• Sonuç bulunamadı

NAZLI ERAY’IN ROMANLARINDA HALK BİLİMİ UNSURLARI 2.1 Anonim Edebiyat

2.2.7. Kader/Alınyazısı

Kader, ilk çağlardan günümüze kadar insan zihnini kurcalayan bir meseledir. İnsanoğlu hayatları boyunca kaderi ve alınyazısını öğrenmek isterler. Öğrenmek için çeşitli çözümler aramışlardır. Ancak bu çözümler insanları tatmin etmemiş ve insanlar alınyazısını anlamakta güçlük çekmiştir. Bu da kader konusunun ne kadar karmaşık olduğunu gösteren işaretlerden birisidir.

Bilindiği gibi yükleme kuramının temel mantığı, çevremizde yaşanan olayları anlamlandırırken veya başa çıkamadığımız süreçleri açıklarken kendimiz dışında, kontrol edemediğimiz bir merkeze atıf yaparak düşünsel sorgulamamızı sonuçlandırmamız ve psikolojik olarak rahatlamamızdır. İnsan tabiatüstü güçlere yükleme yaparak, başa çıkamadığı olayların ağırlığından kurtularak, ruh sağlığını olumlu yönde desteklemektedir.

Aşkı Giyinen Adam romanında Mihri Abla’nın kadersiz bir kadın olduğunu ve hayatı boyunca maddi sıkıntılar çektiği şöyle anlatılmıştır:

“Kadersiz bir kadındı. Şimdi düşündüğümde, onun o zamanlar çok para sıkıntısı çektiğini anlıyordum, manikür ve ağda salonunun arka tarafındaki ufak, penceresiz bir bölmede, iskambil kağıtları açıyordu. Tarifesi ucuzdu; her zaman güler yüzlüydü. Karşılık beklemeyen bir sevgiyle seviyordu beni; onu son gördüğümde evine icra gelmiş, bütün eşyaları gitmişti. Mihri Abla’nın üzüntüden tansiyonu çıkmıştı. Ablası Mihri Abla’nın onun yanında sigara içmesini istemiyor, Mihri Abla el kapısında yabancılık çekiyor, sigarasını balkonda içiyordu.”(AGA/80)

Aşık Papağan Barı romanında anlatıcı, hayatı boyunca alınyazısını merak etmiş ve öğrenmek için çeşitli yollara başvurmuştur. Koruyucu Meleği Hasan ile beraber Alınyazısı Okuma Merkezine giderler. Bu olaylar kitapta şöyle anlatılmıştır:

“En büyük tutkumu biliyordu. Tüm yaşamım boyunca, alınyazımı okutmak istemiştim. Alınyazımı bilmek.

Hasan, yine alınyazımı okutmak için o bürolara, yaşlı kadınlara, hocalara, cincilere, ultramodern Alınyazısı Okuma Merkezlerine gideceğiz, değil mi?” (APB/21)

Anlatıcı, Alınyazısı Okuma Merkezinden çıktıktan sonra duyduklarından tatmin olmaz ve ultra modern alınyazısı okuma merkezine gitmek ister. Anlatıcı için alınyazısı meraktan ziyade saplantı haline dönüşmüştür.

“Hasan, alınyazımızı okutmak için cinciye mi gidelim; yoksa kompütürle çalışan o ultra modern merkezlerden birine mi?

İkisine de gidebilir miyiz? Diye sordu. İlgilenmişti, anladım. Alınyazısını o da merak ediyordu.” (APB/39)

Aşık Papağan Barı’nda ‘alınyazısı’ sıkça kullanılmıştır. Anlatıcı, Alınyazısı Okuma Merkezlerinde alınyazısını öğrenemez. Melek Hasan bu sefer anlatıcıyı cinciye götürür. Cinci Kebir ve anlatıcı arasında geçen konuşma şu şekildedir;

“Alınyazısı yalnız çizilmiş bir yol mu?

Hayır, kader aynı zamanda, biliyorum, dedim. Kaderini bilmeden yaşasan daha iyi olmaz mı?

122

Niçin?

Duyacakların ürkütebilir seni, üzebilir.” (APB/41)

Roman boyunca alınyazısı sıkça karşımıza çıkar. Anlatıcının aklını sürekli alınyazısı kurcalar. Bir şeye odaklanamaz.

