en büyük amacı sevmek ve sevilmek olan Feriha, beklediği aşka kavuşmanın mutluluğunu haykırır:

“Dünyada yalnız aşk var.(…) yalnız saadet! Bunu anlatmak için çabalamak pek hoş, pek zavallı bir şey! Saadet insanı çocuklaştırıyor. (…) Aşk ne nihayetsiz bir kaynakmış. Bunun suyunu içe içe kanamıyoruz.” (s.75–76)

Feriha, rastlantısal gelişen bu aşk ilişkisiyle birlikte kendisini seven bir kalp için yaşamdaki tüm arzularını dışta bırakır. Adeta büyülenmişlik düzeyinde bir hayranlık besleyerek sevilen kişiye iç dünyasında çok özel bir yer ayırır. Genç kızın, o andan itibaren yaşamının merkezine sevgili oturur. Aşkla beraber dünyadaki her şey kendisine olduğundan farklı gözükür, boş ve anlamsız bildiği dünya artık yaşanmaya değerdir. Bu aşkla birlikte gündelik hayattan ve insanlardan kopar, iletişimi kaybolur. Ancak romantik aşkın özgürleştirici bir duygu verdiğini, kendisini yaşamın gerçeklerinden uzaklaştırarak gerçeğin baskısının hafiflediğini görmezden gelemez.

İnsan benliğindeki en güçlü duygulardan biri aşktır. Kadınlar, romantik aşkı geleceğe karşı bir güvende olma aracı olarak görürler. Bu nedenle aşk, bireyin hem sığınağı hem de var oluşunun temelidir. İnsanın iç dünyasının derinliklerinde saklı olan aşk duygusu, yaşamı anlamlı kılan temel değerlerden biridir. “Sevgim ve Gururum” romanında da aşkın gücü ve gerçekliği ilk görüşte kendini gösterir. İlk görüşte tutkulu

bir aşka dönüşen genç kızla erkek karakter arasındaki aşk, birçok romanda olduğu gibi burada da fiziksel bir çekimle başlar. Bu eserdeki romantik aşk, ilk karşılaşma sırasında fiziksel çekimin verdiği bir “anlık cazibe” sonucunda ortaya çıkar. Eserdeki kurmaca dünyanın merkezinde yer alan romantik aşk, ilk karşılaşma anında karşısındaki kadının güzelliğine hayran olan erkek kahramanın duygularında açığa çıkar. Çünkü “Bireyin

mutluluğa olan açlığını ve doyumsuzluğunu yansıtan aşk kültü, sürekli bir güzellik ve mutluluk isteği taşır.” (Eliuz, 2011: 225) Eserin merkezindeki erkek karakter Cihat

Bağdatlı’nın ilk görüşte bağlandığı Zerrin, ilk bakışta erkeğin aklını başından alan güzellikte bir kızdır.

Zengin ve soylu bir aileden gelen Cihat Bağdatlı, bir at gezintisi sırasında attan düşüp yaralanınca Saim Bey’in kâhyalık yaptığı bir çiftliğe yaralı olarak sığınır. Cihat Bağdatlı çiftlikte kâhyanın kızıyla rastlantı sonucu karşılaşması ile anlık bir cazibenin

ürünü olarak duygusal çekim yaşanır. Cihat Bağdatlı, Zerrin’i ilk gördüğünde;

“-Gitmeyeceğim. Buraya beni bağlayan bir kuvvet var. Dünyanın hiçbir tarafı ve hiç kimse beni alakadar etmiyor artık…” (s.34) diyerek Saim Bey’in kızı Zerrin’e tutku ile

bağlandığını kendine itiraf eder:

“Halbuki küçük ve güzel bir kız, sade tavırları, yumuşak bakışlarıyla onun karşısında başka bir ufuk açmıştı şimdi.” (s.36)

Cihat Bağdatlı’nın çiftlikte gördüğü kız, erkek duyarlığını harekete geçiren olağanüstü güzelliğe sahip bir kızdır. Bu güzellik karşısında bütün varlığını tutkuyla bağlandığı kızın buyruğuna bırakır. Gönlünü verdiği genç kızdan kopamaz, dış dünya ile bağını keserek aşkın sunduğu “büyülü bir dünya”nın içinde sıkışıp kalır. Zerrin’in bakışları karşısındaki erkeğe takılınca, Cihat Bağdatlı anlık bir cazibeye kapılır ve aşk kendi düşüncelerini egemenliği altına alır. Burada “Aniden gelen bir aşk nöbeti” (Gasset, 2011: 40) söz konusudur. Hayat, a küsmüş ve hayattan fazla beklentisi olmayan Cihat Bağdatlı için “Aşk, (…) anlamını yitirmiş dünyaya bir moladır.” (Mollaer, 2007: 249) Aşk, attan düşüp yaralanan ve ölümün eşiğine kadar gelen adamı adeta ayağa