• Sonuç bulunamadı

NAZLI ERAY’IN ROMANLARINDA HALK BİLİMİ UNSURLARI 2.1 Anonim Edebiyat

2.2.12. Cennet ve Cehennem

Ay Falcısı romanında anlatıcı, beli ağrıdığı için korse alır. Bu korse, anlatıcının kâbusu olur. Korse, anlatıcıyı çok sıkar, nefes alamaz. Anlatıcı bu durumu cehenneme benzetir.

“O büyülü Bangkok, o güzelim cennet, bir anda beni bir çelik korse gibi sıkan, sıcak bir cehenneme dönüştürmüştü.” (AF//33)

Sis Kelebekleri adlı romanda anlatıcı, Sinop Cezaevini cehenneme benzetir.

“Cennette benzer bir hali mi var buranın? Burası cehennemin ta kendisi! diye kükredi.” (SK/126)

Pasifik Günleri adlı romanda Bay Elias, Singapur’daki Botanik bahçeleri dolaşır. Bay Elias, bu bahçeden o kadar etkilenir ki adını Cennet bahçesi koyar.

“Bay Elias ile Singapur’a vardığımın ertesi günü Cennet Bahçesi’ni gezmiş, açıkta dolaşan kaplanları bir başka kısımdaki filleri türlü renkli papağanları görmüş, Singapur limanının üstünden geçen teleferiğe binmiş, Sendosa Adası’na gidiyorduk.” (PG/69)

Aşkı Giyinen Adam adlı romanda Dürnev Abla ve anlatıcı Elizabeth Taylor’un zümrüt küpesinin içine hapsolurlar. Yeşil küpenin içi cennette benzetilmiştir. Her tarafı ağaç ve çiçeklerle doludur.

“Otoyol filan yok. Bu sonsuz yeşillik… Çiçekler; şu güzelim ağaçlar. Kuş sesleri… Şarkikaraağaç da olabilir burası.

Cennet gibi değil mi? dedim.

Birden durdu Dürnev Abla. Düşüncelenmişti. Sakın cennette olmayalım?

Nasıl?

Aşkı Giyinen Adam romanında ‘cennet’ kavramı sıkça karşımıza çıkmaktadır. Dürnev Abla ile anlatıcı cennetti anımsatan ormanın içinde dolaşmaktadır. Anlatıcı, bir an kendisinin cennette olduğunu düşünmektedir.

Cennette… Öbür dünyada olmayalım sakın” (AGA/74)

Anlatıcı ve Kelle hayal kurarlar. Anlatıcı hayalinde Honolulu’da Waikiki Plajı’ndadır. Sevdiklerini aramak için telefona sarılır.

“Cennetteydin. Bir telefon arıyordun. Sonunda bulmuştun onu.” (AGA/160)

Orphée romanında anlatıcı Orpheus’a ulaşmak için pastanede nöbet tutmaktadır. Ancak Orpheus, Eurydice’in yanına yani cennette gideceği için anlatıcının cennette de nöbet tutması gerekmektedir.

“Bakın, aklıma bir şey daha geldi. Pastanede nöbet tutmamız da gerekebilir. Sanırım Orphée olmayan bir Eurydice’i bile postaneden telefon ile arayabilir… Öbür dünyayı aramak isteyeceğini tahmin ediyorum.” (O/18)

138

İmparator Çay Bahçesi romanında anlatıcı, mezar başında Cemal ile konuşurken bir erkek sesi duyar. Bu ses Cennet Bekçisi Hasan’ın sesidir. Melek Hasan’ın görevi cennettin kapısında beklemektir.

“Cennettin kapısında beklerim ben.” (İÇB/24)

Orphée romanında anlatıcı, tek bir köpekten korkar. O da diğer dünyada bekleyen köpek Argus’tur.

“Biliyorum. Tek bir köpekten korkuyorsunuz siz. Öteki dünyanın kapısını bekleyen köpek Argus’tan, değil mi Bayan Eurydice? dedi yardımcım.” (O/22)

2.3.Yolculuk

Yolcuğun amacı her şeyden kaçmak ve kaçıştır. Ülkenin sosyal ve siyasi nedenlerinden ötürü yazar yolculuğa yani kaçışa başvurmuştur. Sosyal ve siyasi baskı sonucuyla yazar, fantastik yolculuğa, kahramanın kendine yolculuğu, bir şeyden kaçma temalarını ele almıştır. Yolculuk, belli amaç doğrultusunda gelişir. Yolculuğun planı yapılmadıysa insan hayatı boyunca nereye gideceğini bilemez.