“Ne mi düşünüyorum… Onunla her şeyin başladığı odada şimdi seninleyim. Kader ve alın yazısı…

Alın yazısı…” (APB/93)

Örümceğin Kitabı adlı romanında Osman’ın aşk acısı çektiği ve kaderinin tamamen değiştiği şöyle anlatılmıştır:

“Nerden karşılaştım ki onunla? Neden kader onu birdenbire karşıma çıkarttı ve bütün yaşam çizgimi değiştirdi?” (ÖK/15)

Yıldızlar Mektup Yazar romanında ‘kainattaki her şeyin bir kaderi olduğu gibi ayakkabının da bir kaderi vardır’, düşüncesi işlenmiştir.

“Her pabucun bir kaderi olduğuna inanırım. Tuhaf bir inançtır bu. Ayağımdaki pabuç bir yerde benim de kaderimi paylaşır sanki. Kimi zaman pabuç alırım kıymetsizdir, çok az giyerim; dolapta öylece durur. Kimi pabuç ayağımdan çıkmaz. Umulmadık yerlere girer çıkarım onlarla.” (YMY/27)

Pasifik Günleri romanında adadan kurtulan adam alınyazısı hakkında düşüncelerini şöyle yorumlamaktadır;

“Madem ki yeraltından çıkabildim, adadan da kurtulacağım. Bana kalırsa bu olay özellikle Tanrı tarafından benim kurtuluşum için hazırlanmış bir olaydır. Onun için ben buradan uzaklaşmadan volkanın patlayacağını pek sanmıyorum. Alınyazısına inanırım.” (PG/16)

Beyoğlu’nda Gezersin romanında falcı kadın, iki insanı birleşmesini ‘kadere’ bağlamaktadır.

“Bir kader ortaklığı var. Bir bütünlük. Bir kadın var, ikinizde onun yanındasınız. Bir yol var, ikinizde o yola giriyorsunuz. Bir para var, ikiniz kullanıyorsunuz; yani nasıl diyeyim, bir kader birliği var gibi aranızda.” (BG/128)

Alıntı, metinlerarası yöntemlerin en tanınan olanıdır. “Alıntı, metinlerarası ilişkinin en belirtgesel biçimidir. Bir metnin başka metindeki varlığını en somut biçimde görünür kılan, ilk akla gelen, en genel ve en sık karşımıza çıkan metinlerarası yöntemdir.”176

Alıntı, bir metinden alınan bir cümlenin, kavramın, sözün, görüşün tırnak içerisinde, bazen italik olarak, yazarın ve eserin adı da belirtilerek yapılır. Bu yöntem daha çok bilimsel metinlerde veya denemelerde görülür. Genel olarak, yani bilimsel metinlerin dışında kalan metinlerde bir başka metinden yapılan alıntı italik olarak yazılmaz, yazar ve eserin adı geçmez ise de tırnak içerisinde verilir. Gönderme ise sanatçının ya da yapıtın içeriği doğrudan

123

verilmeden eserin adı verilerek yapılır. Bunların yanında aşırma, eserin bir bölümünün yazar veya eser adı verilmeden tamamen kullanılmasıdır.177

Alıntı, ayraçlar veya italik yazıyla ayırt edilir. “Ayraçlar, ‘bunu söyleyen ben değilim’ demek isterler. İtalik yazıya başvuran yazar, alıntının üzerinde daha fazla durur, onu belirtir, sözcelemi üstlenir. ‘Ben vurguluyorum’ demek ister, ya da onu ‘Bunu söyleyen ben değilim’e eşdeğer olarak kullanır.”178 Fakat postmodern eserlerinde kuralsızlık, bu kuralda da geçerli olduğu için alıntının nasıl inceleneceği yazarın tasarrufuna kalmaktadır. Bazen şairler, alıntı yaparken, alıntılanacak metni çok bilindiği için onu özel olarak imlemeye gerek duymazlar. Alıntı yapılan metin çok bilindik olduğu için metin içinde farklı kodlanmaması onu intihal yapmaz.

