• Sonuç bulunamadı

1.4. Araştırmanın Sınırlılıkları

2.1.6 Faşizmin Doğuşu ve Gelişimi

2.1.6.2. Almanya'da Faşizm

19. yüzyılın sonlarına doğru Alman entelektüeller, belirli bir geçmişin mirasçısı olduklarını ve yerleşik Batı uluslarının uygarlıklarından onları ayıran homojen bir kültüre sahip olduklarını düşünmektedirler. Bu düşüncelerin yayılması, yurtseverlik tarihi, milli kahramanlık ve güçlü liderlik mitlerini güçlendirerek devletçilik, militarizm, emperyalizm ve yabancı düşmanlığının çeşitli türleri için uygun zemin hazırlamıştır. Dolayısıyla "Volk" kavramı, özellikle de sıfat hali "völkisch", ırksal dayanışma ve kolektif göreve dair çeşitli anlamlar ifade etmektedir. Sosyalizmin, materyalizmin, kozmopolitanizmin ve enternasyonalizmin karşısında yer alan bu kavram, korunması gereken bir gizil öz olarak Nazizm tarafından sahiplenilmiştir. Dolayısıyla bu kavram, Nazizmin savaş sonrası siyasal durumdan faydalanarak faşizmin yerleşmesinde siyasal mit bağlamında kaynaklık etmiştir (Griffin, 2014: 146-147).

Wagner'in yenilenmiş toplum düşüncesi, Nietzsche'nin Romantizmi ve sanat kuramı, Alman Paganizmi, antisemitizm düşüncesi ve saf Aryan ırkı miti Nazizmin etkilendiği ve harmanlayarak bir araya getirdiği düşüncelerdir. Nazizmde milli yeniden doğuş miti bulunmakta, "Alman Volk'unun gerçekten filizlenmesini sağlayacak içsel

manevi uyanışa duyulan inanç" ideolojinin kilit noktalarından birini oluşturmaktadır.

Bu filizlenmede amaç sadece idealize edilmiş pagan ya da Altın Çağ'ın yeniden kurulması değildir, aynı zamanda Alman birliğinin yeniden tesis edilmesidir (Griffin, 2014: 148, 150). Nazizm, Hitler tarafından kurulan temelde saf ve ari ırk, üstün halk ve lider düşüncesine dayanan bir yönetim sistemidir. Ayrıca, Nazizm, halk kavramının mistik öğeler ile betimlendiği, rasyonel olmaktan ziyade irrasyonel olan fikirlerden beslenen, devletin mutlak yüceliğini ve üstün ırk anlayışını ön plana çıkaran siyasi görüş olarak da ifade edilmektedir (Macit, 2007: 30).

Hitler, Avusturya’nın yakınlarındaki Braunau-am-Inn’de 20 Nisan 1889’da doğmuştur. Babası memur, annesi ise ev hanımıdır. 13 yaşında babasını, 19 yaşında annesini kaybeden Hitler, hayatını zor şartlar altında sürdürmüştür. Orta öğrenimini tamamlayamayan Hitler, ressamlık eğitimi için Viyana’ya gitmiş, ancak bu alanda