İnsan, yaşamı boyunca hep yoldadır. Yol bittiği zaman hayatta bitmiş demektir. İnsan, hayat denen bu yola ne olursa olsun koyulmalı; ancak yol yordam bilerek yol almalıdır. Kısacası bir yolcu gibi yaşamalıdır bu hayatı. İnsanın yolculuğunun vizyonu ve misyonu bilmek zorundadır. Yoksa hayatı boyunca ilerleyemez, aynı noktada kalır.

Yolculuk bir hedefe varmak, bir şeyleri aramak, kaçmak ve bulmak için yapılmaktadır. Yolculuk bir tür serüvendir. Yolculuklar sebep sonuç ilişkisi üzerine kuruludur. Bazen de yolculuk buluş, veya kaçmadır. İnsan hayat yolcluğunu belirlemeyene hayal sezgi, bilinene özlemdir. Kısacası hayat bir yoldur. Hayatta her şeyin yolu vardır eğer yolcu olmak istersen. Yolculuk dünyaya geliş ve gidiş süreyi kapsadığı için beşerdeki tecrübesi zorunlu hale getirir. “Yolculuk, zaman ve mekân içinde her ne kadar sıradan bir yer değiştirme anlamı taşısa da, mistik anlamda, insanın mevcut varlığını bir tarafa bırakıp metafizik bir tecrübe yaşamasıdır. İnsanı yani yolcuyu olgunlaştıracak, onu değiştirip/dönüştürecek olan seyahat oldukça zorlu, tehlikeli ve sıkıntı vericidir.”199

Mitolojide kahramanın yola çıkışı olgunlaşma süreci olarak ele alınır. Kahraman, yola çıktığında karşısına çıkan tüm engelleri aşıp evine dönerse erginleme sınavından geçmiş oluyordu. Joseph Campbell, kahramanın yolculuğunu şöyle anlatmaktadır;

“İlkel kabilelerin ve geçmişin büyük uygarlıklarının hayat düzenlerinde önemli bir yere sahip olan ayinler, insanların yalnız bilinçli yaşantılarına değil, bilinçsiz yaşamlarında da bir dönüşümün izlerini taşırlar. İlkel toplumların yaşamlarında oldukça önem taşıyan doğum, ad verme, ölüm, evlilik gibi geçiş ayinleri, zihnin geride bırakılan alışkanlıklardan, bağlardan, yaşam tarzından kesin biçimde kurtulma çabasıdır. Yaşam macerasının ve yeni durumun biçimlerine, uygun hislerine göre tasarlanmış ayinler sonucunda kişi normal dünyaya dönme

199 Nazire Özbek Erbay, Eren, Mistik ve Metafizik Bağlamda Bir Yolculuk Üçlemesi: ‘’Hüsn ü Aşk – Hacının Yolu– Simyacı’’, Ankara, 2013, s, 1.

139

zamanı geldiğinde erginlenecek ve yeniden doğmuş gibi olacaktır. Bu tür geçiş ayinleri sadece sınanan kişiyi değil, çevresindeki diğer insanları da etkilemeye yönelik olarak düzenlenir.”200 “Joseph Campbell, dünyanın neresinde ve hangi çağda olunursa olunsun insana ait mitlerle karşılaşmanın mümkün ve mitlerin insanın bütün yapıp ettiklerinin temel esin kaynağı olduğunu belirtir. O, mitleri gizli bir yarık olarak görür; bu yarıktan kozmosun bütün enerjisi insanın kültürel alandaki eylemlerine akar. Dinlerden felsefeye, sanattan bilim ve teknolojiye kadar bütün gelişmeler ve ilerlemeler kaynağını mitlerin sonu gelmez enerjisinden alır. Nasıl ki koca bir okyanusun ya da yaşamın bütün sırrı bir damla su ya da pire yumurtasında gizli ise insanoğlunun yaratıcı gücünün bütün gizi küçük bir peri masalında saklı olabilir. “Çünkü mitolojinin simgeleri üretilmez; talep edilemez, uydurulamaz ya da kalıcı bir şekilde bastırılamazlar. Onlar ruhun kendiliğinden oluşan ürünleridir ve her biri kaynağının tohumunu gücünü bozulmamış olarak içinde barındırır.”201

