• Sonuç bulunamadı

1.4. Araştırmanın Sınırlılıkları

2.1.2. Faşist İdeolojinin Özellikleri

Teorik yanı zayıf ancak uygulama alanı güçlü olan faşizm ideolojisinin, Hitler ve Mussollini gibi güçlü siyasal liderleri bulunurken, ünlü teorisyenleri ve genel geçer evrensel ilkeleri bulunmamaktadır. Öznesi siyasal yapı olarak devlet olan faşizmin,

kendine özgü bir ekonomik sistemi bulunmamakta, ancak kurguladığı ekonomik sistem özellikle İtalya'da korporatizme meyletmektedir. Propaganda, ajitasyon ve coşkulu milliyetçilikle oldukça yakın bağları olan faşizm, genelde kandaşlık vurgusu üzerinden ırksal üstünlüğü savunmakta ve bu durum "biz" ve "öteki" ayrımına yol açmaktadır (Mazlum, 2017: 386). Resmî ideolojide faşizmin zihniyet dünyasına aralanan en önemli öğesi "devlet" imgesidir. Faşizmde, anayasal ilkelerin, hakların ve hukukun gerçekleşmesini mümkün kılan bir çerçeve teşkil etmenin ötesinde kutsal ve aşkın bir değer ifade eden "Devlet imgesi", milliyetçilikle bütünleşen devlet mitosu, sorgulanamaz hikmeti ve militarist ritüelleriyle faşist saikleri bulunmaktadır (Bora, 2009: 350). Antientelektüel olan faşizm, tarih yapma sorumluluğunun faşist hükümete ait olduğunu ve aydının görevinin bunu eleştirmektense bu devletin bir parçası olarak hareket etmek olduğunu savunmaktadır (Cinemre, 2017: 135).

İdeolojik kökenleri Aydınlanma, Romantizm ve 19. yüzyıl başlarındaki entelektüel ve siyasal atmosfere uzanan faşizm, hem sağı hem solu yeni bir çerçeve içinde birleştiren son derece eklektik bir ideolojidir. Hem liberal demokrasiye hem de devrimci sosyalizme alternatif olarak bir "Üçüncü Yol" şeklinde ortaya çıkan faşizm; sosyalizm, sağ kanat muhafazakȃrlığı ve bütünleştirici milliyetçilikten oluşan ve buna anti-Semitizm ve yarı bilimsel Sosyal Darwinizm kaynaklı ırksal söylemlerin eşlik ettiği orijinal bir sentez ortaya koymuştur. Faşizm, milliyetçiliğin devrimci bir biçimi olarak bir yandan romantik sembolleri, ayinleri ve törenleri kendine mȃl edip yeniden tanımlamıştır. Diğer taraftan ise manevi yenilenme, yeni toplumsallaşma ve eğitim biçimleri, korporatizm ve yeni karizmatik liderlik aracılığıyla "yeni insan"ın yaratılmasına dayanan alternatif bir totaliter toplum biçimi önermiştir. Dolayısıyla aynı anda hem "gerici" hem de "geleceğe yönelik" bir siyasal ütopyayı savunmuştur (Iordachi, 2015: 17-18).

Sosyal bilimcilerin büyük bir çoğunluğuna göre faşizm, büyük ölçüde Aydınlanma düşüncesinin getirdiği değerlere, moderniteye ve ortaya koyduğu siyasal sistemlere bir karşı çıkıştır. Almanların 1789 çöktü iddiaları ve Mussolini İtalyası'nda Fransız Devrimi'nin ana temaları olan "eşitlik, özgürlük ve kardeşliğin" yerini, "inan, itaat et ve savaş" ile "düzen, otorite, adalet" gibi tematik sloganların alması, bu karşı çıkışın en güçlü kanıtlarıdır. Özü itibariyle Batı düşünce geleneğine yabancı olmayan faşizmin köklerinin Batı tarihinin son iki yüzyıl içinde toplumsal, iktisadi ve siyasal dönüşümlerinde, Aydınlanma düşüncesinde ve bu harekete karşı gelişen tepkide

aranması gerekmektedir. Örs'e göre faşizm, modernliğe karşı bir tepki olarak gelişen modern bir ideolojidir (Örs, 2014: 486-491).