başarılı olamamıştır. 1913’te askerliğe çağırılan Hitler, askerliğe uygun bulunmamış ve geri gönderilmiştir. I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle orduya gönüllü olarak katılmıştır. Savaş sonrasında orduya bağlı olarak Alman milliyetçiliğini yaymakla görevlendirilen Hitler, Alman İşçi Partisine propaganda sorumlusu olarak katılmış, daha sonra adı Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi olarak değişen bu partinin başkanı olmuştur. Devlet yönetimini ele geçirme amacıyla yürüyüş düzenlemekten mahkûm edilen Hitler, cezaevinde kaldığı süre zarfında "Kavgam" adlı eserinin ilk cildini yazmıştır. Mahkûmiyetinin bitmesiyle güçlü sağcı işadamlarının desteğini kazanan Hitler, dar gelirli Alman vatandaşlarının partisine katılımını sağlamıştır. 1933’te şansölye (başbakan) seçilen Hitler, %88’lik halk desteğiyle şansölyeliği ve cumhurbaşkanlığını birleştirmiştir. Bu iktidar değişikliğiyle Almanya bir polis devleti haline gelmiş, Almanya’daki muhalif hareketler kabul görmeyerek devlet tarafından zorla bastırılmıştır. Bu yönetimin en ağır bedelini ödeyen Yahudiler, bu dönemde, üniversitelerden ve kamu görevlerinden atılmış; Yahudilerin Almanlarla evlenmeleri yasaklanmıştır. Almanların saf ırk olduğuna inanan Hitler’in asıl amacı, bütün insanlığın Alman ırkının egemenliğini tanımasıdır. Bu amaç uğruna Hitler, 1934’ten 1945’e kadar birçok ülkeye savaş açmış, ancak bir iki başarıdan sonra Almanya bozguna uğramıştır. Hitler, 30 Nisan 1945’te sevgilisiyle evlenmiş ve birlikte intihar etmiştir (Macit, 2007: 26-27).

I. Dünya Savaşı'nın sonucunda ortaya çıkan istikrarsız durum, özellikle Versay Antlaşması sonucunda Almanya'da hissedilmiştir. Almanya'da aşırı soldaki komünistlerden, aşırı sağdaki Nasyonel Sosyalistlere tüm taraflar, Versay Antlaşması'nın haksız ve kabul edilemez olduğu düşüncesinde birleşmektedir (Hobsbawn, 1996: 50). 1918 sonrasında sosyalistler ve komünistler, Alman meclisinde üstünlük sağlamışlar; bu durum, Alman kapitalizminin güçlü temsilcilerinin hoşuna gitmemiş, meclis Alman halkının demokratik çıkarlarını temsil etme gücüne sahip olduğu halde, büyük kapitalist sınıf meclisi demokratik olmamakla eleştirmiştir. Sosyalist ve komünist çoğunluğa karşı Alman kapitalistler Nazi ideolojisini ekonomik çıkarlarını korumak amacıyla desteklemişlerdir. Dolayısıyla, ekonomik açıdan Alman sanayisindeki en güçlü grupların çıkarlarını koruyan Nazizmin yerleşmesinde büyük sanayi temsilcilerinin yarı iflas durumundaki Junkerlerin rolü büyüktür. Çünkü Nazizmin siyasi ya da ekonomik herhangi bir ilkesi bulunmamaktadır. Esas ilkesi radikal bir fırsatçılık (opportunism) olan Nazizmde önemli olan, ekonomik gelişmenin

normal akışında kendileriyle paylaşılan servet ve prestijden pay alma çabasıdır (Fromm, 1996: 175-176).

Şubat 1920'de ırkçı, milliyetçi ve anti-kapitalist hedefler peşinde koşan "tuhaf" bir örgüt, Alman İşçi Partisi (DAP) adıyla Adolf Hitler başkanlığında Münih'te bir toplantı düzenlemiş; bu toplantıda Hitler, partinin resmi ismine "Nasyonal Sosyalist" ibaresinin eklendiğini ve bundan sonra NSDAP'ın yirmi beş maddelik bir programa bağlı kalacağını ifade etmiştir. Bu partiyi diğer birçok şovenist gruptan ayıran özellik, Hitler'in NSDAP'ı kullanarak "völkisch" ütopyacılığını siyasal güce dönüştürme tutkusudur (Griffin, 2014: 158- 159).

