• Sonuç bulunamadı

1.4. Araştırmanın Sınırlılıkları

2.1.3. Faşizmin Düşünsel Kaynakları

Batı düşünce geleneğine yabancı olmayan faşizm, Platon'un "idealar"ından, ikinci kuşak sofistlerin "en güçlünün hakkı" ilkesinden (Ağaoğulları, 2013: 103), Rousseau'nun "genel iradesi"nden ve Hegel'in "yüceltilmiş devleti"nden esinlenmiş görünmektedir. Ancak bu düşünsel ürünler, kendi zamanları içinde önemli olmakla birlikte, faşizmin ilk kez 20. yüzyılın başlarında ortaya çıktığı düşünüldüğünde anlamını yitirmektedir (Örs, 2014: 486). Bauman'a göre (1993), faşizmin kökenlerinin son iki yüzyılda Batı'da yaşanan iktisadi ve sosyal dönüşümlerde, yani Aydınlanma Düşüncesi ve bu harekete karşı gelişen tepkide aranması gerekmektedir. Aydınlanma, 18. yüzyılda gerçekleşen ve sonuçları itibariyle hem Amerika hem de Avrupa'nın büyük bir kısmında etkili olan, geleneksel olarak İngiliz Devrimi ile başlatılıp Fransız Devrimi ile bitirilen toplumsal ve siyasal sonuçları olan felsefi bir harekettir. Bu hareketin amacı, insanları esasta "kötü" ve "köleleştirici" olduğuna inanılan mit, önyargı ve hurafeden oluşan eski düzenden kurtararak, onları esasta "iyi" ve "özgürleştirici" olan aklın düzenine sokmaktır. Aydınlanma felsefesinde aklın düzeni tüm insanlık için a priori olarak iyi atfedilen bütün öğeleri kapsamakta ve her türlü felsefi ve toplumsal projenin akla ve akılda somutlaşan ilkelere uygun olması gerektiği düşünülmektedir. Bu sebeple, Aydınlanma aynı zamanda "akıl çağı" olarak isimlendirilmektedir (Çiğdem, 2017: 15- 16).

Yeni bir zihniyet yaratmak; toplumsal, iktisadi ve siyasi olarak yeni bir düzen inşa etmek isteyen Aydınlanma düşüncesi, her şeyden önce modern döneme kadar bir şekilde taşınmış olan eski düzeni yıkma amacı gütmektedir. Dolayısıyla Aydınlanma düşüncesi öncelikle mutlak bir eleştiri güdüsüyle ve yıkıcı bir tutumla karakterize olmaktadır. İnşa etmeye çalıştığı yeni düzeni mutlak bir hümanizma ve mutlak bir akılcılıkla kuran Aydınlanma düşüncesi, insan davranışının yegȃne rehberinin gelenek ya da din olmadığını, kendisi dışında başka hiçbir kaynaktan yardım görmeyen akıl olduğunu savunmaktadır. Aydınlanma akılcılığının gerçek ifadesi ise bilimciliktir; bilimcilik düşüncesi, Aydınlanma filozoflarını bilginin tarihini ilerlemenin tarihiyle özdeşleştirmelerine yol açarak, bilginin biriktiği düşüncesiyle ise ilerlemecilik ilkesine götürmüştür (Cevizci, 2017: 27-36).

18. yüzyılda Aydınlanma düşüncesiyle birlikte özellikle doğa bilimlerinde bilimsel yöntemlerle ulaşılan keşifler, doğanın düzenlenebilir ve kontrol edilebilir fikrinin yaygınlaşmasına sebep olmuştur. Bu durum döngüsel ve durağan tarih ve zaman anlayışının, ileriye yönelik ve ilerlemeci bir karaktere bürünmesine yol açmıştır. Aklı önceleyerek bireyi dogmalardan kurtaran ve özgürleştiren Aydınlanma düşüncesinden

