• Sonuç bulunamadı

Görücü Usulü Evlilik veya Geleneğe Direniş

3.1. Aşk ve Evlilik

3.1.2. Evlilik

3.1.2.3. Görücü Usulü Evlilik veya Geleneğe Direniş

Tanzimat’la birlikte toplumsal yapıda hızlı bir değişim yaşanır. Geleneksel yapıdan modern yapıya geçişi içeren bu süreç oldukça sancılı olur; birçok konuda gelenekle modern karşı karşıya gelir. Bu hızlı değişme sürecinde gelenekle modern evlilik konusunda da karşı karşıya gelir. Geleneksel yapı evliliğin toplumun isteklerine

göre şekillenmesini isterken, modern olan, bireyin kendi iç dünyasının isteklerine göre şekillenmesi gerektiğini düşünür.

Bireyin kendi isteğiyle gerçekleştireceği bir evlilik, Tanzimat romanlarından beri hürriyet kavramı ekseninde ele alınan bir konudur. Bu vurgu, Cumhuriyet dönemi popüler aşk romanlarında belli başlı konulardan biri olarak yer alır. Muazzez Tahsin’in romanlarında birkaç önemli izlekten biri olarak ortaya koyduğu evlilik sorunu, geleneksel olanla modern olanı karşı karşıya getirilerek ele alınır. Bu karşıtlıkta görücü usulü bir evliliğe karşı çıkılarak genç bireylerin evlilik kararlarını kendilerinin vermesi gerektiği savunulur. Romanlarda karşılaştığımız bu sorun, bireyselden toplumsal olana doğru bir çizgide yorumlanmaya çalışılır.

Modernitenin çok açık bir şekilde savunulduğu Muazzez Tahsin’in romanlarında, “Kadının eski tarz evlilikle yaşadığı köleliğe karşı çıkması bakımından

erken dönem Tanzimat romanının tipik özelliklerini taşır.” (Gürbilek, 2010: 41) Modern

yaşamın gerektirdiği şekilde bir evliliğin savunulduğu romanlarda modernleşme, karşısında en güçlü toplumsal değer olarak geleneği bulur. Bütün geleneksel yaşam unsurları gibi evlilik konusunda da geleneğin düşüncesine olumsuzlanan bir bakış açısı getirilir. Geleneksel yaşam biçiminde sevmeden ve aile isteği ile gerçekleşen evlilikler, bireyi mutluluğa götürmediği için eleştiri konusu olur. Birey, çoğu zaman geleneksel anlayışın dayattığı evliliğin mutluluk getirmeyeceğini düşünerek bu evliliğe karşı tavır alır.

“Kezban” romanında aile baskısı ve geleneğin dayatması ile gerçekleşen Dr. Ferit-Vivet arasındaki nişanlılık, evliliğe doğru yol almaktadır. Başkişi Kezban’ın üvey kız kardeşi Vivet ile nişanlanan Dr. Ferit, sevgiyi dışta bırakıp aile baskısına boyun eğer. Dr. Ferit, geleneğin isteği doğrultusunda temellenecek bu evliliğin gerekçesini şöyle dile getirir:

“Vivet şirin ve akıllı bir kız. Çocukluğundan beri onu bana vermek istiyorlardı. Aileler anlaşmışlar. Ben de hayır diyemedim. Sevmek nedir bilmiyordum. Onu sevimli bulmağı kâfi görüyordum. Sonra evlenmek, fikrimce bir gaye idi. Rahat çalışabilmek için buna ihtiyacım vardı. Vivet’in babası bana büyük bir iyilik etti. Tahsilime devam edebilmem için babama ödünç para verdi. İstanbul’a döndüğüm zaman da ahbapları vasıtasıyle beni Cerrahpaşa hastanesine tayin ettirdi. Kalbim ona karşı minnetle dolu idi.(…) Kalbimi sevgiye kapatmıştım. Yalnız kalbimi değil, kafamı ve sinirlerimi de…”

Dr. Ferit, ataerkil düşüncenin dayatmaları sonucu evliliğin eşiğine kadar nasıl geldiğini vurguladığı bu satırlarda evliliği “mutlu bir yuva” yerine bir “amaç” olarak gören anlayışı sorgular. Vivet ile çıkar uğruna nişanlandığını itiraf eden Dr. Ferit, Kezban’la olan bir diyalogunda “Bütün hesaplarımda yanılmışım. İhmal edilen aşk

bugün benden intikamını alıyor.” (s.126) diyerek Vivet ile gerçekleştireceği evliliğin

“sevgi” üzerinde yükselen sağlam bir temele oturmadığının çaresizliğini vurgular. Bu nedenle Vivet’le olan nişanı sonlandırarak ilişkilerinin bir ömür boyu sürecek birlikteliğe dönüşmesine izin vermez. Bireyin doğal bir sığınağı olan evliliğin, geleneğin isteğine göre şekillendirilmek istenmesi zamanla bireyin ruhunda bir baskıya dönüşür.