Faşizm, 1918 sonrası dönemde siyasi görüş yelpazesine göre, hem sağ kanatta hem de sol kanatta yaşanan önemli değişimler ve krizler sonucunda ortaya çıkmıştır. Siyasi görüş yelpazesinin sağ kanadında yer alanlar, Rusya'da gerçekleşen Bolşevik Devrimiyle birlikte güçlenen sosyalizmden ve gün geçtikçe örgütlü hale gelen işçi sınıfı hareketinden dolayı kaygılanmaktadır. Buna ek olarak, modernleşmeyle birlikte toplumu bir arada tutan bazı değerlerin, örneğin dinin, giderek önemini yitirmesi sağ kanatın tepkisine yol açmaktadır. Dinsel inançlarda azalmanın toplumsal çözülmeye ve "anomi"ye yol açacağı kaygısı, sağ kanatta gün geçtikçe modernleşmeye karşı bir tepkinin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Buna ek olarak, 1929 Büyük Buhranı gibi ciddi ekonomik sıkıntıların varlığı, toplumsal çözülmeyi hızlandıracak bir faktör olarak algılanmıştır. Aynı dönemde siyasi görüş yelpazesinin solunda yer alan kişilerde ise daha farklı kaygılar gözlemlenmektedir. Beklenilenin aksine, devrimin kapitalistleşen ve işçi sınıfı büyüyen Avrupa sanayi toplumlarında değil de, Rusya'da gerçekleşmiş olması, sosyalizm üzerinde bazı soru işaretlerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Ayrıca sosyalist hareketleri işçi sınıfının yerine orta sınıf ve entelektüeller tarafından yönlendirilmesi bir diğer soru işaretinin oluşmasına sebep olmuştur (Örs, 2014: 484- 485).

Faşizmin etimolojik kökenine bakıldığında, onun etrafı bir deste çubukla sarılı olan balta anlamındaki Latince fasces teriminden türediği görülmektedir. Bu balta amblemi, Roma İmparatorluğu döneminde yerel yargıçların otoritesinin simgesi olarak kabul edilen bir deste çubuğun arasından ön plana çıkmaktadır. 1890'lardan sonra fascia kelimesi İtalya'da devrimci sosyalist politika grupları için kullanılmıştır. Mussolini'nin I. Dünya savaşı öncesinde ve sonrasında oluşturduğu askeri birliklere fascimo adını vermesiyle birlikte kavram, tam olarak ideolojik anlamını kazanmıştır (Heywood, 2014: 213).

Faşizm, kapitalizmin belli bir gelişim düzeyine ulaştığı ülkelerde ortaya çıkan en eksiksiz ve en sistematik gericilik biçimidir. Ancak, her türlü gericiliği ifade ederken "faşizm" kelimesinin kullanılması, ona bu şekilde pejoratif bir anlam yüklenmesi Togliatti'ye göre kabul edilir değildir. Ona göre, faşizm tikel, özgül bir gericilik biçimidir, ancak gericiliğin bütün tezahürlerinin faşist olarak nitelendirilmesi faşizmin ne olduğu noktasında hataya düşülmesine sebep olmaktadır (Togliatti, 2018: 247, 250). Faşist eylem büyüdükçe kavrama yüklenilen içerikler de değişime uğramış ve

başlangıçta sadece bir aksiyonun adı olan faşizm, daha sonrasında bir siyasal rejimin adı ve bir ideoloji haline gelmiştir. Günümüzde faşizm kavramı, 1922 yılında İtalya'da Mussolini'nin ve 1933 yılında Almanya'da Adolf Hitler'in liderliğinde Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi'nin iktidara gelmesiyle uyguladığı siyasal forma karşılık gelmektedir (Macit, 2012: 37). II. Dünya Savaşı öncesinde ve sonrasında, Avrupa'nın bazı ülkelerinde faşizm tandanslı partilerin iktidara gelmesi, faşizmin dünya çapında etkili bir ideolojik akım haline gelmesine zemin hazırlamıştır (Mazlum, 2017: 387).

