• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: MODERN B R DEOLOJ OLARAK M LL YETÇ L K

2.2. Erken Cumhuriyet Döneminde Milliyetçilik

2.2.2. Cumhuriyetin lanı ve Resmi Milliyetçilik Anlayı ının ekilleni i

24 Temmuz 1923’te Türkiye’nin yeni bir devlet olarak tanınmasını sa layan, adeta yeni Türkiye’nin temellerini olu turan, Türk ulusunun iradesinin onaylandı ı ve Kurtulu Sava ı’nın gayesine ula tı ının bir belgesi niteli inde olan Lozan Anla ması imzalanmı tır (Kaymaz, 1976: 610-611). Milli mücadelenin cephede olan sava ını sonra erdiren Lozan Anla ması’nın imzalanması ile Milli Mücadele’de yeni bir a amaya geçilmi tir. Zira artık Milli Mücadele, sava meydanlarından ziyade ekonomik, kültürel ve siyasal alanlarda sürecektir. Mustafa Kemal’in henüz 9 Eylül 1922’de zmir’e girdi i gün söyledi i: “Asıl sava imdi ba lıyor” (Irmak, 1992: 13-14) deyi i bunu do rular niteliktedir. Nitekim bu söylem birçok ki iyi a ırtsa da Mustafa Kemal’in aslında bunları planladı ını ve hazırlıklı oldu unun da kanıtı olarak görülebilir (Berkes, 2006: 493). Nutuk’ta da yeralan: “Bu son sözlerimi özetlemek gerekirse, diyebilirim ki, ben

milletin vicdanında ve gelece inde hissetti im büyük geli me kabiliyetini, bir milli sır gibi vicdanımda ta ıyarak, yava yava bütün bir topluma uygulamak zorundaydım”

(Atatürk, 2005: 31-32) ifadesi yapılacak olan reformların, düzenlemelerin ve tercihlerin aslında planlandı ını ve zamanı geldikçe uygulamaya koyuldu unu gösterir niteliktedir.

Lozan sonrası verilen bu mücadelenin mihenk ta ı olarak cumhuriyetin ilanı gösterilebilir. 29 Ekim 1923’te cumhuriyetin ilanı ile birlikte gerek söylemsel, gerekse kurumsal anlamda, ideolojik bir dönü ümünden bahsetmek mümkündür. Cumhuriyetin ilanı ile çe itli tartı malarla birlikte, devletin adı “Türkiye Cumhuriyeti” olarak belirlenmi tir93. Cumhuriyetin ilanı ile birlikte Türk Devrimi (Tunaya, 2004: 189) ya da Anadolu htilali (Selek, 2010) olarak adlandırılabilecek olan yeni bir dönem ba lamı , bu dönemde yeni bir toplum düzeni kurulması ve yeni ulusun olu turulması için, kurulan ulus-devlet aracılı ıyla, Türk toplumu laik temele dayalı bir ulus toplumu olu turacak ekilde yeniden örgütlenmeye çalı ılmı tır. Radikal bir dönü ümün ya andı ı bu dönem, Milli Mücadele’nin itici güç konumundaki din vurgusunun git gide terk edilerek, milliyetçilik ve laiklik ile ikame edildi i, yeni ulus-devletin kurumsalla maya ba ladı ı bir dönem olarak görülebilir (Atabay, 2005: 123). Ku kusuz

93

Bu a amada ya anan tartı malar tezin problemati i açısından önemlidir. öyle ki; isim ve yönetim ekliyle de alakalı oldu u söylenebilecek olan “Anadolu Cumhuriyeti ve Türkiye slam Cumhuriyeti gibi isimler de önerilmi fakat hanedanlık kar ıtı, slami olmayan ve etnik imalar barındıran mülki açıdan sınırlanmı bir milliyetçili in uzantısı olarak Türkiye Cumhuriyeti ismi benimsenmi tir (Yıldız, 2009: 210).

