• Sonuç bulunamadı

2.2. Faşizan Söylem

2.2.4. Faşizan Söylemde Yabancı Düşmanlığı

İnsanların kendi etnik gruplarına karşı güçlü bağlılıklar geliştirirken yabancılara karşı mesafe koymaları kaçınılmaz bir süreçtir. Eğer bir grup sosyo-ekonomik veya kültürel süreçlerde başarısız olduğunu düşünüyorsa, yabancılara yönelik düşmanlık geliştirebilmekte ve yabancılarla rekabet içine girebilmektedir. Çevre felaketleri ve yabancılardan kaynaklanan tehditlerin ortaya çıkması, yabancılara karşı herhangi bir

düşmanlık olmadan, daha fazla grup sadakatinin görülmesine sebep olabilmektedir (Cashdan, 2001: 760).

Faşist gelenek, siyaseti, dünyaya hükmetmek isteyen ve dünyanın geri kalanını kandıran küçük bir komplo grubunun eylemleri olarak yorumlamaktadır. Sadece bu komplonun "gerçek" doğasını algılayanlar dünyayı yıkımdan kurtarmayı umabilmektedir ki, bu kişiler de kendileridir. Tarihsel olarak, farklı komplo teorisi çeşitleri olmasına rağmen, faşist gelenek içinde antisemitik tema tutarlı bir şekilde gelişmiştir. Komplo teorisyenleri dünya egemenliği için şeytani planlar yapan nihai komplocuların Yahudiler olduğunu iddia etmişlerdir (Billig, 1990: 25-26). Nitekim, bu görüşü destekleyen Kershaw, özellikle 1922 yılından sonraki Hitler'in konuşmaları incelendiğinde, Marksizme karşı verilen mücadelenin Yahudiliğe karşı verilen mücadeleye dönüştüğünü, ikisininde eş anlamlı hale getirildiğini ifade etmektedir (Kershaw, 2008: 52). Milliyetçi ve ırkçı ideolojilerin düşmanca tepkilerini, geniş çaptaki nüfus değişimlerine ve göçmenlere yönlendirmesi mümkündür. Göçmen olan "öteki", özellikle ekonomik sebeplerle toplumun birliğini ve bütünlüğünü bozan olarak görülmektedir. Bu nedenle faşist politikacı, bu mesajı "iki milyon göçmen - iki milyon işsiz" şeklinde dile getirerek rasyonalize edebilmektedir. Faşist propagandacıların bu tür rasyonalize edilmiş mesajlarını dile getirmelerinde, "öteki"nin kendi klişelerini yenileyerek yaratmalarına da gerek olmamakta, ancak modern, milliyetçi sağduyu klişeleri bunun için yeterli olmaktadır (Billig, 1990: 25).

İnsanları "biz" ve "onlar" şeklinde kategorize ederek ötekileştirme aşamasında kullanılan araçlardan birisi de söylemlerdir. Van Dijk’e göre söylem, "biz" ve "onlar"ı yaratarak, insanlar arasına mesafe koymakta, gerçekleri abartarak dramatikleştirmekte ve "biz" grubunu kurbanlaştırmaktadır. Van Dijk bu durumu şu sözleriyle açıklamıştır:

"Ötekiler olumsuz açıdan temsil edilmeye eğilimli olduğunda ve özellikle de tehditlerle bağdaştırıldıklarında, o zaman iç grubun böyle bir tehdidin kurbanı olarak temsil edilmesi gerekir." (van Dijk, 2003: 107) "Öteki"ni bir tehdit unsuru olarak görüp "biz"i

kurbanlaştıran psikolojide nefret söyleminin büyük bir önemi vardır. Faşizm "öteki"ni kurbanlaştırmakta, toplama kamplarına toplamakta, işkence ederek öldürmektedir. Dolayısıyla şiddet; yüksek yoğunlukta ve fiili olarak uygulanmaktadır (Finchelstein, 2019: 105-106).

Nefret söylemi, nefret suçunun işlenmesi için önkoşuludur (Oran, 2012: 44). Nefret söylemi, "nefret suçuna giden sürecin çıkış noktası, yani nefret suçunun önünü

24). Nefret söyleminin, temelinde; ırkçılık, yabancı düşmanlığı (zenofobi), ayrımcılık, cinsiyetçilik, bölünme fobisi ve homofobi yer almaktadır. Dolayısıyla, tarihsel düşmanlıklar, güncel korkular ve belirli bir ideolojiye olan tartışmasız bağlılık nefret söyleminin temelinde yer alır; nefret söylemi öncesindeki aşama ise, farklı özelliklere sahip bireyi ötekileştirmektir (Yardımcı, 2011:1).