Evliliğin sevginin dışında başka bir nedene dayandırılması, “Kadının bir fert

olarak kabul edilmesiyle ilgili olan ‘Kendi başına karar verebilme’ ve (…) Özellikle evlilikte kızların fikirlerinin alınmaması ve bu konudaki kararı başkalarının vermesi, Türk romanının doğuşundan beri kadınlarla ilgili ele alınıp eleştirilen önemli bir sorundur.” (Gülendam, 2006: 167) Bu sorun, Muazzez Tahsin’in “Bir Genç Kızın

Romanı”nda bireyselden toplumsala doğru kayan bir çizgide işlenir. Bu romanda çok eşli evliliğin gençleri mutsuzluğa götürerek toplumsal bir soruna dönüşmesi yaşlı bir kadının geçmişteki evlilik öyküsü ile ortaya konulur. Çok eşli evlilik, bu romanda evlilik kurumu açısından geleneğin dayattığı bir zorunluluk olarak başkişi Selma’nın halasının geçmişte dört eşli bir kocayla evliliği üzerinden eleştirilir.

Geleneksel aile yapısı, evlilikte bireyin kendi isteklerini önemsemeyerek ailenin isteğine göre şekillenmesini bir zorunluluk sayar. Çünkü geleneğin önceliği, nasıl bir evlilik olursa olsun kadının bir an önce evlenip yuva kurmasıdır. Başkişi Selma, geleneksel evliliğin kadın üzerindeki olumsuz etkilerini halası Sabiha Hanım ile tartışır. Eserde yazarın sözcüsü konumundaki Sabiha Hanım, “herkesin gittiği yoldan giderek

evlen(mesinin)” geleneğin isteğiyle gerçekleştiğini belirtir. O, geleneksel değerlerin

kabul ettiği evlilikte sevginin önemsenmediğine ve geleneğin isteğinin öncelikli olduğu gerçeğine vurgu yapar. Gelenek, Sabiha Hanım’ın kuracağı yuvanın hangi temelde ve ne şekilde olacağını önemsememekte, sadece evlenmesini istemektedir. Yaşlı kadın, yıllar geçmesine rağmen böyle bir evliliği kabullenmenin dramını hâlâ yaşamaktadır. Sabiha Hanım, kendisi için bir eşitlik içermeyen, duygusal ve bedensel bir yakınlık oluşmayan bu evlilikle yazgısına sahip çıkamaz ve kendisini erkeğin eline teslim eden biri olduğunu itiraf eder:

“O zaman için okumuş veya cahil, güzel veya çirkin, ailesinin hayattaki vaziyeti iyi veya fena olsun, bir kızı bekleyen akibet evlenmekten başka bir şey değildi… Ben de herkesin gittiği yoldan geçerek evlendim. (…) Bir gün annemiz ve babamız münasip gördüğü bir adamı seçer bize. ‘Bu, senin kocan, efendin, amirin, her şeyindir’ derlerdi. Biz de evlendiğimiz adamı öyle bilir, öyle kabul ederdik. Ne bir isyan, ne bir hareket…”

(s.176-177)

Çok eşli evlilik konusunda geleneği sorgulayan yukarıdaki satırlarda Sabiha Hanım, evlilikte sevginin dışta bırakılarak kadının her bakımdan “kocasına itaat” eden bir varlık olmasını eleştirir. Kendisini istemediği bir evliliğe hapseden ataerkil anlayış, kadının “mutluluğu”nu değil “evlenme”sini istemiştir. Sabiha Hanım, evlilik çağına geldiği için evlenmesini gerekli gören ailesine göre kızlarının kiminle ve nasıl bir evlilik yapmış olması sorun değildir. Sadece bir “gaye”yi gerçekleştirerek gelenek tarafından “evlenme”si gerekli görülmüştür. Sabiha Hanım, söz konusu anlayışın kendisinin iki karılı üç çocuklu bir evliliği yaşamasına sebep olduğunu, böylece evliliğin kendisi için bir zindana dönüştüğünü anlatır. Onun evlendiği kişiden beklentisi değil, evlendiği erkeğin kendisinden beklentileri önemlidir. Onun bir kadın olarak böyle bir isteğe karşı gelmesi/geleneğe karşı durması hiçbir zaman düşünülemez:

