• Sonuç bulunamadı

Atilla Dorsay ile “Yeşilçam Dedikleri Türkiye” Polemiği

1.2.2. İdeolojik Tutumu 1. Bir Ütopyaya İman

1.2.3.1. Davalar 1. TKP Davası

1.2.3.2.3. Atilla Dorsay ile “Yeşilçam Dedikleri Türkiye” Polemiği

Vedat Türkali’nin polemik yaşadığı isimlerden biri de Cumhuriyet gazetesi sinema yazarlarından olan Atilla Dorsay’dır. Vedat Türkali 1987 yılında Avrupa’da bazı etkinliklere katılmak üzere yurt dışına çıkar. Cumhuriyet gazetesinde 17 Temmuz 1987’de Atilla Dorsay’ın “Romancının Özgürlüğünün Getirdiği Ahlaksal Sorunlar” başlıklı yazısı yayınlanır. Yazı, Yeşilçam Dedikleri Türkiye romanıyla alâkalıdır ve Vedat Türkali bu yazıdan Almanya’dayken haberdar olur.

Atilla Dorsay, söz konusu yazısında romanı gecikmeli olarak alıp okuduğunu ifade ettikten sonra şu sözlere yer verir:

“Türkali’nin o bilinen anlatım ustalığına, kişilerini kanlı canlı kılma özelliğine, bireysel öyküleri ülkenin en zor, en belalı dönemlerinin fonuna (Bir Gün Tek Başına’da 27 Mayıs öncesi, Mavi Karanlık’ta 12 Mart sonrası) yerleştirme becerisine yeni bir örnekti bu kitap da… Amacım kuşkusuz alanımı (ve haddimi) aşıp bir roman eleştirisine girişmek değil. Ancak, Yeşilçam Dedikleri Türkiye’de özellikle ilk yarıda bana ilginç gözüken, keyif veren şeylerin, belli bir yerden sonra, tam tersine tedirginlik verici boyutlara ulaştığını fark ettim. Ve bu tedirginlik, romanı bitirirken de, onu izleyen günlerde de beni bırakmadı. Bu yazı, bu tedirginliği ortaya dökmek ve yanıtlar aramak gereksiniminden doğdu.”

Yeşilçam Dedikleri Türkiye, 1960’lardan itibaren Türk sinemasında yaşananları merkeze

alan, sanat-siyaset-ekonomi çevrelerinde yaşanan ilişkileri irdeleyen bir roman ve Dorsay’ın da yazısında işaret ettiği üzere yazarının biyografisindeki hakikatlerden yola çıkılarak örülmüş bir eserdir. Vedat Türkali, Yılmaz Güney, Ertem Göreç, Sinematek ilişkileri gerçek ve kurgu dünyasındaki halleriyle ilgili kısımları keyifle okuduğunu belirten Dorsay, kendisini rahatsız eden kısımlar bahsine şöyle başlamıştır: “Sonra işler biraz karışıyor. İlaç holdingi sahibi sanatsever bir zengin gözetiminde bir Sinema Derneği kuruluyor. Batı filmlerini, yabancı başyapıtları gösterip yeni kuşakları eğitiyor,

152

bu arada da Yeşilçam’la arası iyiden iyiye açılıyor. Böylece 1965-66’lara, o dönemin ünlü tartışma ortamına geliyorsunuz. Refik ilk birkaç filmini yapıyor. Şahin Doğu bir türlü silah ve feodal davranış tutkularını aşıp “iyi” bir şeyler yapmaya geçemiyor. Ama birden ilk şokunuzu yaşıyorsunuz: Vedat Türkali sinemamızı saran “porno filmler” akımından söz etmeye başlıyor. Bu akım 1974-75’lerde ortaya çıkmamış mıydı? Yazar o arada İsmet Paşa’nın ölmüş olduğundan söz ederek sizleri doğruluyor (Aralık 1973). Ama o ne? Birden “sinemacılar yürüyüşü”nden söz ediyor (Kasım 1977), hatta bir ara Maraş olayları söz konusu oluyor (Aralık 1978). Ve sonlara doğru Şahin Doğu kendisini tahrik eden bir devlet görevlisini öldürerek elini kana buluyor (Yılmaz Güney Olayı:1974). Böylece, 1960lardan başlayan, bu hoplama zıplamalarla 1970 sonlarına dek gelip dayanıyor. Üstelik bunca bilinen olaylar dizisinde ilkel bir kronolojik sıraya bile uyulmaksızın…” Bu sözlerinden sonra romancının yaratımında özgür olduğunu ama bu özgürlüğün sonsuz olmadığını imayla vurgular. Her ne kadar yazılan bir tarih kitabı değil, bir roman ise de yazarın yine de toplumsal olayları aktarırken, işlerken kronolojik sırayı takip etmesi gerektiğini dile getirdikten sonra “Türk toplumunun son çeyrek yüzyılını böylesine yakından etkilemiş olayları, hem de adlarını vererek, somut biçimde roman malzemesi olarak kullanan bir yazar, daha dikkatli, özenli olmak zorunda değil midir? Eğer roman gerçekten bunca yıla yayılıyorsa, bunu okura duyuramamak, geçen zaman duygusunu verememek de, başka yönden bir eksiklik sayılmaz mı?” sorularını sorarak romanda gördüğü aksamaları işaret eder. Yazının devamında Yılmaz Güney’i temsilen oluşturulan Şahin karakterinin yaptıklarının sadece bir bölümünü aktarmakla yetinip, sinemasal yönü üzerinde durmadığını, bunun “romancı özgürlüğü gerekçesiyle mazur” görülemeyeceğini soru şeklinde (“görülebilir mi?”) diler getirdikten sonra bir başka itirazına geçer. “ Daha da önemlisi: Vedat Türkali, romanının birçok yerinde, yine toplumumuz açısından önemli kimi kurum ve kişilere eleştiriler, hem de çok ağır eleştiriler yöneltiyor. Bunların arasında, adları açıkça verilmemekle birlikte, belirgin olarak Cumhuriyet gazetesi ve onun başyazarı, Eczacıbaşı kardeşler ve sahip oldukları ilaç sanayi, Sinematek Derneği, bu derneğin bir zamanlarki yöneticisi Onat Kutlar vb. kişi kurumlar var. Bu kişi kurumların eleştiriden uzak olduklarını, eleştirilemeyeceklerini söylemek istemiyorum elbette… Ama bu tür eleştiriler, ciddi ve açık biçimde, örneğin bir anılar toplamında, gerekirse belgeleriyle yapılmalı. “Romancı özgürlüğü” görünümü altında her türlü sorumluluktan da kaçarak