1929 Büyük Buhran'ın etkisi Alman toplumunda yapısal bir krize yol açarak, 1932'de işsiz sayısını yükseltmiş; bu durum Nazizmin kitle hareketine dönüşmesine zemin hazırlamıştır. Ekonomik ve yapısal kriz derinleştikçe, sistemden hoşnutsuz ve on yıldan fazla bir süredir sistem karşıtı propagandayla ultra-milliyetçi düşüncelere meyletmiş bir kitle ortaya çıkmış ve bu kitle, Bolşevik egemenliğinden korkar hale gelmiştir (Griffin, 2014: 162- 163). Bu gelişmeler sonrasında Almanya'da orta sınıf ciddi ekonomik sıkıntılara girmiş, durumu işçi sınıfından bile kötü hale gelmiştir. Bu durum, Fromm gibi bazı sosyal bilimcilere göre, sınıflar arasında derin bir uçurumun ortaya çıkmasına yol açarak, halk üzerinde siyaset yapmayı kolaylaştırmış, kendini sosyo-ekonomik açıdan güçsüz hisseden bireylerin bir lider ile özdeşleşerek ona itaat etmesine sebep olmuştur (Polat ve İkiz, 2016:80).

1932 seçimlerinde NSDAP mecliste çoğunluğunu sağlamış ve Ocak 1933'te Hitler kendi kabinesini kurmuştur. Mart 1933'te ise Hitler, parlamentodan "Yetki Yasasını" çıkartmayı başarmış ve bu kanunla yasa yapma, bütçeyi denetleme, yabancı devletlerle yapılan antlaşmaları onaylama, anayasada değişiklik yapma yetkisini dört yıl süreyle kabineye vermiştir. Başbakanın çıkartacağı yasaların da anayasaya aykırı olabileceği kabul edilmiş ve dolayısıyla Almanya'da bu tarihten itibaren parlamenter demokrasi son bularak, Nasyonal Sosyalist Diktatörlük dönemi başlamıştır. Kısa bir süre sonra Almanya'da federatif yapı sonlandırılmış ve NSDAP tek siyasal parti halini almıştır; bu gelişmeleri ise sendikaların kapatılması ve toplu sözleşme hakkının rafa kaldırılması izlemiştir (Göze, 2011: 364).

Nazi ideolojisine göre, birey sosyal gerçek değildir, sosyal organizma tek gerçektir ve birey bu organizmanın bir hücresini oluşturmaktadır. Dolayısıyla bir hücre konumundaki bireyin kendine ait bir kişiliği bulunmamaktadır. Her sosyal organizma,

tıpkı biyolojik organizmalar gibi aynı tip hücrelerden oluşmamaktadır. Sosyal organizma eşitsizlik ilkesine dayanmakta, organizmadaki insanlar üstün ırktan gelenler ve üstün olmayanlar olmak üzere ayrılmaktadırlar. Üstün ırk, kültüre açık ve uygarlığı geliştirmeye yetenekli ırk olarak görülmektedir. Bütün uygarlıklar üstün ırkların yapıcı gücü sayesinde kurulmuş ve gelişmiştir (Göze, 2011: 368-369).

Mardin'e göre, Nazizm'in temel özelliklerinden birisi, Almanya'nın endüstriyel gelişiminin bir sonucu olarak, halkın kitle haline getirilmiş olmasıdır. Kitlenin içinde çalışanlar, orta sınıfın alt kademeleri ve köylüler olmak üzere bir çok sosyal tabakadan sınıf bulunması, Nazizmin geniş manada halkın tümüne hitap edebilmesini sağlamıştır. Söz konusu gelişmenin siyasi yönü, Hitler'in zımni bir plebisit yöntemini siyasi hayatta yaygınlaştırarak, idareyi halk ve halkın ve toplumun vicdanını sesi olan Führer'den ibaret hale getirmiş olmasıdır. Mardin'e göre, dünya savaşının ve pek çok sosyal felaketlerin sonuçları bir tarafa koyulduğunda, bu kadar "kırılmış", basite indirilmiş bir sosyal ortama ancak endüstriyel bağlamda gelişmiş ülkelerde rastlanmaktadır (Mardin, 2016: 160).