“Kocamın yaşlı bir adam olduğunu, benden evvel iki karı aldığını, bunlardan

birisinin öldüğünü, ikincisinin benimle birlikte yaşayacağını, kocamın ölen karısından yirmi yaşında bir oğlu… ikincisinden on iki ve on yedi yaşlarında bir iki kızı olduğunu nikah ve düğün olduktan sonra haber aldım.” (s.177-178)

Kendi özgür tercihi hiçe sayılarak evlendirilen Sabiha Hanım, evlenmekten çok “ihtiyar bir koca” ile onun çocuklarına bir çile çekmek için yeni bir eve taşınır. Ailesi, kızlarını evlendirmenin “saadeti” ile bir sorumluluğu yerine getirdiklerine inanırken, Selma bunun bir “vicdansızlık” olduğuna inanır, çünkü ona göre çokeşlilik, modern bir genç kızın kabul edebileceği bir yaşam biçimi değildir.

Sabiha Hanım’ın duygularının, isteklerinin ve beklentilerinin göz ardı edilerek gerçekleştiği bu evliliği yoksunluk ve hayal kırıklığıyla sonuçlanır. Düşlediği evliliğinde kadınlığını yaşayamadığını ve ruhsal açıdan kendisini tatmin etmediğini görür. Sonuçta çaresiz, kaderine boyun eğer ve hayal kırıklığı içinde umutsuz bir bekleyişe geçer. Beklentilerinden çok uzakta kalan bu evlilikte asıl suçlu kendisi değil, ailedir. Duygusal gereksinimini karşılamayan evliliği onun dişilik yanını görmekten ise çok uzaktır. Bu evlilik kişiliğini öldürdüğü gibi kadınlığını da öldürmüştür.

Beklentilerini karşılamayan bu evlilikte alınıp satılan bir eşyaya dönüştüğünün farkına varan kadın, yaşamı boş ve anlamsız görmeye başlar.

“Saadet Güneşi”nde de evlilik konusunda gelenekle modern karşı karşıya getirilerek görücü usulü evlilik, bireysel bir temelden toplumsala doğru ilerleyen bir sorun olarak ele alınır. Bu romanda modern bireyler görücü usulü bir evliliğe karşı geleneği sorgulayan bir tavır içerisindedir. “Görücü usulüyle evlenmek kızlara aşk vaat

etmediğinden cazip görülmemekte ve bir erkeğe kul olma düşüncesi itici gelmektedir.”

(Bulduker, 2011: 165) Gelenek, bireyi istemediği kişiyle evlenmeye zorladığında artık boyun eğmeyerek evleneceği kişiye kendisi karar vermektedir.

Eserin başkişisi Semra, teyzesi Lamia ile eski ve yeni evlenme şekli üzerinde tartışır. Semra ile birlikte modern kadının eserdeki temsilcisi olan Lamia, artık görmeden ve tanımadan yapılacak bir evlilikten uzak olduğunu iddia etmektedir:

“Bugünün genç kızları kocalarını sizin gibi evde ve kafes arkasından değil,

onlarla yüz yüze, göz göze bakıp anlaşarak seviyorlar.” (s.32)

Bu sözlerle kuşaklar arası evlilik anlayışının farklılığına işaret eden Lamia Hanım, birçok konuda olduğu gibi bireyin evliliğe bakışının değiştiğine vurgu yapar. Ona göre kadın açısından bir evliliğe yönelmenin temel koşulu geleneğin isteğini gerçekleştirmek değil, kendi öncelikleridir.