“İlk adam, kopma ya da çekilme, vurgunun dış dünyadan iç dünyaya, makrodan mikrokozmosa doğru kökten bir yer değişimini, çorak ülkenin umutsuzluklarından içerideki ebedi krallığın barışına doğru bir geri çekilişi içeriyor. Fakat psikanalizden de bildiğimiz gibi bu krallık, kesin olarak çocuksu bilinçdışıdır. Uykuda gittiğimiz krallıktır. Onu sonsuza kadar içimizde taşırız. Bebekliğimizin bütün devleri ve gizli yardımcıları, çocukluğun bütün büyüsü oradadır. Ve daha da önemlisi, hiçbir zaman yetişkin gerçeklikler haline getiremediğimiz yaşam gizilleri, benliklerimizin şu diğer kısımları hep oradadır; çünkü bu türden altın tohumlar kaybolmaz. Eğer bu kayıp bütünlüğün yalnız bir kısmı olsun gün ışığına çıkarılabilseydi, güçlerimizde muhteşem bir artış, yaşamda kuvvetli bir canlanma yaşayacaktık. Başımız göğe erecekti. Dahası, eğer yalnızca bizler tarafından değil, bütün kuşağımız ya da bütün uygarlık tarafından unutulmuş bir şeyleri çıkarabilseydik, gerçekten de kut-getiren, günün kültür kahramanı, yalnız yerelin değil dünyanın tarihsel bir anının kişisi olacaktık. Tek kelimeyle: Kahramanın ilk işi ikincil etkilere ait dünya sahnesinden ruhun, güçlüklerin gerçekten yerleşmiş olduğu şu nedensel bölgelerine geri çekilmek ve orada güçlükleri halletmek, kendi başına onların kökünü kazımak (yani, kendi yerel kültürünün yardımcı demonlarıyla çatışmak) ve bozulmamış, dolaysız deneyimi ve C. G. Jung’un “arketipsel imgeler” dediği şeyin asimilasyonunu aşmaktır.”202

İnsan; “büyük evren ve bir bütündür. Dışındaki evren ise küçük evren ve parçalarıdır. Ezoterik yaklaşımda kişi içinde bulunduğu, varlığını dıştaki parçalarlaözdeşleş tiren durumdan kurtaracak, kendi bütünselliğine döndürecek olan ve böylece evrensel bilinci Tanrısal bilinci deneyimleyebilme olasılığı yaratmak amacıyla”203 bir mücadeleye girer.

Orphée romanında kahraman Orpheus’u bulmak için ege kıyılarında bir kasabaya gider. Yolculuk on iki saat sürer. Yolculukta kahramanın gözüne uyku girmez, Orpheus’u bulmak için planlar yapar. 200 Joseph Campbell, Kahramanın Sonsuz Yolculuğu (Çev. Sabri Gürses), Kabalcı Yayınları, İstanbul 2010, s. 20- 21. 201Joseph Campbell, a.g.e., s. 13. 202 Joseph Campbell, a.g.e., s. 27-28. 203 Refik Algan, “Ezoterizme Genel Bir Giriş”, Cogito, Sayı 46, 2006, s. 133.

140

“On iki saate yakın bir zaman, varmak istediğim kıyı kentine giden otobüsün içindeydim. Ayaklarım şişmişti, alabildiğine yorgundum. Son iki saat, otobüsün içinde soluk almaz olmuştum, içimde anlatılmaz bir boğuntu vardı. Hiç uyumamıştım tüm yolculuğum boyunca.” (O/9).

“Tüm gece boyunca otobüsün içinde herkes uyurken bu yolculuğumun işlevini düşündüm.” (O/10).

Kahraman, Orpheus’u bulmak için binbir zorluklardan geçer. Orpheus’a varmak için yollar ve mesafeler bitmemektedir.

“Tuhaf bir yolculuk oluyordu bizimki. Dikkatimi çekmişti. Sanki bir adamın içindeki labirentte yol alıyor ve ona ulaşmaya çalışıyorduk.” (O/36).

Ay Falcısı romanında kahraman ve dedesi düşsel yolculuğa çıkmaktadırlar. Kahraman, bu yolculuk için çok heyecanlıdır.

“Kendimi yavaş yavaş yaklaşan geceye hazırlıyordu. Bu bilinmeyen yolculuğa. Baktım, dedem hafif bir sesle beni çağırıyor.” (AF/55).

Kahraman bu düşsel yolculukta kendi özüne yolculuk yapmaktadır, uyandığında kan ter içinde kalmıştır.

“Düşümde, metrelerce uzakta bembeyaz saten düşes bir ipekli kumaşın üstünde yürüyordum. Ne güzel bir kumaştı bu; gece karanlığında, ayaklarımın altında pırıl pırıl parlıyordu. Yanımda Antonio Diavolo yürüyordu.

Bu beyaz parlak ipekli şeridin üstünde hepimiz yürüyorduk. Dedem en önde gidiyordu. Ardında Gloria vardı. Beyaz, uzun mink kürkünü giymişti. Giselle yanı başımızdaydı.” (AF/97).