bu kurumsalla mada ulusla tırma politikaları da yo un bir ekilde görülmektedir. Ulusla tırma politikalarında ise milli devletin, yeni vatanda larını olu turacak olan “Türk Milleti”nin olu turulmasında devlet eliyle olu turulan resmi bir milliyetçilik anlayı ının ortaya çıktı ından bahsedilebilir. Dolayısıyla resmi devlet milliyetçili i olarak da adlandırılan Kemalist milliyetçili in ba langıcı da bu döneme rastlamaktadır. Tüm bu geli meler yeni bir resmi ideolojinin olu tu unun bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Bu yeni resmi ideolojinin içinde slamcılık ve Türkçülük akımlarından farklı, yeni bir milliyetçilik anlayı ı üzerinde yükseldi i söylenebilir.

Tam bu noktada Milli Mücadele sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin, Osmanlı mparatorlu u’ndan farklı olarak milli bir devlet olma amacı ile kurumsalla tırıldı ı belirtilmelidir. Bu yüzden mparatorluktan Cumhuriyete geçi le birlikte, Pan- slamizm ve Pan-Türkizm gibi yayılmacı karakterdeki94 milliyetçilik anlayı ları reddedilirken95

94

Yayılmacı karakterdeki bu milliyetçilik anlayı larının dı ında Osmanlıcılık anlayı ından bir kopu tan bahsetmek de mümkündür. Dönemim dikkat çeken yazarlarından biri olan Peyami Safa’da bu kopu net bir ekilde gözükmektedir. Safa; “ slamlık, stanbul’dan tilaf donanmalarıyla beraber uzakla tı, Vahdettin’le beraber kaçtı ve Osmanlılık politikası, zmit’te Ali Kemal’le asıldı” derken, fikri anlamdaki bu kopu u pratikteki yansımalarıyla birlikte izah etmektedir (Lewis, 2000: 351).

95

Mustafa Kemal Atatürk’ün 1 Aralık 1921 tarihinde, “Bakanlar Kurulunun Görev ve Yetkisini Belirten Kanun Teklifi” münasebetiyle yapmı oldu u konu ma bu reddin açık bir ifadesi olarak görülebilir. Bunun dı ında yine cumhuriyetin 10. yılında nutukta da bu açık bir ekilde ifade edilmi tir. 1 Aralık 1921 Konu masında: “Efendiler! Vatanda larımızdan, dinda larımızdan, hem erilerimizden her biri kendi dima ında bir mefkure-i aliye besliyebilir, hürdür, muhtardır. Buna kimse karı amaz! Fakat Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin sabit, müspet, maddi bir siyaseti vardır: O da efendiler, Türkiye Büyük Millet Meclisi‘nin muayyen hudud-u millisi dahilinde hayatını ve istiklalini temin etme e matuftur. Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükümeti, temsil etti i millet namına çok mütevazıdır ve hayalden tamamen uzak ve tamamen hakikatperesttir. …

…Efendiler; bu noktada mütalaamı ikmal için derim ki; büyük hayaller pe inden ko an, yapamıyaca ımız eyleri yapar gibi görünen sahtekar insanlardan de iliz. Efendiler; büyük ve hayali eyleri yapmadan yapmı gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın husumetini, garazını, kinini bu memleketin ve bu milletin üzerine celbettik. Biz Panislamizm yapmadık. Belki yapıyoruz, yapaca ız dedik. Dü manlar da yaptırmamak için bir an evvel öldürelim! dediler. Panturanizm yapmadık! Yaparız, yapıyoruz dedik, yapaca ız dedik ve yine öldürelim dediler! Bütün dava bundan ibarettir. Efendiler, bütün cihana havf ve tela veren mefhum bundan ibarettir. Biz böyle yapmadı ımız ve yapamadı ımız mefhumlar üzerinde ko arak dü manlarımızın adedini ve üzerimize olan tazyikatı tezyidetmekten ise haddi tabiiye, haddi me rua rücu edelim. Haddimizi bilelim. Binaenaleyh Efendiler, biz hayat ve istiklal isteyen milletiz. Ve yalnız ve ancak bunun için hayatımızı ibzal ederiz” demi tir (Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Ara tırma Merkezi, 2006: 214-215).