Eserde geleneksel evliliğin bireyin yaşamındaki olumsuz deneyimlere yol açması Semra’nın babası Cemil Taner’in geçmişteki bir evliliği üzerinden de somutlaştırılır. Cemil Taner, ilk evliliğinde kararını kendisi vermeyerek geleneğe teslim olduğunu kızına itiraf eder. Böylece geleneksel evliliğin bireyin yaşamına etkileri kadın gibi erkeğin de sorgusundan geçer. Cemil Taner, kızıyla yıllar sonra buluştuğunda kendi geçmişini anlatırken ilk evliliğinin ailesinin baskısı ile gerçekleştiğini belirtir. Yıllarca Avrupa’da gönlünü eğlendirdikten sonra yurda dönen genç avukat, annesinin hatırını kırmamak için onun uygun gördüğü Nevvare ile bir evlilik yapar. Cemil Taner’in de asıl trajedisi geleneksel toplum düzeninin, gençlerin isteklerine kulak vermeyerek onları kendi istediği kişilerle evlendirmiş olmasıdır:

“Yalnız bana bir aile değil, anneme de bir gelin seçilecekti. Annem eski zamanın bütün mutaassıp kadınları gibi, namus ve aile prensiplerinde çok titiz davranıyordu. (…) Nihayet eski paşalardan birinin kızı üzerinde mutabık kalındı…” (s.105)

Cemil Taner, ailenin isteğiyle gerçekleşen, sevgi ve saygıdan yoksun evliliğini bir zorunluluk olarak görür. Annesinin bir evlilikte tüm değerleri-aile, namus, ahlâk vb.-

önemseyerek “sevgi”yi dışta bırakmasını zamanının evlilik anlayışına bağlar. Bireyin evlilik gibi bir konuda kendi seçimini kendisinin yapamaması, ailenin değerleri öne çıkarılarak ruh ve duygu birlikteliğinin dışta bırakılması herkes gibi ona mutluluk getirmez. Çünkü kendisi ve karısı sevgi bağının olmadığı bu evlilikte evlilik kurumunun sorumluluklarına göre hareket etmişlerdir. Bu evlilik içerisinde ikisinin de karı koca olarak geleneğin isteği doğrultusunda bir arada yaşamaları bir zorunluluktur. Bu nedenle birbirine karşı sorumluklarını yerine getirmek gibi bir zorunlulukları vardır. Cemil Taner, “bana karşı karılık vazifesini tam manasiyle yaptı, ben de ona kendimden

şikâyet ettirmedim.” (s.106) diyerek sorumluluğunu yerine getirdiğini düşünür.

Sorumluluklarını yerine getiren eşler, ancak sevgi olmadığı için mutluluğu elde edemezler.

Batılılaşmanın sosyal yaşam üzerindeki etkisini gösterdiği alanlardan biri evliliktir. Bu süreçte modern bireylerin birçok değerle birlikte evliliğe bakışı değişir. Muazzez Tahsin’in romantik aşk öyküsünü anlattığı bütün romanlarının merkezinde yer alan genç kızlar ve kadınlar, evlilik konusunda geleneğin karşısında yer alır. İstanbul dışında yaşayan bir bireyin modernleşme sürecinin anlatıldığı “Dağların Esrarı” romanında başkişi konumunda yer alan genç kız, evlilik konusunda geleneğin dayatmasına karşı feministçe bir tavır takınarak evliliğin kendisi açısından bir kurtarılma arzusuna dönüşmesine izin vermez. Başkişi Semiha’nın evlilik konusundaki düşünceleri üzerinde annesi ile babasının geçmişte yaşadığı olumsuz ilişkiler etkili olur. Semiha’nın babası, annesini “derebeyleri gibi evine hapsetmiş, sokağa çıkmasına, gezip

eğlenmesine, arkadaş ve ahbaplarıyla görüşmesine” (s.121) izin vermemiş bir erkektir.

Babasının kurduğu bu baskı, annesinin kendisini de alarak evden kaçmasına neden olmuştur. Semiha, annesinin evliliğinde yaşadığı olumsuzluklara geleneğin neden olduğunu düşünmektedir. Yazarın kendi düşüncelerini iletmek için sözünü emanet ettiği Semiha, evlilik konusunda geleneğin karşısında yer almasını şu sözlerle özetler:

“Artık benim için onlar kadınlara ceza ve eza etmek için Allah’ın yeryüzüne

gönderdiği vahşi ve zalim mahlûklar, kadınlar ise o alçakların amansız pençelerinde ıstırap çeken biçare ve mağdur insanlardan başka bir şey değillerdi.” (s.28)

Böylece evlilik konusunda geleneğin isteklerini olduğu gibi kabul eden bireyin yerini; evliliği sorgulayan, düşünen, tartışan bireye bıraktığı görülür.

Muazzez Tahsin’in eserlerindeki kadın karakterler, geleneğin her türlü dayatmasına karşı kendi seçtikleri erkeklerle evlenmek gibi ortak bir eğilimi taşırlar.