Alıntının bir yapıtta birçok işlevi vardır. Yazar ve şairler, eserlerinde bir görüşü açıklamak veya bir kaynağa dayandırarak onu desteklemek amacıyla alıntıya başvururlar. Alıntı, bir düşünceyi desteklemenin dışında eserde süs niteliği de görür. Ancak alıntının en temel işlevi yetkedir. “Bir yazarın, düşüncesini desteklemek için, o konuda söz sahibi bir başka yazardan, kuramcıdan ve benzeri alıntı yapması, alıntının ‘yetke’ işlevini öne çıkarır.”179 Bunların dışında yazarlar, eserlerinde alıntıya yeni işlevler yüklemektedirler.

Alıntıda alıntılanan metin, Metin 1; onu alıntılayan metin ise, Metin 2’dir. Alıntılanan metinde (Metin 1) sözce, ilk kez karşımıza çıkar. Alıntılanan metinde (Metin 2) sözce, ikinci kez geçmiş olur. Böylelikle ortaya iki yazar çıkar: Metin 1’in yazarı, Yazar 1; Metin 2’nin yazarı, Yazar 2.180 Bir sözcenin bir metinden (Metin 1) öteki metne (Metin 2) yer değiştirmesi, iki metin arasında bir köprü kurar, bağ oluşturur. Bahtin’in söyleşim adını verdiği bu olguya, Compagnon, ilişki demektedir.181

“Bir diğer açık metinlerarası biçimi olan gönderge ise, yapıtın başlığını ya da yazarın adını anmakla yetinir. Gönderge, bir metinden alıntı yapılmadan okuru doğrudan bir metne gönderir.”182

Pelit Robert’e göre alıntının işlevini, “genellikle ileri sürülen görüşü açıklamak ya da desteklemek için bir yazardan, ünlü bir görüşü açıklamak ya da desteklemek içim bir yazardan, ünlü bir kişiden alıntılanan parça”183 şeklinde tanımlar.

Sis Kelebekleri adlı romanında yazar, Mahmut Şevket Paşa’nın günlüğünden doğrudan alıntı yapar.

“Mahmut Şevket Paşa’nın Günlüğünün 131. Sayfasındayım. Şöyle bir not düşmüştü paşa:

Bulgaristan Rusya’dan ayrılmaya mecbur olacaktır. Acaba böyle bir ittifak teşekkül edebilir mi?” (SK/65) 177 Aktulum, a.g.e., s.102. 178 Aktulum, a.g.e, s. 77. 179 Aktulum, a.g.e., s. 80. 180 Aktulum, a.g.e., s. 79 181 Aktulum, a.g.e, s. 79 182 Aktulum, a.g.e., s. 101. 183 Aktulum, a.g.e., s. 98.

124

Sis Kelebekleri romanında Eray, Stefan Zweig’in Marie Antoinette adlı eserinden alıntı yapılmıştır.

“Marie Antoinette baştan aşağı cazibeli bir kadındı. Teninin şeffaf beyazlığı, vücudunun orantılı yuvarlak hatları, ateş gibi kızıl saçları, fildişinden dökülmüş gibi düzgün kolları, güzelliğiyle meşhur elleri ve özellikle taptaze gençliği ile bütün kalpleri kendine bağladı. İnce ve kusursuz bacakları ile yürürken vücudumdaki uyum otururken tavrındaki çeviklik, merdivenleri çıkarken uçar gibi koşuşu, eli öpülürken beyaz parmaklarının hareketleri… Her kadın güzelliğinin merkezini bilir. Marie Antoinette de kendi güzelliğinin kaynağını biliyordu. Bu yüzden yerinde hiç durmazdı. Hareketsiz durup birini dinlemek, dinlenmek, hatta uyumak hiç sevmediği şeylerdi. Gidip gelmek, bir işe başlayıp onu yarım bırakmak, bir başkasına başlamak, didinmek hiç durmamak, uzun süre yemek yememek, hatta uzun süre uyumamak, hep yeni şeylerle meşgul olmak…. Bunlar Marie Antoinette’in kraliçelik hayatıydı.” (SK/226)

Orphée romanında Paris’te Son Tango adlı eserden alıntı yapmıştır.