Nutukta ise; “Pan-islamizm, pan-turanizm politikasının ba arılı oldu una ve dünyayı uygulama alanı yapabildi ine tarihte rastlanamayacaktır. Irk farkı gözetmeksizin, bütün insanları kapsayan, bir tek dünya devleti kurmak hırslarının sonuçları da tarihte yazılıdır. Yayılmacı olmak hevesleri, konumuzun dı ındadır.

nsanlara her türlü özel duygu ve ba lılıklarını unutturup, onları tam karde lik ve tam e itlik içinde birle tirerek, insani bir devlet kurmak kuramının da kendine özgü ko ulları vardır.

Bizim aydınlık ve uygulanabilir gördü ümüz siyasi yöntem, ulusal siyasettir. Dünyanın bugünkü genel ko ulları ve yüzyılların kafalarda ve karakterlerde yerle tirdi i gerçekler kar ısında hayalci olmak kadar büyük yanılgı olamaz. Tarihin dedi i budur, bilim, akıl, mantık da böyle söyler.

Misak-ı Milli ile teyit edilen sınırlar, içerisinde milli bir devlet kurmanın temel amaç oldu u tespitinin yapılabilmesi mümkündür (Yıldız, 2004: 100-101). Ku kusuz bu temel amacın gerçekle tirilmesinde, vatanda lık esasına dayalı, teritoryal bir milliyetçilik anlayı ının önemli rol oynadı ı söylenebilir96. Milliyetçili in, devletin temel ilkelerinden biri olarak tanımlanması, bunun bir kanıtı olarak sunulabilir. Nitekim bu tanımlama ile Osmanlı kurumsal yapısı ve çokuluslu bünyeden kopu un açık bir biçimde görüldü ü de söylenebilir. Aynı zamanda dikkat edilirse tüm bu tespitler yeni resmi ideolojinin kaynakları arasında yer alan milliyetçili in de ana unsurlarıdır.

Osmanlı’nın son dönemlerinden Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar, gerek slamcılık gerekse Türkçülük, teritoryal esasa dayanmayan milliyetçilik türleri olarak kendilerini göstermi lerdir. Fakat Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte kısmen Osmanlı’daki milliyetçilik türlerinden etkilenen ama daha ziyade onları ele tiren yeni bir milliyetçilik anlayı ının, devlet eliyle ekillendirilmeye ba ladı ı da söylenebilir. Nitekim o dönemlerde henüz kendilerini bir ülkenin (Türkiye’nin) halkı olarak tanımlamayı dü ünmeyen Müslüman Türkler, kendilerini daha çok gerek dinen gerek ise hukuken “Müslüman”, etnik anlamda ise dil ile gerçek veya hayali soy bakımından “Türk” olarak sınıflandırmaktadır. Kemalist devrim ile birlikte geli en veya de i en yeni milliyetçilik anlayı ının Türkiye’de ilk kez Türk ulusuna dayanan teritoryal bir ulus-devleti öngörmekte oldu u söylenebilir (Lewis, 2000: 42). Zira devrim sırasında etnik bir millet olu turmak için yetersiz olan millet bilincinin, bir anlamda bu tercihi zorunlu kıldı ı da ortadadır. Bundan dolayı etnik aidiyet yerine siyasal haklara odaklanmanın hem devrimin hem de resmi ideolojiyi besleyen milliyetçilik yakla ımının can alıcı noktasını olu turdu u iddia edilebilir.

Milletimizin, güçlü, mutlu ve kararlı bir düzen içinde ya ayabilmesi için, devletin tümüyle ulusal bir siyaset izlemesi ve bu siyasetin, iç örgütümüzle tam uygunluk halinde olması ve buna dayanması gerekir. Milli siyaset dedi im zaman, anlatmak istedi im, udur: ulusal sınırlarımız içinde, her eyden evvel kendi kuvvetimize dayanarak varlı ımızı koruyarak millet ve memleketin gerçek mutluluk ve bayındırlı ına çalı mak.. Geli igüzel uzun emeller ardında milleti u ra tırmamak ve zarara sokmamak.. Uygar dünyadan, uygarca ve insanca davranı lar ve kar ılıklı dostluk beklemektir.” Sözleri bu konudaki tavrını net bir ekilde ortaya koymaktadır (Atatürk, 2005: 341).