Ancak, faşizmi 1922 ile 1945 arası iktidar olmuş bir siyasal rejim olarak tanımlamak, gerçekliği değerlendirmede yetersiz kalmaktadır. Nitekim Neocleous'a göre, faşizm sadece 1922 ile 1945 tarihleri arasında sınırlandırılmaması gereken bir fikir ve eylem hareketidir. Bu yaklaşım, kökenlerinin ve düşünsel ortamının 19. yüzyılda geliştiği faşizmin, 1922'den önceki kimi eğilimlerin faşizmin gelişimine olan katkısını göz ardı etmekte ve bu gelişmenin köklerini tutarlı bir şekilde örgütlenmiş bir politik parti veya hareketten ziyade belli bir dizi felsefi tartışmada bulduğu gerçeğine kulak asmamaktadır. Dolayısıyla, faşizm, Avrupa tarihinde bir parantez olmaktan öte, Avrupa'nın düşünsel, kültürel ve politik tarihi içerisindeki felsefi-politik mücadelenin bir ürünüdür. Aynı zamanda bu tarihi oluşturan öğelerin temeli faşizmi de kapsamaktadır (Neocleous, 2014: 9-10). Nitekim, Bora'ya göre,

"Bu egemen-statükocu görüş, kapitalizmdeki faşizm köklerini görmez: Faşizmin kapitalist sistemin iktisadȋ-toplumsal ve politik buhranına bir çözüm seçeneği olarak işlev görebilmiş olduğunu, faşist hareketin saiklerinin, "güdülerinin", kapitalist toplumun metalaştırıcı/yabancılaştırıcı süreçlerinin ve rasyonalitesinin insanȋ-beşerȋ ilişkilere kazandırdığı karakterden neş'et ettiğini düşünmez." (Bora, 2015a: 136).

Faşizm, öncelikli olarak modern sanayi kapitalizminin üretmiş olduğu bir ideolojidir. Neocleous'a göre, faşizm,

"bir sistem olarak, modernitenin ve kapitalizmin doğasında örtük olarak bulunan ve insanın özgürleşmesi için olumlu potansiyelle kafa kafaya karşılaşan olumsuz potansiyeldir (yani insanın yıkımı için potansiyeldir). Söz konusu karşılaşmanın düğüm noktası, çevresinde modernitenin karşıt potansiyelliklerini gerçekleştirme konusundaki bu savaşın ortaya çıktığı dayanak noktası, kitlesel toplum siyasetidir. Faşizm, aynı zamanda modern kapitalizmde örtük bulunan, milliyetçi ve karşı-devrimci amaçlar açısından kitlesel seferberliği, militarize aktivizmi ve elitist, otoriter, baskıcı bir devlet aygıtı dürtüsünü gerektiren, doğa ve irade konusunda bulanık bir dirimselci felsefeyle eklemlenmiş bir siyasettir." (Neocleous, 2014: 12).

Tek cümle ile faşizmi tanımlayan Roger Griffin, faşizmi "çeşitli

biçimi olan siyasal ideolojinin bir türüdür." olarak betimlemektedir. Dolayısıyla faşizmi

üç kelimeyle formüle etmiştir: "palingenetik popülist aşırı milliyetçilik". Griffin, faşizmin merkezi motive edici ruhunu karakterize etmek için, “küllerden yeniden doğuş” anlamına gelen, Victoria döneminin “palingenesis” terimini kullanmaktadır. (Richardson, 2018: 448). Griffin'in faşizmi tanımladığı üç kavram (palingenetik, popülist, ultra milliyetçi), ancak birleşik bile olsa, maddi pratiklerden kopuk oldukları için faşizmi veya faşist söylemini doğru şekilde tanımlamakta yetersiz kalmaktadır. Buna karşın, Bilig'in (1978, 1990) çalışması, hem ideolojik olarak hem de politik bir hareket olarak yüksek oranda uyarlanabilir bir faşizm tanımı sunmaktadır (Richardson, 2018: 449).