Öteki grupların insan dışı olarak gösterilmesiyle birlikte şeytanlaştırma süreci başlamıştır. Şeytanlaştırılan grupların, adeta haşerelerden farksız olduğu için, herhangi bir şiddete maruz kalmaları hatta öldürülmeleri meşru sayılmaktadır. Parlak bu durumu şu şekilde açıklamıştır: "Onların yaşamları bizim yaşamlarımız gibi değerli addedilmez,

bilakis kutsallaştırılmış olan devletin, vatanın, milletin ve hatta inancın bekȃsı adına, düzenin devamı adına, iç grubun en saf haliyle sürekliliğini koruyabilmesi adına yaşamları kolaylıkla gözden çıkarılabilir." (Parlak, 2015: 83).

19. yüzyıl ile 20. yüzyılın başlarına kadar insanlar, hiyerarşik olarak alt türlere ayrılmakta, bu türlerin her birinin doğal niteliklere sahip olduğu iddia edilmekte ve bu iddia biyoloji biliminin verileriyle desteklenmektedir (Çoban Keneş, 2018: 39). Ötekilik, 18. yüzyıldan itibaren Sosyal Darwinizm ile birlikte bilimin diliyle ifade edilmeye başlanmıştır. Sosyal Darwinci görüşlerin bir tezahürü, sakat ve hasta insanların, zekȃ seviyesi düşük kişilerin zorunlu kısırlaştırma ya da izole etme yoluyla ayıklanması ve sağlıklı bireylerin çoğaltılması yoluyla bir insan ırkını ıslah etmeyi ve genetik niteliğini iyileştirmeyi öngören öjeni akımıdır. Öjenizmin modern kurucusu Francis Galton’a göre kalıtım, insanların hem bedensel hem de zihinsel özelliklerini belirleyen en önemli faktördür. 20. yüzyılın başında öjenizm ABD’den Kanada’ya, Japonya’dan Brezilya’ya birçok ülkede taraftar toplayarak, devlet politikalarını etkilemiştir. Bu görüşü benimseyip uygulamaya koyan Hitler, Alman ırkının evrimsel ilerleyişini baltalayan akıl hastaları, sakatları ve kalıtsal hastalıkları olanları "parazit" olarak görerek kısırlaştırıp öldürmüştür. Bu zihniyetle birlikte Yahudileri, Çingeneleri, homoseksüelleri ve komünistleri toplama kamplarında toplayıp çalıştırıp, saf Alman ırkıyla karışmasını önlemek amacıyla öldürmüştür. Öjeni akımı Türkiye'de özellikle 1930'lu yıllarda kendine taraftar bulmuştur. Cumhuriyeti kuranlar "hasta adam" tabiriyle damgalanan yaşlı ve zayıf Türk imajını değiştirmek için "Güçlü Türk"ü yaratma misyonunu üstlenmişlerdir. Cumhuriyet Atatürk'ün tabiriyle "gürbüz ve yavuz evlatlara" ihtiyaç duymuş, bu güçlü bedenler Cumhuriyet'in temelinin sağlam atılmasına aracı olarak görülmüştür (Yumul, 2012: 91-92).

İletişimde önemli rol oynayan söylemsel metaforlar sosyo-etnik değerlendirmelerle birleştirilerek parazitlerin yok edilmesi düşüncesini ortaya çıkarmaktadır; dolayısıyla, bu durumda fiziksel ve tıbbi alandaki özelliklerin sosyo- politik eylemlere aktarıldığı görülmektedir (Musolff, 2013:58). 30 Ocak 1939 tarihinde iktidara gelişinin yıl dönümünü kutlayan Hitler konuşmasında şu sözleri sarf etmiştir:

"Eğer uluslararası finans gücüne sahip olan Yahudilik, dünyayı bir savaşa sokmayı başardıysa bu savaşın sonucu Bolşeviklerin ve onunla birlikte Yahudilerin zaferiyle sonuçlanmayacak, aksine Avrupa'daki Yahudi ırkının yok edilmesiyle sonuçlanacaktır".