96

Yine Nutukta, hilafet konusunda halkın üphe ve endi esini gidermek için yaptı ı bir konu mada Atatürk yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin bir anlamda sınırlarını belirlerken di er yandan da yayılmacı milliyetçili i reddetmektedir. Bu konu mada “Yeni Türkiye’nin Yeni Türkiye Halkının, artık kendi varlık ve mutlulu undan ba ka dü ünecek bir eyi yoktur” demektedir (Atatürk, 2005: 527). Buna ek olarak Halk Fırkası’nın 1923 tarihli tüzü ünün üçüncü maddesinde “Her Türk ve Türk milliyetini ve kültürünü kabul eden her yabancı halk fırkasına girebilir” denilmektedir. Burada da vatanda lık esasının ve teritoryal milliyetçili in izlerini görebilmek mümkündür.

Devlet eliyle yürütülen bu milliyetçilik anlayı ı çerçevesinde, laiklik de temel bir önem arz etmektedir. Rousseau gibi aydınlanmacı dü ünürlerin tesiriyle, Batı’da 19. yy.’da ekillenen milliyetçili in ruhuna paralel olarak, Türkiye’de benimsenen milliyetçilik anlayı ı da miras alınan teokratik düzen yerine, sembolik de olsa, demokratik bir devlet düzenini öngörmektedir. Bu ba lamda “Kemalist” aydınların olu turdu u bir modernle me hareketi ile toplumun yeniden in a edildi i bu dönemde, “din” sosyopolitik alandan çıkarılarak yerine “din gibi algılanan bir milliyetçilik97” yerle tirilmeye çalı ılmı tır (Ahmad, 2006: 109; Yıldız, 2009: 221). Bu çerçevede Mustafa Kemal devrim ve inkılaplar aracılı ı ile toplum düzenini dinsel hukuktan kurtarmaya çalı maktadır. Bu dönemde din alanında yapılan çe itli düzenlemeler ve milliyetçi ideolojinin, dinin toplum içinde örgütlendi i kurumları yok etmesinin örnekleri olarak ise 1924’te Hilafetin kaldırılması, Tevhid-i Tedrisat kanununun çıkarılması, 1925’te ise tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması, gibi geli meler gösterilebilir.

Kemalist modernle me Osmanlı’nın, devleti kurtarma amacı ile toplumsal hayata pek de yansımayan ve yalnızca devlet kurumları ve elitlerle sınırlı kaldı ı söylenebilecek olan, modernle mesinden farklıla arak toplumu dizayn etmeye yönelik adeta “topyekün bir modernle me98” hamlesi olarak da özetlenebilir. Bu modernle menin amacının “muasır medeniyetler seviyesine ula acak ve hatta onu a acak” seküler bir millete ve siyasal me ruiyete dayalı olan milli bir devlet yaratmak oldu u söylenebilir (Yıldız, 2009: 210).

Bunun ba arılabilmesi ise o güne kadar Osmanlı’dan kalan miras çerçevesinde, milliyetçi duygulardan yoksun dini aidiyetlere sahip bir topluma, millet olma bilincinin verilebilmesi ile yakından alakalıdır. Yani bir anlamda ulus in a sürecinin ba latılmasıyla gerçekli e kavu abilecek olan bu hayal, ancak o dönemki toplumun büyük bir bölümünü olu turan, geleneklerine ve dinlerine ba lı; fakat milliyetçilik duyguları “zayıf” olan halkın “bilinçlendirilmesiyle”-“ulusla tırılmasıyla”

97

Din gibi algılanan milliyetçilik veya din olarak milliyetçilikle ilgili detaylı bilgi için Bkz.: (Zawadzki, 2010: 229-244; Hayes, 2010; Smith, 2000: 791-814)