Geleneğin baskısına boyun eğdiği an bir nesne olduğunu fark eden kadın, erkeğin yanında bir özne olarak değil, bir nesne olarak yer almak istediği için geleneğin baskısına direnir. Bu nedenle her zaman geleneği sorgulayan ve ona karşı çıkan bir anlayışla hareket eder. Çünkü “Çağdaş kadın olma yolunda ilerleyen dönemin okumuş

ve meslek sahibi Türk kadını, yaşamıyla ilgili kararları alacak konumda görmektedir.”

(Gülendam, 2006: 171) Bu düşüncenin sahibi modern bireyler, genç yaşta aileleri tarafından istemedikleri erkeklerle evlendirilmeye karşı çıkarlar. Modern bakış açısına sahip genç kızlar, evlilik gibi bir konuda geleneğin baskısına karşı direnir ve kendi isteği dışındaki bir evliliği kabullenmez.

“Yılların Ardından” adlı eserin başkişisi Berna da, henüz on yedi yaşındayken lisenin son sınıfında babasının isteğiyle çocukluk arkadaşlarından Coşkun ile nişanlanır. Ancak, kendi duyguları görmezden gelinerek ailesinin isteğiyle gerçekleştirdiği nişanı zamanla sorgular. Çağdaş Türk kadınının örnek kişisi artık evlilik konusunda geleneğe teslim olmayacak kadar cesaretlidir. İstemediği bir kişi ile evliliğe zorlanan ve bu nedenle ruhunda bir baskı oluşan Berna, evliliğe sorumlulukların yerine getirildiği bir alan olarak bakan kendi ailesinin baskısına direnir. Üniversite okumuş genç kız, geleneğe direnişi konusunda başarılı da olur:

“Onu sevmemişti sevmiyordu, sevmezdi. Birbirleriyle dost olmaları, evlenmeleri için bir sebep teşkil etmezdi. Bunu, mümkün olduğu kadar kısa birkaç satırla ona bildirmiş ve aralarında büyüklerin sözlerinden başka bir şey olmayan muhayyel nişan bağını bu suretle koparmıştı.” (s.109)

Berna, ailesinin belirlediği bu erkek yüzünden başka erkeklerle görüşmeyi uygun görmediğinden eğlence ve davetlerde kendisine yaklaşan erkeklerin evlilik tekliflerini geri çevirir. Modern bakış açısına sahip bir kız olmasına rağmen ailesine karşı kendisini sorumlu hisseder ve nişanlısının dostluğuyla yetinir. Berna, nişanlısı ile arasındaki “Bu dostluğu aşk sanı(r).” (s.101) Ancak on yedi yaşındaki bir genç kızın duyguları olgunlaşınca bu dostluğun bir evlilik için temel koşul olan sevginin yerini dolduramayacağını anlar. Coşkun’la aralarında böyle bir bağın olmadığını gören Berna, annesi ve babası ölünce bu nişanlılığın evliliğe dönüşerek bilinmeyen bir geleceğe doğru yol almasına izin vermez. Sevgi gibi evlilik de ancak özgür ve kendiliğinden olduğu zaman çiçeklenir, bir görev olarak düşünüldüğünde ölüp gider. (Russell, 1998: 91) Evlilik, ataerkil bir sistemin yerine getirmek istediği bir emir ve görev gibi

dayatıldığında psikolojik bir baskıya dönüşür. Okumuş, modern bireyler ancak bu baskıya direnecek gücü kendisinde bulur.

“O ve Kızı” romanında hayat karşısında mücadele gücü olmayan başkişi, birey etkin bir özne olmak için mücadele etmek ve çalışmak yerine geleneğin izinden giderek evliliği düşünür. Ancak zamanla bu düşüncesinin yanlış olduğunu itiraf eder. Eserin başkişisi Ayşe, arkadaşlarının üniversite eğitiminden sonra farklı alanlarda çalışmak istemelerine karşın, yüksek öğrenimine devam etmeyi göze alamayacağını düşünür ve kendisinin hukuk alanında doktorasını yapan biri olarak çalışmasına pek sıcak bakmaz.

“Avukat mı olsam, hakim mi? Mülkiye memuru mu yoksa hariciyeci mi? Hayır bunların hiçbiri hoşuma gitmiyor.” (s.21) şeklinde düşünen Ayşe, “Ben bu mesleklerden hiçbirisini seçmek istemiyorum. Ben annelerimizi ve büyük annelerimizi taklit ederek evleneceğim arkadaşlar.” (s.21) diyerek evliliği sorunlardan kurtulmanın çıkış yolu

olarak görür. Ancak annelerinin izinden giderek evlenmeyen Ayşe bu düşüncesini eyleme dönüştürmez.