(Musolff, 2013: 56). Hitler'in bu sözünden ayrı bir "ırk" olarak gördüğü Yahudileri, bir insan vücudu olarak kavramsallaştırılan Alman milletinin sağlığına "parazit tehdidi" olarak algıladığı görülmektedir. Parazitler olarak Yahudilerin ulusal vücuda bulaşmış olduğu iddia edilirken, Hitler rejimi, kendisini 1939 yılında parazitlerin izolasyonunu büyük ölçüde başarmış olan bir "şifacı" olarak görmektedir. Bununla birlikte diğer Avrupa ülkeleri hala virüslüdür, Almanya onlarla savaşmak, onları tamamen yok edene kadar devam etmek ve parazitin artık başka bir ülkeye bulaşamayacağından emin olmak zorundadır. Senaryo sonucunda, iyiliğin iyileştirici güçlerinin kötülük güçleri üzerinde kazanacağı ve Avrupa uluslarını ve tüm dünyayı kurtaracağı bir "kıyamet" öngörülmektedir (Musolff, 2013: 58). İngiltere'nin Sovyet Rusya'yı desteklemesiyle birlikte antisemitizm söylemi, anti-Batı ve anti-Bolşevizm söylemiyle birleştirilmiştir. ABD'nin Pearl Harbor çıkartması sonrasında Japonya'ya saldırmasıyla birlikte ise Nazi propagandası Amerikan-karşıtı temayı da devreye sokarak, dünyayı Yahudiler'in kontrolüne almak istediği komplo teorisi üzerinden propagandasını yürütmüştür (Kallis, 2005: 85).

Antisemitik söylemin Fransa'daki faşist hareketler ve partiler açısından II. Dünya Savaşı öncesinde ve boyunca etkili olduğunu ifade eden Beauzamy, bu durumun savaş sonrasında tamamen yok olmadığını "örtük" bir şekilde de olsa yeni bir forma dönüşerek devam ettiğini tespit etmiştir. Faşizan söylem, II. Dünya Savaşı süresince ve öncesinde "aleni" bir biçimde ifade edilirken, II. Dünya Savaşı sonrasında siyasi ve hukuki koşullardan dolayı "örtük" bir hal almıştır. Dolayısıyla, iki savaş arası dönemde Yahudiler "aleni" bir biçimde hedef gösterilirken, savaş sonrası dönemde faşizan söylemde sosyal ve ekonomik problemlerin sebebi olarak gösterilmiş, toplumda onlara karşı bir önyargı gelişmesinin fitili ateşlenmiştir (Beauzamy, 2013: 163). Benzer durumun Macaristan için de geçerli olduğunu saptayan Kovacs ve Szilagyi, 1940'lı yıllardaki ve günümüzdeki gazeteleri ve yeni medyadaki adlandırma/ yaftalama

stratejilerini, stereotipleri ve ana tartışma şemalarını incelemiştir.1940'lı yıllardaki gazetelerde şu referanslara rastlamıştır: "Save us from Jewish spouse! (Bizi Yahudi eşten

koru!)", "Unlike Hungarians, Jews eternal evil! (Macarların tersine sonsuz kötü olan Yahudiler!). Medyadaki söylemin geneline bakıldığında, Yahudilerin kendi halklarının

sağlığını bozan bir tehdit olarak parazit olduğu, "dürüst olmayan", "ahlaksız" ve "sapık" gibi birçok olumsuz özelliğin onlara yüklendiği görülmektedir (Kovacs ve Szilagyi, 2013: 203, 207, 209). Avusturya'da göçmenlere karşı ortaya çıkan ayrımcı söylemi inceleyen Kryzanowski ve Wodak (2008) ise II. Dünya Savaşı'ndan sonra bile Avusturyalıların, Yahudilere ve Romanlara yönelik aşağılayıcı imalar ve varsayımlarda bulunduklarını tespit etmişlerdir.