98

Kemalist milliyetçili in Osmanlı üst kültürünü ret üzerine kuruldu u, “çevrenin” kültürünü kullanarak milli bir kültür in a etmeye kar ı mesafeli duruldu u ve hem üst hem alt kültür çe itlerinde özgün bir ulusal kimli in ise “ça dı ı” olarak görülmesinden dolayı modernle me tercihinin “topyekun bir modernle meden” yana yapıldı ı söylenebilir (Akman, 2002: 86). Bu tercih ve gerekçelerinin milli kimlik in asında da yansımalarının oldu u söylenebilir. Nitekim Türkiye Cumhuriyet’i in a etmeye çalı tı ı kimli in ötekisi olarak Osmanlı geçmi ini belirlemektedir (Bora, 1997: 58).

gerçekle tirilebilecektir (Oran, 1988: 47). Ulus in a süreci olarak adlandırılabilecek olan halkın bilinçlendirilmesi, siyasal ve kültürel yeni bir kimlik a ılanması faaliyetinde ise milli tarih ve milli e itim önemli rol oynayacaktır. Ulusa dayalı toplumu yaratmak ve milli kimli i kurgulamak için dil ve tarihe büyük önem veren milliyetçi ideoloji bu ba lamda araçsal çe itli kurum ve kuramlarla halka millet olma bilincini vermeye çalı mı tır. 1930 yılında kurulan Türk Tarihi Tetkik Encümeni, 1931 yılında kurulan Türk Dil Tetkik Cemiyeti bunun örnekleri olarak verilebilir. Bu kurumların dönemin pragmatik ihtiyaçlarını kar ılama noktasında önemli oldukları söylenebilir. Zira yeni ulusal bir gelecek tasavvuru olan Türkiye Cumhuriyeti kurucularının bunun için anlı bir tarihi ve yeni bir geçmi i de yazmak zorunda oldukları ortadadır99. Söz gelimi Türk Tarih Tezi, Güne Dil Teorsi, Mu kıtası efsanesi ulus in a sürecinde bahsi geçen kurumlar tarafından ortaya atılan kuramlar olarak bu zorunlulu un örnekleridir.

Bahsi geçen zorunlulu un üç temel boyutundan bahsedilebilir. Bunlardan ilk ikisi milliyetçi ideolojinin temel dayana ını olu turan “üstünlük iddiası” ile yakından alakalıdır. Zira “üstün Türk ırkı iddiasının100” hem içeride hem de dı arıda faydası olaca ı a ikardır. Zorunlulu un temel boyutlarından ilki ve dı boyut olarak görülebilecek olanı, Batı’nın o güne kadar “barbar” olarak gördü ü ve medeniyete hizmet etmemi bir Türk algısının reddiyesidir (Durgun, 2012: 637). Türk Tarih Tezine göre: Türkler beyaz ırka mensup, medeniyeti Avrupa’ya ta ıyan, Orta Asyalı atalarının torunları olan ve uygarlı a önemli katkıları olan bir kavimdir. Güne Dil Teorisi’nde ise

99

Cumhuriyet’in kurulu undan sonra Osmanlı ve slam’ın ötekile tirilmesini içeren yeni bir kimli e yönelik yapılan reformlar tarihsel süreklili i yok etmi kolektif biz duygusunu sa layabilecek olan ortak ya anmı lıklar ve geçmi te bir kopukluk yaratmı tır. Dolayısıyla kurgulanan yeni kimlik ve ulusa bir arada ya ama arzu, inanç istek ve ihtiyacını verebilecek olan yeni bir tarih ve ortak geçmi yazımının mecburi oldu u söylenebilir. Hatırlanaca ı üzere Renan’ın millet tanımında da millet ortak hatıralar oldu u kadar ortak unutulmu luklar üzerine de kurulabilir. Nitekim Türkiye Cumhuriyet’inde Osmanlı ve

slam’ın ortak unutulmu luk çerçevesinde de erlendirilebilmesi mümkündür.