Bilig, faşizmin değişen beş genel özellik ile karakterize edildiğini savunmaktadır. Bir parti veya hareketin "faşist" olarak sınıflandırılması için, ilk üçü ideolojik olmak üzere, (1) uçtan uca katı bir milliyetçiliğe (2) anti-Marksizm ve işçi sınıfının kendisi için bir sınıf olarak harekete geçirilmesine karşı çıkma ve (3) kapitalist bir politik ekonomiye destek olma özelliklerine sahip olması gerekmektedir. Bilig'in dördüncü özelliği (4) bu ideolojik taahhütlerin faşizmin demokrasi ve kişisel özgürlük için doğrudan tehdit oluşturacak şekilde savunulmasıdır. Son özellik ise, (5) eşitsiz bir düzeni ortaya koyan faşizmin bir siyasi hareket olarak ortaya çıkmasıdır (Bilig, 1978:7). Savaş, ulus ve doğa kavramları, faşizm açısından merkezi bir öneme sahiptir. Tüm politik ve toplumsal sorunları tarihten silerek yeni bir milat başlattığını öne süren faşizm, bunların yerine merkeze doğayı ve doğal olduğunu öne sürdüğü savaş ve ulusun kutsanmasını koymuştur. Komünizmle mücadele içinde olan faşizm, aynı zamanda kitlesel toplumun toplumsal güçlerine muhtaç olmakta ve bu güçleri agresif bir milliyetçilikle harekete geçirerek mobilize etmektedir. Neocleous'a (2014: 12) göre faşizm, "modernitenin merkezi özelliklerini gerici politik hedefler için sahiplenip

radikalleştirerek alternatif bir devrimci itki kazandırmaya çalışan karşı devrimci bir fenomendir (devrime karşı devrim). Faşizm, modern toplumun yabancılaşmasına ve

sömürüsüne tepki göstermesine rağmen, kapitalizm açısından merkezi önemde olan özel mülkiyete dair ciddi bir olumsuz tutum geliştirmemektedir (Neocleous, 2014: 12-13).

Demokrasinin gerçek halk egemenliğini yansıtmadığını belirten (Gentile, 2017: 8) ve faşizmi yeni bir siyasal dinin yaratılmasıyla zirveye ulaşan bir totaliteryanizm ve siyasetin kutsallaştırılması olarak tanımlayan Gentile, faşizmi sadece terör üzerine inşa edilmiş bir siyasal rejim olarak görmemektedir. Ona göre, faşizm "yeni insan"ın yaratılmasını amaçlayan bütünleşik bir siyaset görüşüne sahip bir hareketi ifade eden,

yeni bir totaliteryanizm anlayışına sahiptir. Tarihsel bir olgu olarak faşizmin özgünlüğü ve karmaşık doğası sadece ideolojik boyuta indirgenmemeli; onun tanımı yapılırken toplumsal ve kurumsal etkenler de göz önünde bulundurulmalıdır. Gentile bu amaçla üç analitik boyuta dayanan betimsel bir faşizm tanımı ileri sürmüştür:

a. Kendine özgü kültürü, sivil etiği ve siyasal görüşü olan özgün bir ideoloji olarak faşizm;

b. orta sınıfın egemen olduğu ve paramiliter bir yapıda örgütlenmiş heterojen bir kitle hareketi olarak faşizm;

c. tek parti devleti, baskıcı polis aygıtı, korporatist toplum örgütlenmesi ve emperyalist dış siyasetten oluşan bir siyasal rejim olarak faşizm (akt. Iordachi, 2015: 45-46; Gentile, 1992: 198; Gentile, 2002: 71-73).