liberalizm ve sosyalizm olmak üzere iki önemli ideoloji doğmuştur. Bu iki ideoloji özünde farklı toplumsal modelleri savunmakla birlikte ikisi de Aydınlanma düşüncesinin "ilerlemecilik", "rasyonalizm", "hümanizm", "evrenselcilik" ve "dünyevilik" ilkelerinden etkilenmişlerdir. Rasyonel, özgür ve eşit bireyi savunan bu iki ideolojide bireyin tek başına bir değeri bulunmaktadır ve bu birey doğayı kontrol edebilir, dinsel dogmalarla değil, akıl ile yönlendirilebilir ve tüm sorunlarını çözerek geleceğini planlayabilmektedir. Bunun yanında, bireyin bir değer olarak varlığı onun belli bir dine, ırka, kültüre ve dile mensup olmasından kaynaklanmamakta; birey evrensel olarak değerli olmaktadır (Örs, 2014: 486-487).

Bireyi dogmalardan kurtaran ve özgürleştiren Aydınlanma hareketinden ve dolayısıyla rasyonalizm anlayışından liberalizm ve Marksizm olmak üzere iki önemli siyasal ideoloji doğmuştur (Örs, 2014: 487). İnsan öznesinin akıl ile hareket ettiğini ve bu bağlamda akıl ile kurulan toplum düzeninin rasyonel olacağını savunan rasyonalizm, bu iki ideolojinin özünü oluşturmaktadır. Liberalizme göre, burjuva toplumu mülkiyet ilişkilerine dayanan toplum düzeninden daha iyi bir üretim sistemi bulunmamaktadır; bu bağlamda liberalizm özünde rasyonel bir ideoloji olmaktadır. Liberalizme göre, rasyonel bir iktisadi sistem sayesinde rasyonel bir hukuk sistemi ve devlet gücü kurulacak ve böylece akıl temelindeki ilerleme toplumsal değişimin yapı taşı halini alacaktır. Marksizm ise, liberal toplum düzeninin sadece burjuva toplumunun çıkarını koruduğunu ifade ederek; liberal rasyonalizmden uzaklaşmakta, şu anki toplum düzeninin irrasyonelliğini savunarak, kendine rasyonel bir gelecek hedefi kurgulamaktadır. Marksizm, evrensel olarak kendini rasyonel bir topluma adamış bir sınıfın kolektif özgürleşmesini savunmaktadır. Marksizm ve liberalizm arasındaki bu farklılıklara rağmen, faşizm onları aynı rasyonalist düşüncenin farklı tarafları olarak algılamakta; dolayısıyla faşizm, Marksizmi ve liberalizmi materyalizmin iki yanı olarak görmektedir. Nitekim, önemli faşist düşünürler, materyalizm karşıtlığını kilit fikirleri olarak sunmuşlardır (Neocleous, 2014: 18-19).

Aynı zamanda, "Aydınlanma karşıtlığı" olarak adlandırılan, "milliyetçilik", "elitizm", "ırkçılık", irrasyonalizm", "romantizm" gibi pozitivist düşünceye karşı bir tepki şeklinde gelişen gerici, muhafazakȃr ve devrimci olarak nitelendirilebilecek birçok akım ortaya çıkmıştır. 18. yüzyılda ortaya çıkan bu tepkilerin 19. yüzyılın başlarında yoğunlaşarak milliyetçilik ve anti-pozitivizm olmak üzere iki ana akımda birleştiği görülmektedir. Bu dönemde milliyetçilik akımı zaman zaman ırkçı temalar ortaya koyarken, anti-pozitivizm ise Aydınlanma'nın insan aklına güvenmesine ve iyimser

ilerlemecilik fikrine saldırarak psikolojide, felsefede ve sosyolojide yeni akımların doğmasına yol açmıştır. Bu iki akım, birbirinden tamamen ayrılan iki akım olmaktan ziyade birbirlerini karşılıklı olarak beslemişlerdir (Örs, 2014: 487-488).