100

1920-1930’larda “ırk” kavramının tüm dünyada oldu u gibi Türkiye’de de milli birli in kurgulanması ve milli birli in muhafazası için önemli bir rol oynamakta oldu undan bahsedilebilir. Fakat buradaki ırk kavramı, millet ile e de er olan ve içinde etnik bir aidiyet barındırmayan bir kavram olarak görülmelidir. Nitekim 1937’de Türk ırkının antropolojik özelliklerinin tespiti için 64.000 kadın ve erkek üzerinde yapılan büyük çaplı antropolojik anket uygulamasında da (kafatası ölçümleri) hatırı sayılır miktarda Ermeni Rum ve Kürt Bulunmaktadır. çinde Ermeni Rum ve Kürtlerin de bulundu u bu anket sonucunda ise ortalama Türk tarifinin yapılması o dönemki ırk algısının/kavramının teritoryal bir karakterde ülke içinde ya ayanlar-halk anlamında kullanıldı ının da bir göstergesi olabilir (Durgun, 2012: 649). Zira bu anket çalı masının ba ında olan Eugene Pittard’a göre de ırk, etnik olmaktan ziyade antropolojik bir olgudur. Bu anlamıyla Anadolu’da ya ayan bir Brakisefal Kürt ya da Laz, Dolikosefal bir Türk’e göre devlet katında daha “mütekamil”dir. Pittard’ın bu görü lerine göre Anadolu’da ya ayan Türk, Kürt, Laz, Ermeni, Rum farklı inanç ve dillere sahip olsalar da ırkları aynıdır ve bunlar Türk’tür (Toprak, 2012: 173).

Türkçe merkezi bir konuma yerle tirilerek bütün dillerin kayna ı ve çıkı noktası olarak görülmektedir. Bu sayede Avrupa’daki Türk algısının de i tirilmesi öngörülmü , Avrupa merkezli tarih anlayı ı ele tirilmi tir (Kansu, 1932: 277; Aydın, 2009: 353; Toprak, 2012: 182).

kinci olarak zorunlulu un iç boyutunda ise; o güne kadar saray çevrelerinde-bürokraside kimi kez a a ılama amacı ile de kullanılan, milli bir kimli in adı olmaktan son derece uzak olan, “Türklük” ba lamında halkta milli bir bilincin olu turulmasının sa lanması yer almaktadır. Tarihte büyük i ler yapmı bir medeniyetin parçası olmak ve o ataların torunları oldu u varsayımı ku kusuz bu bilincin olu turulmasında son derece faydalı olacaktır. Bu sayede, da ılan ve trajedik bir biçimde çöken bir imparatorlu un bakiyesi olan halktaki travmanın, yeni bir geçmi le a ılabilece i dü ünülmü olabilir.

Zorunlulu un bir di er gerekçesi olarak mekanın anlamlandırılması ve tarihlendirilmesi sorunundan bahsedilebilir. Cumhuriyetle birlikte vatan olarak belirlenen Anadolu, ço unlukla Türk kültürüne ait olmayan kalıntılarla doludur. Bu da mekanın ulusçu anlamda tarihlendirilmesi ve manevi de erlerle yüklü vatan olarak tanımlanması noktasında sıkıntılara yol açmaktadır. Çünkü Türk- slam kültürüne ait olmayan kalıntılarla dolu olan Anadolu’da ulusa dayalı bir devletin kurulmasında, mevcut tarih anlayı ının yetersiz kalmakta oldu u da ifade edilebilir (Durgun, 2013: 467). Bir di er ifade ile uzak ata ba lantısının Anadolu’ya ba lanması gereklili i Anadolu’nun tarihin her devrinde Türk oldu unu ortaya koyacak, bu sayede içeride milliyetçilik duyguları güçlendirilirken dı arıda ise toprak taleplerinin önüne geçilebilecektir (Copeaux, 2006: 49-50). Millet ve devlet algısında bir dönü ümü içeren milli tarih yazımı ve milli e itimin bu noktada önemi ortaya çıkmaktadır. Anakronizme dü meden bu olaylar de erlendirildi inde, ulus in a sürecindeki yeni bir devletin, Avrupa merkezli tarih anlayı ına kar ın, ulus-devletin siyasal in ası noktasında büyük önem ihtiva eden, milli-resmi tarih yazımı giri imi de anla ılabilir olmaktadır.