“Villanın girişi otlar ve çalılarla kaplıydı. Yerler oldukça aşınmıştı. Giriş holünde, kenarda duran ufak bir masanın üzerinde, san pirinçten ve yeşil camdan oluşmuş bir gaz lambası duruyordu. Yerler parke, duvarlar ise üzeri geometrik şekiller ile süslü kumaş kaplıydı. Cezayirli durup dinlenmek nedir bilmiyordu. Saksafonundan çıkan kırık dökük melodiler Paul’a acı çeken, kendi yakınmaları ve feryattan altında ezilen, parçalanan yaratıktan hatırlatıyordu… Paul masanın başına oturduğu yerden avludaki sedire uzanmış Cezayirliyi görebiliyordu. Masanın üzerindeki lamba, çok kısık bir ışık veriyordu.” (O/82)

“Jeanna, çantasının içinde anahtarını bulur. Uzun bir uğraştan sonra kapı açılır. Paul, hemen arkasındadır.

Kapıyı omuzlar.

Jeanna, evin içinde ileriye doğru koşmaya başlar.

Paul, Jeanne’in arkasından bağırır. Buraya dek vardığımıza göre, artık bu yolun dönüşü olamaz, der.” (O/142)

“Paul, Jeanne’e bir adım daha yaklaşır. Kızın paltosunun açıldığını görmez bile. Silahın namlusunu Paul’e çevirir.

Kız namluyu çeker.” (O/144) a) Ceviz

Cevizin en dış kabuğu –yeşil ve acı olan kabuğu– “nefs-i emmâre”ye, onun soyulmasıyla ortaya çıkan sert tahta kabuk “nefs-i levvâme”ye, onun soyulmasıyla ortaya çıkan ve kalınca kahverengi bir zar olan kabuk “nefs-i mülhime”ye, onun da soyulmasıyla ortaya çıkan şeffaf ince sarımsı kabuk ise “nefs-i mutmainne”ye benzetilmiştir. Bu şeffaf kabuk artık özü gizlemez ve özü gören iç göz de mutmain olur. Şeffaf kabuğun soyulmasıyla insan beynine benzeyen kıvrım kıvrım cevizin kozu ortaya çıkar. Bu ise “nefs-i raziye”nin simgesi sayılır. Bu kozun ezilip yağının ortaya çıkarılmasına “nefs-i marziye”, yağın içindeki kudrete de “nefs-i safiye” denmiştir. Bu yedi aşama aşılarak öze, yani Tanrısal sırra erildiği imlenir. Ceviz için bu metaforik anlatım, tek yorum değildir. Sûfînin muradına uygun bir simgesel bağlama oturtularak daha birçok anlam türetilmiştir. Bu nedenle, doğrusu şu ya da bu anlamdır denemez. Her anlatım kendi anlam bağlamına bağlı olarak maksada uygun görülmüştür. Örneğin, ceviz ağacı insan vücuduna, cevizin meyvesi de insan kafasına benzetilmiştir. Sert kabuğun kafatasına, cevizin kozunun insan beynine, zarın beyin zarına, içindeki yararlı içeriğin hikmete

125

ve cevizin yağının akla işaret olduğu da söylenmiştir. Başka bir yorumda, cevizin yeşil kabuğunun “ilm-el yakîn”, sert kabuğunun “ayn-el yakîn” ve cevizin içinin “hakk-el yakîn”e işaret ettiği söylenmiştir.184

Ay Falcısı romanında anlatıcı, dedesi ve arkadaşları büyülü bir yolculuğa çıkarlar. Büyülü yolculuğa cevizin üstünde giderler. Bu ceviz, anlatıcıya yapılmış bir büyüdür. Cevizin içi kararmış ve küflenmiştir. Anlatıcının ruh hali cevize aktarılmıştır.

“Derin bir uykuya dalmışım… Bu kez her şey ne denli değişikti. Antonio Diavolo’nun bulduğu, cevizden yapılmış büyü vardı ya, işte o ceviz kabuğu mavna gibi kocaman bir şey olmuştu. Hemen tanıdım onu! Büyüde kullanılan kabuktu bu. Boyutu büyümüştü, bir nehrin üzerinde yüzüyorduk, hepimiz onun içindeydik. Dedem öne oturmuştu. Giselle onun yanındaydı. Gloria ceviz kabuğunun kenarından, akan suyu seyrediyordu.