1929 yılında Ukrayna'da kurulan Ukrayna Milliyetçiler Örgütü'nün (Organization of Ukrainian Nationalists) faşist bir örgüt olduğunu belirten Rudling, bu örgütün hedefinin etnik açıdan homojen bir totaliter ulus-devleti kurmak olduğunu ifade etmektedir. Bu hedefe ulaşmak için terörizm, şiddet ve suikast yöntemini kullanan bu örgüt, savaşın sonuna kadar Almanya'daki gibi etnik temizlik içine girerek 90.000'den fazla Polonyalıyı ve binlerce Yahudi'yi katletmiştir (Rudling, 2013: 229).

Richardson ise faşist bir parti olarak nitelendirdiği İngiliz Ulusal Partisi'nin (British National Party) 1960 yılı öncesi söyleminin daha çok ırksal ve antisemitik bir özelliğe sahip olduğunu, 1960 yılı sonrasında faşist söylemdeki yabancı düşmanlığının daha çok göçmenlere yöneldiğini belirtmektedir. Ayrıca, 1960 yılı sonrasında ortaya çıkan böyle bir değişimin sebebinin ırksal anlamda ayrımcılığın hukuk ihlali sayılmasından ötürü pragmatik olduğunu da ifade etmektedir (Richardson, 2013: 200). Bir diğer akademik çalışmasında ise Richardson, günümüzdeki faşist partilerin kitlelerin desteğini kazanmak için "ikiyüzlü" bir propaganda yapmayı tercih ettiklerini ifade etmektedir (Richardson, 2011: 38). Bunun nedeni, ana akım partileri destekleyen potansiyel seçmenleri korkutmamaktır; dolayısıyla, bu tür partiler, faşist bağlarını ve miraslarını gizleyip kendilerini "göçmen karşıtı" ve "milliyetçi'"olarak tanıtmaktadırlar. Faşist partiler kendilerini modernize edilmiş olarak göstermekte, demokrasiyle ve hukukla bağdaşmayan açıklamalar yapmaktan kaçınmakta, ancak bilinçaltına verdikleri mesajlar faşizan içeriğini korumaktadır (Marinho ve Bilig, 2013: 146). Richardson ve Colombo, İtalya'daki Kuzey Ligi (Lega Nord) partisinin de aynı stratejiyi izleyerek başarıyı yakaladığı son çeyrek yüzyılda aşırı sağ partilerin bu yöntemle Avrupa'da yükselişe geçtiğini belirtmektedir (Richardson ve Colombo, 2013: 181).

Köker ve Doğanay'a göre, Kürtler, Ermeniler ve Avrupalılar "sadakatsiz", "güvenilmez" ve "suça meyilli" olarak Türkiye'deki en önemli öteki gruplarını oluşturmaktadır (Köker ve Doğanay, 2010: 91). Parlak'a göre, Türkiye'de Ermeni, Kürt, Rum ve Alevi olmanın getirdiği ötekilik, toplumsal bünyeyi korumak amacıyla kaynağı imha edilmesi gereken bir durumdur. Bu sebeple nüfus mübadelesi politikaları, Dersim Olayı, Varlık Vergisi uygulamaları ve 6-7 Eylül vakası Cumhuriyet döneminin denetlenemeyen ötekine karşı giriştiği "cerrahi operasyonlar"dır (Parlak, 2015: 64).

Somay'a göre, Türkiye gayrimüslim azınlıkları eğitim, dil ve kültürel ȃdetler noktasında serbest bırakmış, bu durum uluslararası antlaşmalarla güvence altına alınmıştır. Ancak toplumun bürokratik ve politik alanlarından dışlayarak bir ayrımcılık örneği sergilemiştir. Özellikle bu ayrımcılık gerçek yüzünü 1915 Ermeni Tehcirinde, Varlık Vergisi uygulamasında ve 6-7 Eylül Olaylarında göstermiştir (Somay, 2012: 100).