Corradini, Barres, ve Maurras'la birlikte milliyetçilik siyasal bağlamda tutarlı bir ideoloji haline gelmiş, biyolojik determinizme dayanan organik, kabilesel ve dışlayıcı milliyetçilik siyaset literatürüne 20.yüzyılda kazandırılmıştır. Yüzyılın başında Georges Sorel ve İtalyan Devrimci Sendikalizmin teorisyenleri tarafından başlatılan Marksizm revizyonu faşist denklemin diğer boyutunu sağlanmasında etkili olmuştur. Bu revizyon, materyalizme karşı başlatılan başlangıçta sosyalist olan bir başkaldırıya sebep olmuş; bu başkaldırı ise faşist ideolojinin temellerinin atılmasını sağlamıştır. Bunun dışında faşizmin düşünsel temelleri, Sosyal Darwinizmden, Bergson ve Nietzsche'nin Kartezyen mantığından, Kantçılık karşıtı felsefelerden, Le Bon'un kitle psikolojisinden ve Pareto'nun sosyolojisinden ciddi anlamda etkilenmiştir (Sternhell, 2015: 98-99).

19. yüzyılın sonunda toplumsal ve politik düşüncenin faşistleşmesi, dönemin Batı felsefesinin merkezi akımlarından biri olan pozitivizme karşı başkaldırı ile başlamıştır. Friedrich Nietzsche'nin (1969: 137) "Böyle Buyurdu Zerdüşt" eseriyle aklı ve sürü mantığını eleştirmesi, insan davranışlarını yönlendirenin akıldan ziyade belli bir insansal içgüdünün olduğunu savunması, Aydınlanma düşüncesinin değerlerinin sarsılarak bu değerlerin tekrardan gözden geçirilmesine sebep olmuştur. İnsan aklını ahlaksal bir temelde kullanması gerektiğini öne süren Kantçı tutum, Nietzsche'nin her sağlam ahlakı doğal iradeden kaynaklanan sağlam bir içgüdünün yönlendirdiğini ifade etmesiyle yerinden sarsılmıştır. Felsefi açıdan Nietzsche'nin rasyonalizmi ve pozitivizmi eleştiren eseri, diğer düşünürleri de etkilemiştir. Henri Bergson'un (1986) " Matter and Memory" isimli eseri, aklın yerine sezgiyi ve "elan vital'i" koymaktadır. Ona göre, bilinç, zekȃ ve aklın sınırlarının ötesine uzanmakta, bireysel irade ve onun dirimsel yaşam gücünün anlaşılabilmesi için sezginin bir aracı olacağı savunulmaktadır. Özgür olmanın yolunun kendimizi kavramak olduğunu ileri süren Bergson, bunun bir tek eylem aracılığıyla yapılabileceğini ifade etmektedir. Değişimin gerçekleştirilmeden önce düşünülebilmesi için, eylemin temeli olarak rasyonel bilgi girişiminin yerini kendini anlama (sezgi) ve dolayısıyla da yaratıcı evrim almaktadır (Neocleous, 2014: 19-20).

Nietzsche, faşizmle ilgili yapılmış çalışmaların çoğunda faşist ideolojiye doğrudan ya da dolaylı bir şekilde etkide bulunmuş bir filozof olarak görülmektedir. Nietzsche'nin bu ideolojiye etkilerinden biri, onun felsefesinde ortaya koyduğu üstün

insan anlayışı ve bu insana dair betimlediği yırtıcı prototip ve kutsallaştırılan güç anlayışıdır. Nietzsche felsefesindeki üstün insan, kendine güvenen, sağlıklı, sürekli yenilenen, hep canlı ve güçlü insandır (Nietzsche, 1990: 267). Bu üstün insan anlayışı Naziler tarafından Almanlar olarak öngörülmüş, özellikle Nietzsche'nin üstün insana dair fiziksel tasvirleri bu şekilde anlaşılmasına yol açmıştır. Ancak Nietzsche'ye göre, üstün insan, eylem anlamında savaşçı olan insan değil, zihinsel olarak savaşım verebilen insandır (Macit, 2009: 60-61). Nietzsche'nin üstün insanı, sürü psikolojisinden ve ahlaki değerlerden bağımsız bir şekilde kendi isteği ve dürtüleri yönünde hareket eden insandır. Faşist düşünürler bu ideali her şeyi öngören, rakipsiz, otoriteyi elinde tutan ve sorgulanamaz politik lider idealine dönüştürmüşlerdir. Faşist liderler, sıradan liderlerden kendilerini üstün tutmak amacıyla farklı sıfatlar, örneğin Mussolini II. Duçe, Hitler Der Führer unvanını, kullanmışlardır (Heywood, 2014: 219). Max Weber'in terminolojisine göre, faşizmde lider karizmatik özelliklere sahiptir. Bu lider birtakım üstün yeteneklerle donatılmış, her şeyi bilen, her şeyi yapabilmeye gücü yeten ve bu sebeple izlenmesi ve itaat edilmesi gerekilen bir liderdir (Örs, 2014: 486).