Hitler, Kavgam (Mein Kampf) adlı eserinde kitleyi nasıl harekete geçirileceğini özgün bir şekilde açıklayarak popülist siyaset kavramının seçkinci yönünü faşist bir zihniyetle ortaya koymuştur. 1928'de NSDAP üyelerine halka hitap etmeyi öğretmek üzere Bavyera'da bir okul açmış, 1930'da ise Joseph Goebbels'i propagandanın başına getirerek, bu aygıtı itici bir güç olarak kullanmayı hedeflemiştir. Parti, bu gelişmelerden çok daha öncesinde seçmen üzerinde yüksek bir profile sahip olmak amacıyla tasarlanmış belirli bir stil yaratmayı başarmıştır. İyi koordine edilmiş, poster ve kitapçık kampanyaları, siyasal ritüellerin keşfi ve kitle gösterileri titizlikle kullanılırken amaç sadece genel kamuoyu üzerinde Nazi sloganlarını etkili kılmak değildir, Alman tarihinde yeni bir çağın habercisi olan büyük bir hareketin oluştuğu düşüncesini kamuoyuna benimsetmektir (Griffin, 2014: 162).

Nüfusun büyük bir bölümü herhangi bir direnç göstermeksizin Nazi rejimine boyun eğmiştir, fakat bu insanlar direnç göstermedikleri gibi Nazi ideolojisinin ve siyasal uygulamalarının fanatikleri haline gelmemişlerdir. Nüfusun diğer bir bölümü ise, yeni ideolojiye kendini kaptırarak bu ideolojiye fanatik bir tutumla bağlanmıştır. Birinci grupta daha çok işçi sınıfıyla liberal ve Katolik burjuvazi bulunmaktadır. Özellikle işçi sınıfı, 1933’ten sonra Nazizme karşı olmasına rağmen herhangi bir kuvvetli direnç gösterememiş, ona adeta boyun eğmiştir. Bu boyun eğişin psikolojik kökeni içsel bir

yorgunluktan, el etek çekmekten kaynaklanmakta; bu yorgunluğun sebebi ise, işçi sınıfının, 1918 ihtilalından sonra rejimin değişip sosyalizmin geleceğine dair büyük umutlar beslemiş olması, ancak bu konuda sürekli olarak yenilgiye uğramasıdır (Fromm, 1996: 168-169).

Hitler’e karşı herhangi bir sınıfın direnç gösterememesinin bir diğer sebebi ise Hitler’in iktidara gelişiyle birlikte "Almanya" ile özdeşleştirilmiş olmasıdır; Nazi partisi "Almanya" haline gelmiş, ona karşı olmak "Almanya’ya" karşı olmak şeklinde görülmüştür. Alman vatandaşları, her ne kadar Nazizmin ilkelerine karşı olsalar da, Nazizmin Almanya’yla özdeşleşmesinden ötürü, yalnız başına kalmak veya Almanya’ya ait olmak arasında seçim yapmak zorunda bırakılmıştır. Hatta Nazizmi desteklemeyen Alman vatandaşları dışarıdan Nazizme karşı bir eleştiri geldiğinde, bu eleştiriyi Almanya’ya yapılmış bir saldırı olarak görerek Nazizmi savunmuşlardır. Fromm’a göre yalnızlık ilkesi ve ahlaki ilkelerin zayıflığı, iktidarı ele geçiren bir partinin ülkeyle özdeşleşerek nüfusunun çoğunun boyun eğmesini sağlamıştır (Fromm, 1996: 169).