Din, tarih, dil ve kültürle paralel olarak dönemin bilimsel bakı açısında da çe itli de i iklikler ve hatta kopu lar ya andı ı söylenebilir (Aydın, 2009: 348). Cumhuriyetin ilk yıllarında pozitivist bir bakı açısıyla Osmanlı’daki “uhrevi” bilim terk edilerek bunun “dünyevile tirilmesi” söz konusudur. Günün artlarında Batı’da bilimsel alanda hakim olan sosyolojinin bir anlamda Cumhuriyet’in kurucu kadroları için de bilimsel

omurgayı olu turmakta oldu u söylenebilir101. Fakat 1930’lara gelindi inde sosyolojinin Avrupa’nın sorunlarına çare bulamayı ı Türkiye’de de gücünü kaybederek dünyayla paralel olarak yerini antropolojiye bırakmasına yol açmı tır. Cumhuriyetin ulus in a sürecinde ya anan bu paradigma de i iminin beraberinde iki farklı ulus in asını ortaya çıkardı ı söylenebilir. Nitekim bunlardan ilki ve sosyolojik tabanlı olanı bir ulusu yoktan yaratırken, antropolojik olanı ise ulusu geçmi in derinliklerinde ırksal bir kökende aramaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nde özellikle 1930 sonrasındaki daha önce de bahsedilen Türk Tarih Tezi, Güne Dil Teorisi, antropolojik ve arkeolojik çalı maların Mustafa Kemal önderli inde veya daha do ru bir ifade ile yönlendirilmesiyle ba laması de i en paradigma, bilimsel dönü üm ve de i en ulus in ası mantı ını gösterir nitelikteki örnekler olarak sunulabilir (Toprak, 2012: 72; Durgun, 2012: 637).

Dönemin Uluslararası konjonktürü ve siyasal iklimi incelendi inde, I. Dünya Sava ı’ndan galip olarak çıkmasına ra men Batı demokrasisinin model ülkeleri olan Fransa ve ngiltere’nin toparlanamaması, 1930’lara gelindi inde olumsuz bir etki yaratmı tır. 1922’de Mussolini’nin talya’da, 1933’te Hitlerin Almanya’da iktidara gelmesi, otoriter ve totaliter yönü a ır basan rejimlerin ilk sinyallerini vermektedir. Özellikle 1929 Büyük Buhran’dan sonra, gerek demokrasi gerek ise kapitalizmin sava öncesindeki popülerli inden oldukça uzakta oldu u tespiti yapılabilir. 1928’de Arnavutluk, 1929 da Yugoslavya, 1935’te Romanya, Bulgaristan ve Yunanistan’da demokrasilerin çökü ü, kaybedilen bu popülaritenin örnekleri olarak sunulabilir. Nitekim Kıta Avrupa’sında ya anan bu geli melerin izlerinin 1930 sonrası Türkiyesi’nde de görülebilmesi mümkündür. Modernite için kestirme bir yol aranması çabası sonucunda, otoriter bir sisteme yöneli , bunun yolu olarak görülmektedir. Devlet otoritesinin giderek geli ti i bu dönem ve ortamda, yapılan i ler artan bir ekilde ulusal

101

Auguste Comte (1798-1857, Fransız) ve Emile Durkheim (1858-1917, Fransız) fikirleri ile jön Türkler üzerinde etkili oldu u söylenebilecek olan sosyologlardır. Yine bu ekolden gelen ve bunların fikirlerinden etkilenerek adeta onların temsilcili ini yapan Ziya Gökalp ise Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadroları ve Mustafa Kemal’in fikir dünyasında etkili oldu u söylenebilecek olan bir dü ünürdür. Sosyoloji biliminin Batı’daki bu hakim konumu 1930’lara gelindi inde dünya sava ı ile ba layan büyük buhranla devam eden süreçte, sorunlara çare bulamayı ından dolayı oldukça sarsılmı ve sosyoloji bilim alanında gerilemeye ba lamı tır. Türkiye’de de Ziya Gökalp’in ölümüyle birlikte sosyoloji etkisini yitirmeye