İçinde bulunduğumuz kocaman ceviz kabuğunu dikkatle inceliyordum. Oturacak yerler ve cevizin ortasındaki bölüm karamış ve çürümüştü. Bunlar, kabuk toprağa gömüldükten sonra ben çiçeğimi suladıkça çürümüş olan yerler olmalıydı. Ama koca ceviz kabuğunun dış kısmı yepyeniydi.” (AF/105-106)

Yolculuk esnasında anlatıcı, fenalaşmaya başlar. Antonio Diavolo, bunun büyü olduğunu söyler. Büyüyü bozmak için cevizi bulmaları gerekmektedir. Antonio Diavolo, büyük bir ustalıkla cevizin nereye gömüldüğünü bulur ve anlatıcıyı kurtarır. Bu olaylar şöyle anlatılmıştır:

“Bir kapalı ceviz kabuğunu okutup bir yere gömmüşler. Bu gördüğüm işlemlerden yalnızca bir tanesi. İşte, şimdi sen o ceviz kabuğunun içinde tutsaksın. O karanlık, havasız, daracık yerde. Onun için birden daraldın, boğuldun. Dur biraz daha dayan, cevizin nerede olduğunu görmeye çalışıyorum… Gördüm, evet, gördüm! Balkondaki karanfillerin dibinde gömülü, dedi.” (AF/119)

Ayışığı Sofrası romanında anlatıcının en yakın arkadaşı Aşo, dışarı çıkmayı sevmez. Dışarı çıktığı bir gün başı dönmüş, düşmüştür. Düşerken ayağını da kırmıştır. Eve mahkûm olan Aşo, düştüğü bu durumu cevize benzetmiştir.

“Çok sonra yatağında sarılı ayağı ile yatarken, ‘Ceviz kabuğunun içindeydim. Şimdi tanrı beni ceviz kabuğunun içine soktu,’ demişti.” (AS/12)

Aşo, hayatı boyunca maddi sıkıntılar çekmiştir. Maddi sıkıntısından ötürü fazla dışarı çıkmazdı. Ayağını kırdıktan sonra evde de huzuru kalmamıştır. Önceden arada dışarı çıktığı için hayatını cevize benzetmişti. Şimdi dışarı çıkamadığı için hayatını fındığa benzetir. Fındık kadar küçük ve kısıtlı bir hayatı olduğunu belirtmiştir.

“Ceviz kabuğunun içindeydim, şimdi fındık kabuğunun içine sıkıştım, diye mırıldandı Aşo. Parasız olduğu zaman özgürlüğü kısıtlanıyordu; ayağı sakatlanınca evinin içindeki özgürlüğü de gitmiş; yatak ile koltuk arasında gidip gelir olmuştu.” (AS/46)

126

b) Koyun Boynuzu

Eski halk inanışlarına göre dünya öküzün boynuzu ya da koyunun boynuzu üstünde kurulmuştur. Bu yüzden eskiden kapıların üstünde koyun boynuzu bulunurdu. Eski metinlere adı çok sıkça karşımıza çıkan ‘Gav-i Zemin’ kelimesi yeryüzü veya depreme neden olan öküz olarak sembolleştirilmiştir.

Ahmet Talat Onay, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar kitabında öküz boynuzunu şöyle açıklamıştır:

Gâv, kelimesi tek başına düşünüldüğünde Farsça’da öküz, sığır anlamına gelir. Gâv-ı zemin kelimesi ise eski devrin dünya tasavvurundan oluşan “gâv-ı arz” olarak da ifade edilen anlamı ile alakalıdır. “Gav-i Zemin” ve “gâv-ı arz” eski devrin inançlarında dünyayı boynuzunda taşıdığına inanılan öküze verilen addır. Bu öküzün diğer bir adı ise Kiyusa’dır. “Gav-i Zemin” ve “gâv-ı arz’ı “esasında öküzün adı değil öküzün boynuzları arasında tepsi şeklinde ve dümdüz tasavvur edilen, öküzün kendisi veya kılları kıpırdadıkça depremlerin olduğu yeryüzü olarak anlamak daha doğru olacaktır. Eski inanışlara göre arz kâinatın merkezidir ve arz yedi katmandan müteşekkil; düz ve sabit bir tepsi şeklindedir. Arz ve yer yüzü en altta bir balık ve onun üzerinde duran bir öküzün boynuzları arasında sabit bir şekilde durmaktadır. Dünyayı adı “Kiyusa” olan bir öküz boynuzları arasında tutmaktadır. Eskilerin inancına göre Dünyayı boynuzları arasında tutan Kiyusa adlı öküzün etrafında bir sivrisinek dolaşmakta ve öküzün burnuna girmek için uğraşmaktadır. “Ve bu Öküzün her bir kılı bir memlekete bağlıymış Öküzün hangi kılı kıpırdarsa o memlekette deprem olurmuş veya Öküz bu sivrisinekten kurtulmaya çalışınca zelzeleler koparmış.”185