İşçi sınıfın kabuğuna çekilmesinin aksine, Nazi ideolojisi orta sınıfın küçük dükkân sahipleri, zanaatçılar ve memurlardan oluşan aşağı katmanları tarafından hararetle desteklenmiştir. İdeolojinin aşağı orta sınıfa bu kadar çekici gelmesinin nedeni, bu sınıfın toplumsal özelliğinde, sosyal karakterinde aranmalıdır. Nazi ideolojisi, bir lidere körü körüne boyun eğmeyi, etnik ve siyasi azınlıklara kin duymayı, Alman ırkını tüm ırkların en yücesi kabul etmeyi, bu sebepten diğer ırkları hâkimiyet altına almayı, güçlü olma, fethetme ve yönetme hırsını yüceltmiştir. Güçlüye hayranlık, zayıftan nefret, küçük adamlık, düşman yürekli olma, para konusunda olduğu gibi duygu konusunda da cimrilik ve çilecilik gibi özellikler ise bu orta sınıfın belirleyici niteliği olmuştur. Yaşama dar bir perspektiften bakan bu orta sınıf, yabancıya karşı kuşkuyla yaklaşmakta ve ondan nefret etmektedir.Ayrıca bu sınıf, tanıdıkları kimselere karşı meraklı ve kıskançtır, bu kıskançlıklarını ahlaksal tepki olarak göstermektedirler. Bu sınıfın bütün yaşamları psikolojik olduğu kadar ekonomik kıtlık ilkesine de dayandırılmıştır (Fromm, 1996: 170-171). Savaştan sonraki olaylar, Nazi ideolojisinin çekiciliğine uygun özellikleriyle birlikte iktidar tutkusunu aşağı orta sınıf için arttırmıştır.

Aşağı orta sınıfın Nazi ideolojisine yönelmelerindeki bir diğer etmen ise, savaştaki yenilgiyle birlikte ekonomilerinin bozulması ve krallığın çökmesidir.

Almanya'da savaştan sonraki enflasyon dönemiyle birlikte en büyük darbeyi ekonomik olarak orta sınıf yemiştir. Savaş sonrası, enflasyon tutumluluk ilkesine ölümcül bir darbe vurmakla kalmamış, orta sınıfın toplumsal saygınlığını da hızla düşürmüştür. 1923’te enflasyon en yüksek değerine ulaşmış ve tüm birikimleri silip götürmüştür. 1924 ve 1928 arasında aşağı orta sınıfta her ne kadar bir ekonomik toparlanma görülse de 1929 Büyük Buhranı bu toparlanmanın etkisini de yok etmiştir. Dolayısıyla enflasyon döneminde bu sınıf en güçsüz grup haline gelmiştir. Buna ek olarak, savaş öncesinde krallık ve devlet, psikolojik olarak aşağı orta sınıfın kendisiyle özdeşleştirdiği bir güç sembolüdür. Birey, kendisini özdeşleştirdiği bu kurumlara dayanarak, mazoşist eğilimlerle kendini güvende ve saygı değer hissetmiştir (Fromm, 1996: 172-173). Kısaca, dayanmış olduğu otoriteler bireyi güvensizlik hissinden kurtarmış, böylece birey kendine bu şekilde daha büyük bir anlam ve saygınlık atfetmiştir. Ancak savaşla birlikte mutlak monarşinin çökmesiyle birey, bu güvenlik hissinden mahrum kalmış, boşalan otorite sembolünün yerine kendini tekrardan güvende ve değerli hissedebilmek için Almanya’yla özdeşleştirdiği Nazi partisini koymuştur (Polat ve İkiz, 2016: 96).

Akıldan çok duygulara hitap eden faşizmin özünde "inanmak" ve "itaat etmek" bulunmakta; faşizmde inanılanın ne olduğu, yanlışlığı veya doğruluğu sorgulanmaksızın liderin söylediğinin doğru kabul edilmesi ve ona itaat edilmesi söz konusudur. Aydınlanma düşüncesinin rasyonel ve aktif birey kurgusunun yerine faşizmde yönetilebilir, irrasyonel kitleler öngörülmektedir. Bu bilinçsiz kitleleri ise, kitleleri yönlendirme ve harekete geçirme yeteneği olan akıllı liderler yönetmektedir (Örs, 2014: 494-496). Sennett, "otoritenin, hükmü altındaki insanları ahlaki bakımdan