Payne'e göre faşizmin en benzersiz özelliği, popülizm ve elitizmi bir araya getirme becerisidir (Payne, 2015: 179). 19. yüzyılın sonunda, Vilfredo Pareto ekonomik ve sosyal çalışmalarında bazı temel keşifler yaparak, "Elitler Teorisi"ni formüle etmiştir. "Elitlerin Dolaşımı Prensibi" adını verdiği bu yaklaşıma göre, tarih boyunca farklı toplumlardaki seçkinler sistematik olarak yenilenmektedir. Pareto'nun bu teorisi, daha sonraki dönemde Mosca ve Michels tarafından geliştirilmiş, onlara esin kaynağı olmuştur (Perez Marco, 2014: 1-2). Pareto'ya göre elit kişinin özellikleri arasında olağanüstü özelliklere sahip olması, doğuştan yeteneğe sahip olması gibi hususlar yer almaktadır. Elitin üyeleri kendi mesleki alanlarında yeteneğe ve beceriye sahip kişiler olarak, vasat insanlardan daha yüksek bir performans sergileyecektir (Vergin, 2014: 125). Yöneticilik için üstün bir yeteneğe sahip olan elit grubunun, toplumu domine etmesi ve yönetmesi biyolojik bir gerçeğe dayanmaktadır. Bu düşünceler, Mussolini İtalyası'nda ve Hitler Almanyası'nda yankı bulmuş, özellikle Mussolini ünlü bir sosyolog olarak Pareto'yu yanına çekmek için uğraşmıştır (Vander Zanden, 1960: 402- 403). Ancak Crillo'ya göre Pareto'nun ortaya koyduğu düşünceler faşist liderleri etkilemiş olsa da hayatının son dönemine kadar Pareto faşist partiyi desteklememiştir (Crillo, 1983: 243-244).

1890'larda kitle davranışı psikolojisi üzerine yazılan bir dizi metinde Gustave Le Bon, kolektif davranışı belirleyen temel ilkeleri ana hatlarıyla ortaya koymuştur. Le

Bon'a göre kitlenin en çok göze çarpan özelliği, kitleyi meydana getiren bireyler kim olursa olsun; yaşama biçimleri, işgüçleri, karakterleri yahut zekȃları ister benzer, ister ayrı olsun, kalabalık haline gelmiş olmalarının onlara aşıladığı kolektif ruhtur. Kitleler halinde olan bireylerde bilinçli şekilde hareket eden kişilik yok olurken, bilinçaltı ile hareket eden bir kişilik gün yüzüne çıkmaktadır. Düşünce ve duyguların sirȃyet yolu ile aynı yöne doğru yönelmesi ve telkin edilen düşünce ve duyguların uygulanmasına hemen başlamak istemeleri kitle psikolojisi içindeki bireyin özelliklerindendir. Bireyler, kendi başlarına iken terbiyeli ve aydın bir kişiliğe sahipken; kitle halinde olduklarında akıl devreden çıkmakta, içgüdüleriyle hareket eden vahşi bir yaratığa dönmektedirler. Çocuk ve olgun olmayan bireylerde görebileceğimiz “hemen kışkırtılmak, kızgınlık, muhakeme yeteneksizlikleri, hüküm verme ve eleştiri yeteneklerinin olmaması, duygulardaki mübalağa” gibi özellikler kitlelerde gözlemlenebilmektedir. Zekȃ ve medeniyet bakımından münferit bireylerden geri olan kitleler, duygular ve bu duyguların davet ettiği hareketler bakımından, durum ve şartlara göre daha iyi ya da daha kötü olabilmektedirler (Le Bon, 1997: 23-51).