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

TEK PARTİ DÖNEMİ VE VARLIK VERGİSİ

3.1. Tek Parti Dönemi ve Rejimin Mahiyeti

Tek parti rejiminin kuruluşu, 1925 Şeyh Said ayaklanması üzerine Takriri Sükûn Kanunu'nun çıkartılmasıyla başlamıştır; bu dönemde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatılmış, İstiklal Mahkemeleri kurulmuş, basın baskı altına alınmıştır. Dolayısıyla Koçak, Türkiye'de tek partili rejimin dönüm noktasının Takrir-i Sükun Kanunun tarihi olan 4 Mart 1925 olduğunu belirtmektedir (Koçak, 2016: 170). 1926 yılında Atatürk'ü hedef alan İzmir Suikastı'nın önlenmesiyle, eski İttihatçılara yayılan geniş tutuklama dalgası ve idamlarla beraber tek parti rejimi pekişmiştir. Kimi sosyal bilimciler tarafından, Nutuk, bu mutlak iktidarın ilanı olarak görülmektedir. Kısa ömürlü Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) tecrübesinin yarattığı hayal kırıklığı, dünya ekonomik bunalımının etkilerinin toplumsal memnuniyetsizlikleri artıracağına dair endişeleri ortaya çıkararak, yönetenleri rejimi kontrol altında tutmaya yönelik bir gayrete yönlendirmiştir. 1931 ile 1935 arasındaki dönem, otoriter yönetimin totaliter bir yön kazanmasına sebep olmuştur. 1931 kongresinde Altı Ok'un kabulüyle doktriner iddiasını ortaya koyan CHP, politik tekelleşmeye doğru yön kazanmıştır. SCF'nin ardından Türk Ocakları da kapatılırken; 1935'te Türk Kadınlar Birliği ve Mason locaları, 1936'da Talebe Birliği feshedilmiştir. Bunca geniş yelpazedeki örgütlerin fesih gerekçesi,

"CHP'nin ilkeleri, ülküleri ve icraatıyla bir farkları olmadığı"dır. Totaliterleşme, 1935

kongresinden sonra içişleri bürokrasisiyle parti örgütlenmesinin birleştirilmesiyle ve 1939 tüzük değişikliğinin getirdiği parti-devlet bütünleşmesiyle ortaya çıkmıştır (Bora, 2017: 139).

Türkiye'de 1930'lu yıllarda yukarıdan dayatılmış bir biçimde faşizm idealinin bazı boyutları bulunmaktadır. Rejim ve iktisadi politika muhafazakȃrdır, ancak amaçlanan ortaya çıkacak siyasal katılımın ve iktisadi çıkar taleplerinin önüne geçmektir. Avrupa'daki gibi harekete geçmiş kitlelerle karşı karşıya gelme zorunluluğu ortaya çıkmamıştır. Kitleler harekete geçmemiş olduğundan, otoriter rejim bir kitle hareketiyle uğraşmak zorunda kalmamış ve rejimin amaçları yukarıdan kontrol ve sindirme ile sınırlı kalmıştır. Yönetilenlere güvenmemek bürokrasinin imparatorluğun yönetici sınıfından devraldığı bir miras olduğundan, uyanmamış kitlelere göz kulak olmak yapılacak en iyi şey olarak görülmüştür. Ayrıca bütün sevgi ve hayranlığa rağmen Atatürk'ün tipik popülist ve faşist liderler gibi büyük halk toplulukları önünde

tek bir konuşma bile yapmamış olması kayda değerdir. Bu durumun sebebi, Cumhuriyet rejiminin Osmanlı geçmişiyle bir süreklilik göstermesiyle açıklanabilir. Latin Amerika'daki gibi anti-oligarşik hareketler görülmemiş ve iktisadi gelişmenin sonuçlarına bir tepki ortaya çıkmamıştır. Bu nedenle rejim, faşist ya da popülist örneklerinde görüldüğü türden bir toplumsal tabandan yoksundur. Tek parti yıllarındaki rejim, vatandaşlar topluluğu olmak bir yana, henüz "halk" olamamış bir toplumu yönetmiştir. Avrupa faşizmi ise, toplumdaki ayrıcalık yapısını korumaya çalışan, kısıtlayıcı bir parlamentarist sistemin çözülmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Ancak devletçilik, bürokrasinin hȃkimiyetini uzatma amacına yönelik olduğu gibi, yeni gelişmekte olan burjuvaziye de yer açan bir koalisyon biçimidir. Dolayısıyla, seçkinlerin kendi aralarında pazarlık etmelerine ve siyasi tavır almalarına izin veren bir rejimdir (Keyder, 2015: 138-139).