kirletebileceğini" ifade etmektedir. Dolayısıyla, insanların beyinlerinin bir köşesinde

siyasal ya da ahlaki bakımdan gayri meşru olduğunu bildikleri bir şeyi Hitler'in himayesinde yapmaları psikolojik olarak meşru görünmektedir (Sennett, 2017: 179). Nitekim, Adorno ve arkadaşları (1950), otorite imgelerinin, güvenecek mutlak ve her şeye gücü yeten bir şeyin peşinde koşan, otorite olmadığında rasyonel insan olmayı sürdürebilen kişilerin beyinlerini yıkadığından bahsetmektedir.

Reich'in, Fromm'un ve Adorno'nun teorileri, faşist kişiliğin tasviri bakımından farklılıklar içermektedir, ancak üç temel nokta üzerinde hemfikirdirler. Bunlardan ilki, duygusal yönleri faşist bir liderin takdirine ve diğer grupların üyelerinden nefret etmelerine yol açan faşist bir kişiliğinden bahsetmenin anlamlı olduğu gerçeğidir. İkincisi, bu duygusal dürtünün zarar görmüş veya parçalanmış bir kişiliğe işaret ettiğidir. Nitekim araştırmalar, tatminkȃr olmayan bir cinsel yaşamın, özgürlük

korkusunun ya da duygusal karmaşıklığa tahammül edememenin potansiyel faşistleri kendilerini irrasyonel bir siyasi inanca iten iç problemler olduğunu ortaya koymaktadır. Son olarak, bu sosyal bilimciler, içsel arzuların psikolojik olarak "öteki"ne nasıl yansıtılabileceğini açıklamak için psikanalitik teoriden yararlanmaktadır. Otoriteryen kişilerin kendi duygularını reddederek, nefretini "öteki"ne yansıttığını ve bu durumdan takıntılı bir şekilde zevk aldığını ortaya koymuşlardır (Billig, 1990: 22).

Canetti, Almanların kitle simgesinin ordu olduğunu, bu ordunun "uygun adım

yürüyen bir orman olduğunu" belirtmektedir (Canetti, 2017: 186). Nazi tarihi

konusunda önde gelen otoritelerden biri olan Kershaw, Nazizm ile iki dünya savaşı arasında Avrupa'daki diğer totaliteryan rejimler ile birtakım benzerliklerin olduğunu kabul etse de, Nazizmin tamamıyla özgün bi ideoloji ve hükümet biçimi olduğunu savunmaktadır. Kershaw, Nazizmin benzersizliğini Alman siyasal kültürü, savaşlar arası Avrupa'nın tarihsel koşulları ve Hitler'in kişiliğinde oluşan bağlamsal karışım gibi kendine özgü yapısal güçlere bağlamaktadır. Ona göre, sadece Nazi Almanya'sının başlattığı son derece yıkıcı dünya savaşı ve Yahudilere karşı yürüttüğü soykırım politikası bile Nazizmin diğer rejimlere olan benzersizliğini kanıtlamaktadır. Hitler'in temsil ettiği otorite tipi ve liderlik konumunun benzersizliği, daha önce örneği görülmemiş bir yıkım potansiyeline sahip "kümülatif bir radikalleşme" yaratmıştır. Hitler'in karizmatik otorite tipi, Alman halkının Tanrı tarafından seçildiğine inanan romantik düşüncesi güçlü bir milli kurtuluş öğretisiyle birleştirilmiştir. Hitler'in karizmatik iktidarı, Stalin ve Mussollini'nin liderlik tarzları da dahil olmak üzere, çağdaşları arasında hem karakteri itibariyle hem de neticeleri açısından farklıdır. Bir kez zafer kazandıktan sonra, Hitler'in otoritesi, Avrupa'da ekonomik ve askeri açılardan en gelişmiş devletlerden birini etkisi altına alarak, onu tarihteki en güçlü savaş makinesine dönüştürmüştür (Kershaw, 2015: 383-384).