Tüm bunlara ek olarak Gentile'nin faşizm tanımı şu şekildedir:

"Faşizm, efsaneye dayalı bir ideolojisi ve totaliter bir siyaset ve devlet anlayışı olan; milis bir parti şeklinde örgütlenmiş, milliyetçi, devrimci, liberalizm karşıtı, Marksizm karşıtı, babaerkil bir toplum yapısını savunan ve hazcılık karşıtı; nihai amacı yeni bir düzen ve medeniyet yaratmak olan, fetih, şan ve güç peşinde koşan mücadeleci bir misyona sahip; hiyerarşik korporatif bir devlet biçiminde teşkilatlanmış, etnik açıdan homojen organik bir topluluk olarak gördüğü milletin mutlak önceliğini savunan, siyasal bir dinle kutsallaştırılan modern bir siyasi olgudur" (Gentile, 2004: 329).

Gentile, sekülerleşme ve bireyselciliğin inanç ve kahramanlığın yok olmasına sebebiyet vermesini eleştirerek, çözümün bireylerin otorite ve idealizm ilkelerini içselleştirecek biçimde yetiştirildikleri, dolayısıyla da birlikte "etik devleti" oluşturdukları, yeni tür bir post-liberal devlet olduğunu savunmuştur. Gentile, Mussolini'nin başbakan olmasını sağlayan Roma Yürüyüşü ile kurguladığı "Yeni İtalya" idealinin tam da kendi düşüncelerindeki yeni devlet türü olduğunun düşünmüş ve daha sonrasında enerjisini eğitim reformlarını formüle etmek amacıyla harcamıştır (Griffin, 2014: 122).

Faşizmin sosyolojik içeriğine bakıldığında, bütünün, onu oluşturan bireylerin bilinçli irade ve niyetine izin vermeyen organik bir toplum düzenini savunduğu görülmektedir. Demokrasinin özüne karşı çıkan faşizm, genel oy hakkı ve parlamenter demokrasi biçimine, küçük gruplar içindeki demokrasiye dayalı örgütlenmiş kamu görüşüne, yerel ve kültürel birimler içindeki düşünce ve ifade özgürlüğüne, toplumu kendine özgü kanallardan yönlendiren dinî ve akademik özgürlüğe karşı konumlanmaktadır. Bu yapısal düzende insanlar üretici olarak ve sadece üretici olarak görülmektedirler. Özelllikte İtalya'daki korporatizmde, sanayinin farklı kolları yasal

olarak şirketler olarak tanımlanmakta ve bu kollar kendi alanlarındaki iktisadî, malî, endüstriyel ve toplumsal sorunlarla ilgilenme ayrıcalığıyla donatılmaktadırlar. Buna ek olarak, faşizmde daha önce biçimsel olarak siyasî devlete mahsus olan neredeyse bütün yasama, yürütme ve yargı güçlerinin tek elde toplanmaktadır (Polanyi, 2011: 161-162).

Faşizm ve sağcı popülizm, kapitalist iktidar tarzının öznelerinin kendileri için neyi dışlayabileceğini göstermekte ve kendi nesnelerine yön veren hegemonik eğilimlerin üretimini ortaya çıkarmaktadır (Bourdieu, 1991). Laclau için, hegemonik bir ilişkinin ön koşulu, belirli bir sosyal gücün kendisiyle uyuşmayan bir bütünlüğü temsil ettiğini iddia ettiğinde ortaya çıkmaktadır. Nitekim, faşizm ve sağcı popülizm, "özdeş kimlik" e dayanan iki tarihsel siyasi öznelleşme biçimini temsil etmektedir; ilki “tüm sosyal şikȃyetlerin altında yatan soyut bir sosyal özellik” bulmak, ikincisi kişileri bireyler ya da sınıf mensupları olarak değil, "halk" olarak niteleyerek siyasete dağılmış seçmenleri sağcı iş seçkinleri ve solcu kültürel seçkinler arasında önemsiz bir yarışma olarak göstermektir (Laclau, 2005: 95). Sağcı popülistler, korumacılığa geri dönüş çağrısında bulunmak için sol retoriği kullanmakta, ancak devlet kaynaklı dağıtımları kısıtlamak isteyen seçkinler için ideolojik bir koruma sağlayan hak kavramının sadece “yerli” vatandaşlara uygulanması gerektiğini ifade etmektedirler (Woodley, 2013:18).