Evlilikte kadının görüşlerine başvurulmaması ve gençlerin birbirlerini tanımadan evlendirilmesinin eleştirisine “Işık Yağmuru”nda da rastlarız. Bilge, “Hele bizim

sosyetemizde evlenmemek, yaşlı bir kız kalmak, adeta sosyal bir sakatlıktır.” (s.92)

diyerek evlilik sorununa toplumsal temelde bir yorum getirir. Modern bir kız olan Bilge, evlilik konusunda geleneksel olana karşı bilinçli ve eleştirel bir gözle yaklaşır. Onun bu tutumu hocası Münevver Hanım’la tartışması üzerinden verilir:

“Bakınız Hocam. Eski zamanlarda evlenmek, genç kızların önüne sürülen acayip yemekten başka bir şey değildi. Bu suretle onlara ya başıboş yaşamını bağlamak, ya da yorgun vücudunu rahata kavuşturmak isteyen bir erkek tanıştırılıyordu. Bu erkekler, evlenmeden evvel verdikleri sözleri çok defa unutuyorlar, kendi zevkleri veya bencilliklerinden başka bir şey düşünmüyorlardı. Zavallı genç kızlar da bu hayatta bir an için görüyorum sandıkları bir serabı arıyorlardı.” (s.92)

Erkek egemen bir toplum düzeninde yaşadığını düşünen Bilge, erkeklerle kendisi arasında bir eşitlik duygusu olamayacağını duyumsadığından bir evlilik kurumu içinde olmaktan korkar. Hukuki bir zeminde de olsa evliliğin sadece erkeğin istekleri doğrultusunda bir yaşamı dayatıyor olacağını bilir. Mutluluk uğruna sevmediği bir adamla aynı çatı altında olmak istemediğinden böyle bir yaşamı yaşamasını olanaksız bulmaktadır. Ayrıca deneyimleyeceği böyle bir evliliğin mutluluk getirmeyeceğini de bilmektedir.

Bilge, erkeğin isteklerinin öncelikli olduğu bir evliliğin yükünün taşınmaz olacağını düşündüğünden; geleneğin yüzyıllardır belirlediği şekilde görücü usulü evlilik yerine bireyin kendi iç dünyasına göre gerçekleşecek bir evliliği ister. Evlendiğinde kocasının eline bakmak zorunda kalacağını ve bu bağlanmayla bağımsızlığının elden gitmiş olacağını düşünen Bilge, geleneksel evliliğin zorluklarıyla karşılaşmamak için farklı bir evlilik yolu seçer. Bilge, sadece geleneğin buyurduğu baskıya teslim olmamak için kendi iradesi ile bir evlilik gerçekleştirir. Onun “Yuva Kurma Şirketi” aracılığıyla gerçekleştirdiği evliliğin gerçek nedeni geleneğin zorunlu kıldığı bir evlilik yaşamamaktır. Kocası Cem Timur’a evlilik konusunda belirttiği düşünceleri, modern Türk kadınının geleneksel evliliğe karşı zaferidir:

“Gerçi eski anlama göre “evlenme” fikri iflas etmişti. Bugün gençler kendi geleceklerine hakimdiler, beraber yaşayacakları hayat arkadaşlarını hatta çok defa kimseye danışmak gereğini bile duymadan seçmekte idiler.” (s.78)

Bilge’nin yaklaşımından hareketle evlilik konusuna bir alternatif sunulmaktadır. Geleneksel olanın korunmasını ve devam ettirilmesini amaçlayan evlilik şeklinde; her olumsuzluğu “kader” deyip boyun eğen bir kadının yerini; ruh birlikteliğine göre hareket eden bir kadın almıştır. Bilge’ye göre böyle bir evlilik şekli artık çok eskilerde kalmıştır. Çünkü evliliğe bir güvenlik alanı olarak bakan kadın, eski anlayıştan farklı olarak evliliği artık kader olarak kabul etmemekte ve kendisine güvenli bir gelecek sunan bu gelecek idealini başkasının eline bırakmamaktadır.

Eş seçiminde geleneksel değerlerin öne çıkarılarak bireyin kendi tercihlerinin göz ardı edilmesi ile gerçekleşen evlilikler her zaman mutsuzlukla sonuçlanır. “Sen ve Ben” romanında Leyla’nın da bir genç kız olarak mutluluğu yakalayamamasının arka