Le Bon (1895), kolektif eylemin diğer durumlarda rasyonel olan bireylerin kalabalığın etkisi altında kaldıklarında irrasyonel davranışta bulunduklarını ileri sürmüş ve kolektif davranışın irrasyonel, içgüdüsel ve hatta duruma göre barbar olabileceğini ifade etmiştir. Kolektif eylemi yapan kalabalığı modern sosyalist hareketle ve işçi sınıfıyla özdeşleştiren Le Bon'a göre, sosyalizm başarısız olmaya mahkûmdur. Çünkü sosyalizm kalabalığın rasyonel argümanlarla harekete geçirilebileceğini varsaymaktadır; oysa, kalabalık, ilkel, barbar ve özünde içgüdüsel ve akla düşman bir şekilde davranmaktadır. Le Bon'un ortaya sürdüğü ve faşizmin uyguladığı nokta, kitlesel güçleri harekete geçirmek isteyenlerin akla yönelik değil, kitlenin duygularına yönelik imgeler, duygusal sloganlar vb kullanması gerektiğidir. Bu durum aynı zamanda kitleye, irade sahibi ve kararlı bir liderin önderlik etmesi gerektiği anlamına da gelmektedir. Kitlesel hareketin lideri, hareketin başarısını sağlayabilmek için irrasyonel özden yararlanarak, kalabalığı irrasyonel şekilde güdümleyerek mobilize etmelidir (Neocleous, 2014: 21-22).

Sorel, Marksizmin rasyonalist ve Hegelci temellerinin yerine materyalizm karşıtı istenççi ve dirimselci unsurları koymuştur. Ortaya koyduğu bu felsefe, sezgiye, enerjiye, aktivizme ve kahramanlık tapınımına dayanan bir eylem felsefesidir. Ona göre, kitleleri harekete geçirmek için akıldan ziyade hayal gücünü etkileyen imge sistemleri ve

efsaneler daha etkilidir. Proleter sınıf, devrimci bir unsur olarak kendisine biçilen rolü gerçekleştirmekte yetersiz kalmıştır. Bu sınıfın gereken devrimi gerçekleştirememesinin sebebi, Marksizmin rasyonel bir ideoloji olarak akla hitap etmesidir; oysa Sorel'e göre kitleleri harekete geçiren itki akıldan ziyade duygulardır. Sorel'in düşüncelerinden etkilenen entelektüeller Marksizmi terk ederek proleter sınıfın yerine bütün olarak milleti koyarak, kalbinde yeni bir devrim düşüncesi taşıyan "herkes için sosyalizm" fikrini savunmuşlardır. Dolayısıyla sınıf mücadelesi özellikleri taşımayan tek devrim biçimi olarak milli, ahlaki ve psikolojik devrimi savunmuşlardır (Sternhell, 2015: 99).

Sorel gibi Marksizmin rasyonel bir ideoloji olmasını eleştiren De Man, argümanlarını işçilerin psikolojisini inceleyerek geliştirmiştir. Ona göre, sosyalist entelektüellerin çoğunun burjuva kökeninden geliyor olması, sosyalizmin basitçe sınıf çıkarlarından doğmadığını göstermektedir. Ayrıca, De Man işçilerin genellikle sosyalist çıkarlar sebebiyle değil de, toplumsal eylemi oluşturan kitlesel etkilenim aracılığıyla güdülendiklerini savunmuştur. Ayrıca, sınıf çatışması işçinin sınıf bilincinden değil, sınıfsal kin duygusundan kaynaklanmaktadır (De Man, 1926: 147). De Man'ın ve Sorel'in bu argümanları, "Sosyalist teoriyi uslamlı bir argümandan ziyade bir tutkuya,

bilimden ziyade bir imana ve sosyalizm uğruna mücadeleyi de rasyonel bir toplum uğruna mücadeleden ziyade inanılan bir gelecek imgesi uğruna mücadeleye çevirmektedir" (Neocleous, 2014: 28). Bu durum ise pozitivizme karşı başkaldırı

siyasetini radikalleştirerek, Aydınlanma düşüncesinin ileri sürdüğü sınıf, tarih ve devrim gibi kavramların yerine ulus, doğa ve savaş kavramlarının almasına sebep olmuştur (Neocleous, 2014: 30).