Okyayuz'a göre, faşizm ideolojisinin en temel noktası, tarihsel olarak var olmuş ve bu sebeple değiştirilebilir toplumsal koşulların doğal ve değiştirilemez olduğuna ilişkin iddiasıdır. Halk ve halkın birliği, aile ve özel mülkiyet, otoriteye itaat ve hayatta kalma mücadelesi insanların koşulsuzca kabul etmeleri gereken ebedi değerler olarak ortaya konmaktadır. Toplumsal koşulların değiştirilebilirliğini ve değiştirilme ihtiyacını savunan sol ideolojiler, bu bağlamda en iyi ihtimalle " ara bozucu", en kötü ihtimalle ise "yok edilmesi gereken bir virüs" olarak nitelendirilmektedir. Faşizmin toplumu, komünistler, Yahudiler, engelliler ve aslında tüm muhalif grup ve bireyler gibi "virüs"ler tarafından tehdit edilen bir vücuda benzetmesi; organik toplum anlayışının ileri bir tezahürüdür. Dolayısıyla faşizm ideolojisi, geleneksel muhafazakȃrlığın cemaat ideolojisini ırkçı, güçlü devlet ideolojisini otoriter "Führer", mülkiyet ideolojisini saldırgan bir anti-komünist, organik toplum ideolojisini dünyayı kötü-iyi/ güçsüz- güçlüye ayıran bir günah keçisi ve dünyaya düzen ve ahlak getirme özlemini ise militarist bir söylem-pratiğe taşımaktadır (Okyayuz, 2012: 385-386). Söylem-pratiği kelimesi, faşizmin geleneksel muhafazakȃrlıktan ayrıldığı aktivist bileşenini vurgulamaktadır. Mannheim'a göre, teori-pratik bağlantısına ilişkin olarak özel bir konuma sahip olan faşizm, genelde eylemci olmakla birlikte irrasyonel bir nosyona

sahiptir. Tercihen kendini modern irrasyonellikten ziyade en yakınındaki felsefe ve politik teorilerle ilişkilendirir. Faşizmin dünya görüşüne eklemlenen kişiler arasında (bu kişilerin anlayışlarını kendine uyan bir biçimde değiştirdikten sonra) özellikle Bergson, Sorel ve Pareto'yu saymak mümkündür (Mannheim, 2008: 157).

Faşizmde akıldan ziyade duygular ön plana çıkmakta ve kitleleri duygular harekete geçirmektedir. Kitleleri mobilize eden duygular, faşist harekette destekçileri bir araya getirme ve lidere olan itaati arttırma işlevi görmektedir. Duyguları, bazen dolaylı olarak olsa da, yolları Patson (1998: 6-7) tarafından şu şekilde açıklanmıştır:

1. Evrensel ve bireysel bağlamda baskın olan grubun öncelikli olarak algılanması

2. İçte ve dışta gruba karşı tehdit oluşturan, grup tarafından düşman olarak algılanan "kurban" grubun oluşturulması

3. Bireyci ve kozmopolit liberalizmin aşındırıcı etkisi altında grubun yok olacağı korkusunun yaratılması

4. Kardeşlik bağıyla birlikte saflık ve birlik ilkeleri çerçevesinde grup içinde yakın bağların oluşturulması ve bu grubun gerektiğinde kendini korumak için şiddete başvurabilir olması

5. Grubun ihtişamıyla bireysel özgüvenin de geliştiği gelişmiş bir kimlik ve aidiyet duygusu

6. Grubun kaderini tek başına belirlemede yetkin olan erkek ulusal şef

7. Darwinci bakış açısıyla grubun başarılarına adanan şiddet ve iradenin varlığı.

Faşizm, ortaya çıktığı tarihi dönem ve koşullar açısından bazı ortak özelliklere sahiptir. I. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasından ortaya çıkan yurdun yabancı kuvvetlerin ve milletlerin işgaline uğraması ve haksız muamelesine maruz bırakılması çerçevesindeki genel kanaati güçlendirmiştir. Savaşta yenilme veya harpte başarısızlık gibi durumların ortaya çıkardığı öfke, öç alma arzuları, dış dünyada uğranan başarısızlıkların yarattığı millî galeyan ve yabancı düşmanlığı gibi etmenler bu özelliklerden bazılarıdır. "Bu hislerin, tarihin geçmiş dönemlerindeki eski başarıların,

parlak devirlerin hatırlanmalarıyla, şoven, irredantist5, koyu bir milliyetçilikle tatmin