Demokrasi dışı rejimlerde, siyasal mücadelelerin ana ekseni devleti kontrol etmek ve rakipleri dışarıda tutmaktır. Aynı zamanda belirli projeleri hayata geçirmenin peşinde toplumu kontrol altına almaya yönelik çabalar ve yönetimdeki grubun kendi içindeki iktidar oyunları da bu mücadelelerin bir parçasıdır. Söz konusu mücadeleler, modern siyasi partiler ve modern ordular gibi özel örgütlerin desteğiyle verilmekte, bu örgütler yönetimdeki elitlerin rejime sadık kalması ve toplumun kontrol altına alınması için gerekli mekanizmaları sağlamaktadır (Marquez, 2019: 45).

Linz'in tipolojisine göre, Türk Tek Parti sistemi "bağımsızlık sonrası mobilizasyoncu otoriter rejimler" kategorisine girmektedir (Linz, 2008: 206). Türkiye'de Milli Mücadele döneminde bağımsızlık amacı doğrultusunda oldukça etkili bir kitle mobilizasyonu görülmüştür. Birinci TBMM döneminde farklı toplumsal kesimleri kapsayan geniş bir koalisyon oluşturulmuş; aynı durum, ikinci dönemde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası örneğiyle sürdürülmeye çalışılmıştır. Her ne kadar 1930 yılında güdümlü bir muhalefet olacağı öngörülen Serbest Cumhuriyet Fırkası deneyimi bulunsa da, kısa süren bu dönemlerin ardından baskı yöntemleri ile tek parti iktidarı pekiştirilmiştir. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti'nin erken dönemdeki bu çok partili hayata geçiş denemeleri Suriye, Irak ve Mısır gibi ülkelerin çok partili denemelerinden daha kısa sürmüştür (Özbudun, 2016: 81)

Linz öncelikli olarak otoriter rejimleri şu şekilde tanımlamaktadır:

"Sınırlı, fakat sorumlu olmayan bir siyasal plüralizme yer veren; işlenmiş ve yol gösterici bir ideolojiye değil, kendine özgü zihniyetlere sahip olan; gelişimlerinin bazı aşamaları dışında, yaygın ve yoğun bir siyasal mobilizasyon yaratmayan; bir liderin veya bazen küçük bir

grubun, biçimsel yönden iyi belirlenmemiş fakat fiiliyatta oldukça tahmin edilebilir sınırlar içinde iktidarı kullandıkları siyasal sistemler." (Linz, 1964: 255; Linz, 2008: 137).

Otoriter rejimlerin en önemli özelliklerinden birisi sınırlı plüralizm (çoğulculuk) dir. Plüralizmin sınırlandırılması hukukȋ veya fiilȋ olabilmekte; bu sınırlama sadece siyasal grupları kapsayabileceği gibi çıkar gruplarını da içerebilmektedir. Sınırlı bir plüralizmden bahsedebilmek için devlet tarafından oluşturulmamış, ona bağlı olmayan ve siyasal görüşü bir şekilde etkileyen grupların bulunması gerekmektedir. Bunun yanısıra bu rejimlerin bazılarında resmi olarak tek parti bulunmakta ya da bir partiye rejim ayrıcalık tanımaktadır (Linz, 2008: 139-140). Otoriter rejimin tanımında ideoloji teriminden ziyade zihniyet terimi kullanılmaktadır. İdeolojiler, aydınlar ve düşünürler tarafından çoğu zaman yazılı olmak üzere fikrȋ bakımdan işlenmiş ve örgütlendirilmiş düşünce sistemleridir. Zihniyetler ise, duruma göre değişebilen, rasyonel olmaktan çok duygusal nitelik taşıyan, düşünce ve duygu biçimleridir. İdeolojilerde güçlü bir ütopyacı unsur bulunurken, zihniyetler bugünü ve geçmişi daha çok kapsamaktadır. Değişmez unsurlara dayanan, güçlü bir duygusal bağ gösteren, davranışları belirleyici gücü hayli büyük olan, kitlelerin mobilizasyonu ve manipülasyonu bakımından önem taşıyan ideolojik inanç sistemleri, totaliter rejimlerin ayırıcı özelliğidir (Linz, 2008: 140-141).

Otoriter rejimlerde bir ideolojinin bulunmaması, kitlelerin psikolojik ve duygusal yönden rejimle özdeşleşmelerini sağlamak üzere halkın mobilize edilebilme kapasitesini sınırlamaktadır. İşlenmiş bir ideolojinin, bir nihaȋ anlam duygusunun, uzun vadeli amaçların ve ideal bir toplum modelinin bulunmaması; fikirlere, anlamlara ve değerlere önem verenlerin gözünde bu rejimlerin çekiciliğini azaltmaktadır. Aydınların, öğrencilerin ve gençlerin bu tür rejimlere yabancılaşarak siyasetten uzaklaşmaları, rejimin devamının sekteye uğramasına sebebiyet vermektedir (Linz, 2008: 143).