Evrensel aklı reddeden faşizm, tarihe, kültüre ve organik toplum düşüncesine dayanan bir yapıya sahiptir. Aydınlanma karşıtı Alman filozof Johann Gottfried Herder evrenselliği kabul etmemekte, her bir milletin kendine özgü tarihi, kültürü ve dilinden oluşan kolektif ruhu (volksgeist) olduğunu ileri sürmektedir. Bu yüzden toplumlar, rasyonel bireylerin çıkarlarına göre değil, ortak geçmişin sağladığı duygusal bağa ve sadakate göre şekillenen organik ya da doğal varlıklardır. Nazi tabiriyle

Volksgemeinschaft, yani milli toplum, daha yüce olan ortak hedef uğruna tüm rekabet ve

çatışmalardan arınmış bölünmez bir bütündür. Bir milletin ya da ırkın gücü, onun ahlaki ve kültürel birliğinden gelmekte, bunun Nazi sloganlarına yansıması ise "birlikten güç doğar" tabiri şeklinde olmaktadır (Heywood, 2014: 217).

Nitekim, I. Dünya Savaşı, milliyetçiliğin kitleleri harekete geçirme kabiliyetini göstermekle kalmamış, modern devletin gücünü ortaya çıkararak faşist ideolojinin

etkinliğinin artmasına da yardımcı olmuştur. Güçlü kitlelerin manevi ittifakına dayanan ulusal birliğin bir ifadesi olarak ortaya çıkan devlet, aynı zamanda elindeki tüm imkȃnları bu birliği korumak için kullanan bir bekçi halini almıştır. Savaş, bireylerin ulusal birliği korumak için ne kadar fedakȃrlık yapmaları gerektiğini göstererek enternasyonalizm düşüncesinin yüzeyselliğinin anlaşılmasını sağlamıştır. Bu durum, komuta birliği, otorite, liderlik, ahlaki seferberlik, kitlelerin eğitimi ve bir iktidar aracı olarak propagandanın önemini ortaya koymuştur. Dahası, demokratik özgürlükleri askıya almanın kolaylığını ve diktatörlük benzeri yönetim biçiminin kabul edilebilirliğini gözler önüne sermiştir. Dolayısıyla faşistler savaşın pek çok açıdan Sorel, Michels, Pareto ve Le Bon tarafından ortaya konulan düşüncelerin geçerliliğini savunarak, demokrasinin bir paravan olarak olarak kaldığını, kitlelerin sadece bir efsaneye ve ona itaate ihtiyaç duyduğunu ifade etmişlerdir. Bu bağlamda I. Dünya Savaşı faşistlerin yüzyılın ilk on yılında ileri sürdükleri fikirlerin uygulamada kanıtlandığı bir laboratuara dönüşmüştür (Sternhell, 2015: 101).

Faşizmin siyasal felsefesinin temelinde bireyin toplumsal bir hayvan olarak algılanması yatmaktadır. Gentile açısından bireysel insan, atom olmaktan ziyade siyasal bir hayvandır. Birey özgürlüklere sahip olmanın yanı sıra, toplumsal kurallara ve sorumluluklara sahip toplumsal örgütlenmenin bir parçası olarak görülmektedir. Dolayısıyla Gentile ve Mussolini açısından insan, ancak toplumun bir parçası olduğu ve toplumsal bir işlevi sahip olduğu zaman vardır. Nitekim faşist düşünce sistemi "devletin ve devlet içindeki bireyin özgürlüğü" olarak adlandırdığı bir özgürlük kavramı geliştirmiş, bireysel haklar ancak devletin hakları kapsamına girdiği ölçüde tanınmıştır. Böylece faşist düşüncenin ulaşmayı arzuladığı "hiçbir çatışmanın, zaafın ve anarşinin olmadığı bütünsel toplumdaki bütünsel insanın yaratıldığı yeni insan ve yeni toplum" kavramına erişilmiştir. Uyumlu ve yeniden birleşmiş bir halkı öngören faşizmde müzakere ve tartışmanın yerini şarkılar ve meşalelerin aldığı fiziksel güce, şiddete ve vahşete tapınıldığı komünyon ayinler, resmi geçit ve törenler önem kazanmıştır. Halkın ruhu, iradesi ve erdemlerini temsil eden ve milletle özdeşleştirilen yarı-kutsal lider figürü ise bu törenlerin mihenk taşı olmuştur. Dolayısıyla Sternhell'e göre, faşizmi pozitivizme karşı bir başkaldırı olarak gören görüşün haklılık payı son derece yüksektir (Sternhell, 2015: 101-102).