5 Kelime anlamı "yayılmacı milliyetçilik"tir. Daha fazla bilgi için, Kallis, A. A. (2003). "To Expand or not to Expand? Territory, Generic Fascism and the Quest for an "Ideal Fatherland", Journal of

edilmek istenişi; millî başarısızlıkların, memleket içindeki dağınıklıktan, siyasi parti çekişmelerinden, hürriyet düzeninin ferdi hedefleri, zümre çıkarlarını öne alarak, millî hedefleri geride bıraktırdığından ileri geldiğini ortaya koyuşu"; faşizm için, husumeti

ve öfkeyi yönlendirebilecek, bazı somut hedefleri göstermesini zorunlu hale getirmiştir. Hitler'in Versay Antlaşması ve Yahudiler üzerinden propagandasını şekillendirmesinin sebepleri buradan kaynaklanmaktadır (Yalçın, 1977: 18).

Payne'e göre, faşizmin sahip olduğu temel özelliklerden birisi, "erkek şovenizmi" olarak adlandırılan eril faaliyetlerin her alanda abartılmasıdır. O dönemde Avrupa'da kadın erkek eşitliğine olan ilgi bir hayli azalmış ve faşizm buna öncülük etmiştir. Organik toplum yapısını savunan faşist ideoloji için erkeğin baskınlık kurduğu bir toplum yapısı şiddetin meşrulaştırılması için gerekli görülmüştür (Payne, 1980: 7, 12). Macciocchi, faşizm ve kadının birbirine karşıt, birbirine yabancı ve hatta birbirinden bağıntısız kavramlar olduğunu ifade etmektedir. Hitler'den, Mussollini'ye, Rosenberg'e, Gentile'ye uzanan faşizmin ideologları için siyasette kadınların desteğini sağlamak gerekmekte ancak erkeklerin egemenliği istenmektedir. Onlara göre, Yahudi anlayışındaki gibi kadın, başka bir ırktır. Nazizim, tıpkı Mussollini İtalyasında olduğu gibi kadının tek ve gerçek görevini annelik olarak görerek, onların kamu düzeni yaratma amacıyla devlete ait olduğunu açıklamıştır (Macciochi, 2016a: 113,116).

Koestler'in (1970) "Makinedeki Hayalet" adlı eserine göre, insanlar öz- girişkenlik ve öz-aşkınlık olmak üzere iki temel dürtüye sahiptir. Bu iki temel dürtü sayesinde insanlar hem özerk bireyler hem de aile ve kabile gibi toplumsal hiyerarşilerin parçası olarak hayatlarını sürdürmektedir. İnsanların, hükmedici veya yıkıcı bir tutum sergilemek yerine dünya ile her yönden sağlıklı bir ilişki kurması ve uyumlu ve yaratıcı bir ortak yaşama dahil olabilmesi bu iki dürtünün dengesine bağlıdır. Tarih boyunca insanlığın birbirine uyguladığı zulmün sorumlusu ise öz-girişkenlik dürtüsünden öte öz- aşkınlık dürtüsüdür. Bu dürtü, faillerin "insanlık dışı" eylemlerini kendi hesapları adına değil, beşeri ya da metafizik bir hiyerarşinin bir parçası olabilme adına yapmalarını mümkün kılmaktadır (Griffin, 2014: 299-300). Modern toplumların sekülerleşmesi ve parçalanması, periyodik olarak ideolojilere kolektif bağlılık dalgaları yaratmış ve bu durumun bazı bireylerin "kalabalık psikolojisi" adıyla bilinen bir grup zihniyetine