Örümceğin Kitabı romanında da yolculuk teması işlenmiştir. Kahraman, birden başka bir kadının bedenine girerek onun hayatını yaşamaya başlıyor.

“İçeri zifiri karanlık. El yordamıyla buzdolabındaki kırmızı mumları bulmaya çalışırken birden ışıklar geliyor ve inanmayacaksınız; kendimi saray yavrusu gibi bir evde buluyorum.

Hacı Murat,

Yolculuk… diye mırıldandı. Sakın ürkmeyin. Anlattığınız bir yolculuk. Bir yolculuk mu? dedim hayretle.

Evet, anlattığınız bir yolculuk, dedi Hacı Murat. (ÖK/20).”

“Bir yazar bir başka yazarın biçemini kendi biçemiymiş gibi benimseyerek, okurun üzerinde oluşturmak istediği etkiye göre kendi metnine sokarak ya da özgün metnin içeriğini kendi metnine uyarlayarak yeni bir metin ortaya çıkarır.”204

141

Öykünmede de dönüştürülecek metnin konusundan çok biçemi hedef alınır. Ancak öykünmede biçem değiştirilmez; taklit edilir. Burada amaç, Yansılamada ki gibi hiciv veya gülünçleştirme değildir. Ciddiyete sadık kalınır. “Yazar kendisinden önceki metni taklit ederek yeni bir metin yazar.”205 Öykünme, taklite dayandırıldığı için, okurun fark etmesi diğer

yöntemlere göre daha kolaydır.

Ali İhsan Kolcu öykünmeyi şu şekilde ifade eder: “Öykünme hem biçim hem de içerik açısından bir başka metni taklit etme sanatıdır. Şair taklitte aşırıya kaçarsa yani öykündüğü metni yeni bir biçim ve içeriğe dönüştüremezse asıl metin ‘ben buradayım!’ diye her fırsatta kendisini hatırlatır.”206

Pastiş, Turan Karataş’ın tanımıyla “meşhur bir sanatçının üslûbunu, bir eserinde dile getirdiği düşünce veya espriyi taklit ederek yapıt ortaya koyma işidir. Bir çeşit tehzîldir. Bizdeki nazireye benzer. Nüktelerindeki zerâfet, incelik ve kuruluşunun sağlamlığı; benzemeye çalıştığı eserin içeriğine sadık kalması bakımından tehzîlden ayrılır.”207

Roland Barthes, öykünme ile ilgili şunları söyler:

“Bir metni yorumlamak ona bir anlam vermek değildir, tam tersine hangi çoğuldan oluştuğunu tespit etmektir. Önce hiçbir öykünme zorunluluğunun yoksullaştırmadığı, utkun bir çoğul imgesini kabul edelim. Bu düşünülebilen en iyi metinde, pek çok bağıntı ağları vardır, biri ötekilerini örtmeden aralarında oynarlar; bu metin bir gösterenler galaksisisidir, bir gösterilenler yapısı değil; başlangıcı yoktur; geriye çevrilebilir; içine hiçbirinin ana giriş olduğunu söyleyemeyeceğimiz birkaç girişten ulaşılır; eyleme geçirdiği dizgeler göz alabildiğine uzanır, karara bağlanamazlar; bu kesinlikle çoğul metine anlam dizgeleri olarak el atabilir, ama, ölçüleri dilin sonsuzluğu olduğundan, sayıları hiçbir zaman sınırlı değildir.”208 Öykünme yöntemiyle yazar bir yazınsal türü, özgün bir yapıtın biçemini taklit edebilir. Kimi biçemsel özelliklerin yanında yinelenen izleklere de rastlanır öykünmede. (Örneğin destan türü söz konusu ise, olağanüstü kavgalar ve olaylar, tanrıların kavgalara karışmaları, silahların betimlemeleri vb.) Bir yazara özgü, bir yazarı belirleyen özelikler yinelenir, taklit edilir. Yine destan türünü örnek alırsak, yazarın yarattığı örgeler, izlekler destandakilere benzer. Kısacası yazar “benzerini yapma”ya uğraşır. Öykünme bir metni değil biçemi taklit eder.209

Kısacası öykünme yergisel bir işlev taşımaz ve bir metni dönüştürmez yalnızca biçemi taklit eder. Yansılama yazarı veya öykünen eseri uyarlar, pastiş ise onu taklit ederek yazar.

Nazlı Eray, pastiş tekniğini pek çok romanında kullanmıştır. Yazdığı ilk Pasifik Günleri adlı romanında Jack London’dan etkilendiği görülmektedir.