Faşizme kaynaklık eden Sosyal Darwinizm akımı, 19. yüzyılın son ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Avrupa düşünce tarihini şekillendirmiştir. Darwin'in 1859 yılında yayınladığı "Türlerin Kökeni" adlı eserinde esinlenilen Sosyal Darwinizm, doğal

seçilim ya da ayıklanma kuramının bir toplum içerisindeki bireyler, gruplar, uluslar ve ırklar arası ilişkiler için de geçerli olduğunu savunmaktadır. Sosyal Darwinizm'e göre, bir türün üyeleri arasında bireysel farklılıklar bulunmakta, yaşam mücadelesinde bazı üyeler avantajlı konumda yer alırken, bazıları ise dezavantajlı konumda olmaktadır. Avantajlı olanlar varlığını sürdürürken, dezavantajlı durumda olanlar ise yok olma tehdidi altındadır. Bu farklılıklar ise genetik olarak ana ve babadan çocuklara geçmekte, böylece nüfus içinde avantajlı olanların sayısı artmaktadır. Seçilimin ve katılımın zaman içindeki birikimsel etkisiyle yeni üstün türler ortaya çıkmakta, diğerleri ise yok olmaktadır. Darwinizm'in "sosyal" hale getirilmesi ise, Herbert Spencer'in "Psikolojinin İlkeleri (1855)" adlı eseriyle olmuştur (Ünder, 2008: 427).

Sosyal Darwinizm'in ilkelerine göre; doğa yasaları sadece doğayı değil toplumsal hayatı da belirlemekte, nüfusun artmasıyla birlikte bireyler, ırklar ve toplumlar arasındaki rekabet artmaktadır. Bu mücadelede avantajlı olan grup hayatını devam ettirirken, güçsüz olan grup ise yok olma tehlikesiyle karşılaşmaktadır (Claeys, 2000: 228). Siyasi kurumlar toplumda zayıf olanları korumaya yönelik herhangi bir müdahalede bulunursa doğal seleksiyon işleyememekte ve toplumda bazı aksaklıklar meydana gelmektedir (Macit, 2009: 48). Sosyal Darwinistler, bir türü oluşturan bireyler arasında daha güçlü bireylerin yaşamasına izin verdiği için yaşama mücadelesinin genel olarak tür nüfusunu yetkinleştirdiğini savunmaktadırlar. Zayıfların elenmesi ve güçlülerin seçilmesinin, toplumsal ilerlemeyi sağlayan düzene hizmet ettiği düşünülmektedir. Yaşam mücadelesi ayrıca gruplar arası bir mücadele olarak algılanmakta; dünya, toplulukların (klan, ırk, ulus, aşiret) sürekli olarak yaşama savaşı verdikleri bir arena olarak görülmektedir. Mücadelede diğer gruplara üstünlük sağlayanlar, örneğin sömürgeci ırklar, genetik olarak da diğer gruplara üstün olduklarını, ırkçılık, sömürgecilik, ulusçuluk ve militarizmle eklemlenmiş bir şekilde iddia etmektedir. Güçlü olan ulusun veya ırkın (örneğin beyaz ırk olan Almanlar ve İngilizlerin), zayıf olanlar (Avrupalı veya beyaz olmayanlar) üzerinde hȃkimiyet kurması, onları sömürmesi ve hatta ortadan kaldırması doğaldır ve ilerleme adına arzu