Linz'in (2008: 211), bağımsızlık sonrası ortaya çıkan mobilizasyoncu tek parti rejimlerinin bir süre sonra mobilizasyoncu niteliğini yitirdiği yönündeki teorisi, Türk tek partisi örneği için de geçerlidir. Milli Mücadele döneminin geniş koalisyonu ve oldukça etkili kitle mobilizasyonu, savaşın kazanılmasından sonra çok daha bürokratik ağırlıklı bir tek parti yönetimine dönüşmüştür (Özbudun, 2016: 81).

Örgütsel açıdan CHP modern bir totaliter partiden ziyade eski tipte bir kadro partisine uygun düşmektedir. Milli Mücadele döneminde oluşan mobilizasyoncu özellik zamanla etkisini kaybederek halkı siyasetten uzaklaştıran ve ilgisizlik yaratan bir yöne doğru evrilmiştir. Türk tek parti rejimi köylüleri mobilize ederek halk kitlelerini

örgütlemeye çalışmamış, yerine ilgisini küçük bir Batılılaşmış elit üzerine yoğunlaştırmıştır. Parti örgütünün elit kadro partisi tipine daha uygun düştüğü görülmekte, dolayısıyla CHP'nin parti üyesi olabilmek için en az iki üyenin kefil olması şartı bu görüşü desteklemektedir. Ayrıca parti ileri gelenleri, partiye parti içi faaliyetlerde gösterdikleri başarıdan ziyade, Milli Mücadeleye erken katılmış olmalarından ya da devlet bürokrasisindeki performanslarından dolayı ön plana çıkmışlardır. Buna ek olarak, 1931 yılında Türk Ocakları yerine Halkevlerinin açılması, partinin propaganda faaliyetlerinin genişletilmesinden ziyade halkın kültür seviyesinin arttırılması amacını taşımaktadır (Özbudun, 2016: 82-83).

Bu analize göre, Türk Tek Parti sistemi Huntington'un dışlayıcı tek parti tipolojisine uygun düşmektedir. Huntington'un gözlemlerindeki gibi Türk tek parti sistemi de toplum içerisindeki bir ikilikten ortaya çıkmıştır. Bu iki güç, Batılı aydın bürokratik devlet elitlerinden oluşan kesim ile dini duyguları güçlü ve büyük ölçüde köylü kitlelerinden oluşan muhafazakȃr çoğunluktur. Tek Parti iktidarı ikinci kesimi dışlayarak rejimin ilkinin yararına işlemesini sağlamıştır. Bu durum, toplumdaki ikileşmeyi kabullenmek, partiyi kendi tabanını mobilize edici bir araç olarak kullanmaktan ziyade yenik sosyal gücün siyasal faaliyetlerini bastırmak ve onu sınırlamak anlamına gelmektedir (Huntington, 1970: 15-16).

Linz (2008: 140), otoriter rejimlerin zihniyete, totaliter rejimlerin ise ideolojilere dayandığını savunmaktadır. 1931 yılına kadar belli bir tutum ve zihniyeti savunan CHP, zaman içerisinde bu zihniyeti katı bir ideolojiye dönüştürmeye çalışmıştır. Rejimin ilk yıllarında herkesin milli seferberlik hareketi içerisinde toplama amacı, CHP'nin katı bir doktriner duruş sergilemesini engellemiştir. Dönemin fikri ilkeleri olan halkçılık ve bağımsızlık kavramlarına zaman zaman anti emperyalist ve anti kapitalist anlamlar yüklenmiştir. Ancak anti emperyalist ve anti kapitalist vurgu savaşın kazanılmasıyla önemini yitirmiş, halkçılık halk hükümeti şeklinde milli egemenliğe dayanan anlamı ile kullanılmaya başlanmıştır. 1923 tarihli CHP nizamnamesinde halkçılık kavramına kanun önünde eşitlik ve ayrıcalıkların reddi kavramları da eklenmiştir. 1931'den itibaren