Jack London’ın ‘Güneşin Oğlu’ ve ‘Hawai Öyküleri’ adlı eserlerinde sözü edilen yerler Nazlı Eray’ın ‘Pasifik Günleri’ adlı romanıyla örtüşmektedir. İki yazarın eserleri birbirini tamamlayıcı özellikler taşımaktadır. Nazlı Eray, Honolulu ve Hawaii yöresinde fazla kalmaz. Ünlü Alman sinemacı Werner Herzog’un kamerasıyla dolaşırken Jack London ise Hawaii bölgesinde dolaşmaktadır.

205 Ali İhsan Kolcu, Edebiyat Kuramları, s. 328. 206 Kolcu, a.g.e., s. 330. 207 Turan Karataş, “Pastiş”, Edebiyat Terimleri Sözlüğü, s. 373-376. 208 Barthes Roland, Göstergebilimsel Serüven, s.135. 209 Aktulum, a.g.e., s. 133-134.

142

“Doğunun güzellikleriyle çevrili yaşadığı sarayından Ah Chun sakince piposunu içiyor ve

deniz aşırı kargaşayı izliyordu…bir mektup Makao’dan Honolulu’ya gidiyor ve hayranlık uyandıracak metinler ve talimatlarla, Ah Chun ailesine birlik ve uyum içinde yaşamayı öğütlüyordu.”210

“Gördüğüm şeyler etkiliyordu beni. Gökyüzüne uzanan dev palmiyeler, tepemizde uçan renk renk papağan sürüleri, ciğerlerimi dolduran nemli ısı, çevredeki pembeli, yeşilli, sarılı çiçek kümeleri şaşırtmıştı beni. İşte orada Pasifik yanı başımdaydı. Arabanın camından şöylece bir bakıyordum Pasifik’e.” (PG/8-9)

2.4.Bitkiler (Ot, çiçek, Gül)

Mitolojik bitkiler, ana tanrıçayla ilişkilidir. Bitkiler, mitolojide kutsallaştırılarak değer kazanmışlardır. Mitolojik bitkiler, genellikle ot, çiçek ve güldür. Besin zincirinin oluşturan bitkiler, fonksiyonlarıyla sembollere dönüşürler.

“Eliade, bitkilerdeki büyüsel erdemi ve iyileştirici gücü gökten gelen bir bitki mitine ya da ilk kez bir tanrı tarafından toplanmasına bağlar. Bu bitkilerin hiçbiri tek başına değerli değildir ve bir arketiple belli bir özelliği paylaştığı için kutsallık kazanır. Edilen dualarda bu bitkilerin ne için ve kim tarafından ekildiği, nerede ve ne zaman açtığı, nasıl kutsandıkları belirtilir. Bitkiler, edilen dua ile kutsallık kazanır ve kozmik ağacın değerine ulaşır. Anglo Saksonlarda, dünyanın merkezi olan Kutsal Cal vary dağında yetişen bitkilerin, iyileştirici ve şifalı olması; ilk kez tanrılar tarafından ekilmiş, dikilmiş, toplanmış, keşfedilmiş olması gibi sebeplere dayandırılır. Bitkiler, tanrısaldır ve daha önce bunları bir tanrı toplamıştır. Hıristiyanlar, tanrıların yaptığı eylemin bir tekrarını yaptıklarına inandıklarından ot toplamayı bir ayine dönüştürmüştür. Bu eylem, törensi bir hava içinde tam bir arınmışlıkla, dualarla ve tehlikeleri uzaklaştıran bazı adaklarla gerçekleştirilir.”211

“W. B. Crow, lotus (nilüfer) çiçeğinin, Budizm’de, Brahmanizm’de ve eski Mısır inançlarında mistik bir simge olduğunu belirtir. Gelin çiçeğine benzeyen bu su bitkisinin iri çiçekleri ve yaprakları, suyun yüzeyine uzanır; kök ve gövdesi, suyun altındaki çamurda; çiçek ve yaprak sapları, suyun içindedir. Çiçeğin şekilsel özellikleri, simgesel anlamlara dönüştüğünden kozmogonik çıkarımlarla yorumlanır. Çiçek, fiziksel evreni simgeler. Ortadaki dişilik organı, evrenin ortasında bulunduğu sanılan Meru dağını, onu çevreleyen erkek polen üreten kısım, diğer dağları; taç yapraklar, kıtaları simgeler. Çiçek, sularla simgelenen kaostan doğan ruhsal düzeni, mitolojideki büyük ana tanrıçayı simgeler.”212