Uyku İstasyonu romanında anlatıcı ve Yaşlı Adam Ömer’in Bahçesine giderler. Ömer’in Bahçesi sıradan bir bahçe değildir. Kapının girişinde alazlanmış koyun kellesi vardır.

“Kapının üstünde kurumuş bir koyun kellesi sallanıyordu. Tüyleri alazlanmış, etleri çoktan eriyip gitmişti. Ama gözleri duruyordu. Kurumuş kara gözlerdi bunlar. Hafif buruşuktular. Bize dikkatle baktığını fark ettim. Gözler sanki, ‘girin’ der gibi bir işaret yaptılar, Ömer’in Bahçesinden içeriye girdik. Tahta kapı arkamızdan kapandı. Kellenin kapıya vurunca çıkardığı tıkırtıyı hissettim.” (Uİ/118)

Ömer’in Bahçesi’nde olağanüstü güçlere sahip olmak mümkündü. Anlatıcı, Kim Bassinger’in kılığına girer. Anlatıcı, Bessinger’in kılığından çıkmak için koyun kellesiyle göz göze gelir. Koyun kellesindeki lazer ışınları sayesinde eski haline döner. Bu olay şöyle anlatılmıştır:

“Kapıdan çıkınca nasıl değişiliyor? Yani eski bedene nasıl giriyor insan? Koyun kellesinin gözündeki lazer ışıltıları her şeyi siliyor, sıfırlıyor.

Koyun kellesi. Anlamıştım. Lazerli bir mekanizmayla işliyor, Ömer’in Bahçesi’nden çıkanlara her şeyi unutturuyor, onları eski hallerine döndürüyorlardı.” (Uİ/125)

185 Ahmet Talat Onay,” Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar” “Nuhbe-i Şerh-i s. 83 ten naklen, MEB, 1996, s. 236.

127

Aşkı Giyinen Adam romanında koyun kellesi sıkça karşımıza çıkar. Anlatıcı, dolaptaki kelleyle konuşmaya başlar. Bu kellenin adı Peyami’dir. Sürekli Kelle ile konuşmak için anlatıcı, buzdolabının kapağını açar. Dürnev Abla, bir tuhaflık olduğunu sezer.

“Buzdolabının kapağını açtım. Pişmiş Kelle’nin gözleri gözlerimdeydi. Selam! dedi bana.

Selam. Bir rüya gördüm, dedim. Biliyorum.

Nereden biliyorsun? Şaşırmıştım.

Rüya değildi gördüğün. Gerçekti. Ondan biliyorum, dedi. Adın ne diye sordum Kelle’ye.

Peyami, dedi.” (AGA/109)

Anlatıcı, buzdolabını açar ve Peyami’nin dolapta olmadığını görür. Dürnev Abla onu pişirip yemişti. Tam dolabı kapatacakken bir kellenin kendisine seslendiğini görür. Bu kelle Eddie Fisher’in beynidir. Anlatıcıya durmadan anılarını anlatır. Anılarından bir tanesi şöyledir:

“Yıl 1969… dedi Kelle. Gözleri dalgınlaşmış, sesi gerilere gitmişti. “Ciddi sorunlarla karşı karşıyaydım. Gırtlağımdaki o altın ses hala vardı ama som altından ziyade, altın kaplama gibi olmuştu. Çevrede, birlikte çalışması zor bir insan olduğum söylentileri yayılmaya başlamıştı. Büyük konser salonlarını dolduramıyordum. Las Vegas’taki gösterim birdenbire iptal edilmişti. Çok sevdiğim kumar salonlarından ve at yarışlarından da uzaklaşmıştım. Eddie kabuğuna çekildi. Sabah, öğle ve akşam yapayalnız…” (AGA/135)