153

böylesine ağır eleştiriler getirmek, en azından “dürüst” bir davranış mı? Savunulabilir mi?”

Yazının son paragrafında ise romanın gündeme getirdiği bazı ahlaki sorular olduğunu ve kendisinin bunları dile getirdiğini söyleyerek yazısına şu cümleyle son verir: “Bakalım, yanıtları bir yerlerden gelecek mi?”289 Böylece Türkali’den cevap beklendiği de ima edilmiş olur.

Vedat Türkali, Savunmalar isimli kitabının başında konuyla ilgili bahiste çevresindekilerin yanıt yazması için kendisinden beklenti içinde olduklarını ve onların bu talep ve beklentilerine binaen henüz Zürih’te kaleme aldığı yazıyı Cumhuriyet gazetesine yolladığını ancak çeşitli gerekçelerle uzun süre yazının yayınlanmadığını, ısrarları sonucu yayınlatabildiğini belirtir.290

Türkali’nin yanıtı dört maddeden oluşmaktadır. 1.maddede kendisi için Dorsay’ın kullandığı ”sinemaya bulaşan aydın tipi” tabirine karşı çıkarak “Sinemaya “bulaşmadım.” Ama ara sıra bana böyle “bulaşanlar” olmuştur. Yazıda karşılaştığımız ilk ahlaksal sorun da bu oluyor galiba!” ifadesiyle “bulaşmak” tabirinden duyduğu rahatsızlığı dile getirdikten sonra Yılmaz Güney’in sinema çalışmalarına yeterince yer vermemesine temas eder ve onun sorusuna Otobüs Yolcuları, Kızgın Delikanlı,

Karanlıkta Uyananlar gibi filmlerin yönetmenliğini yapmış Ertem Göreç’e, “sinemaya

iyi kötü emeği geçmiş bir Vedat Türkali’ye romanda bu yanlarıyla yer verilmemesini” sorgulamamasının da “eleştirmen özgürlüğü mazur görülemeyeceğini” soru ifadesiyle ifade eder. “Yeşilçam Dedikleri Türkiye ne Yılmaz Güney’in ne de tanıyla ortaya çıkarılabilecek şunun ya da bunun romanı değildir. Yeşilçam’ın romanı da değildir. Yeşilçam Dedikleri Türkiye’nin romanıdır. Şunu da ekleyeyim. Sağ olsaydı Yılmaz, Atilla Dorsay’ın Vedat Türkali’ye karşı kendisini savunmasına o güzelim gülüşüyle ne gülerdi kimbilir?” Eczacıbaşı, Cumhuriyet, Sinematek Derneği ve Onat Kutlar iddiası için de “Bir sanat yapıtında bilinen kişilere yer verilmesi, bütün dünya yazınında çağlar boyunca görülegelmiş bir olgudur. Hepsi bir yana hiç değilse sinemada “Yurttaş Kane” olayını bilirsin. Orson Welles, ünlü yapıtında açık açık basın tröstü kralı Hearst’ü anlatır” diyerek, kendisinin eserinden hareketle yorum yapılarak bazı kişi ve

289 Atilla Dorsay, “Romancının Özgürlüğünün Ahlaksal Sorunları”, Savunmalar, Cem Yay., 1989, İstanbul,s.32-35.

154

kurumların kastedildiğinin söylenmesi ya da bunların sanat eserlerine konu olmasının bilinen bir şey olduğunu ve kendisinin de bu şeyi uyguladığı yorumuna ulaşmak mümkündür.

Atilla Dorsay’ın yazısındaki itirazlara 2. numaralı, romandaki kronolojik akışa uyulmaması ya da zamandizinsel akışın kırılmasının sanatçılar tarafından gerek görüldüğünde başvurulan bir yol olduğunu ve bunun bir kusur değil, romanda “olayların zaman sırası değil, öz ilişkileri öne alınmıştır. Bu yolla doğruyu çarpıtmak, bir yanlışa varmak da düşünülmemiştir.”291, der.

Adı anılan gazete ve gazetenin başyazarının geçmişteki faaliyetlerine saygı duymadığını, ama bugünkü (1980’leri kastediyor) tavrına saygısının olduğunu, gazeteyle karşı karşıya gelmemek için de Sami Karaören ile olan polemiğini mahkeme salonlarına taşımadığını, kitabının baskısına koymaya ertelediğini ifade eder, 3. maddede.

Eczacıbaşı Holding ile ilgili kısım 4. maddede izah ediliyor: “Adını ettiğin holdinge gelince, iş iyice değişiyor. Ülkeyi yağmalayan, yağmalatan tekellerden hiçbirine karşı sorumluluk bağım yok! Ne kadar sanatsever-sporsever görünümde olurlarsa olsunlar!” Sanatsever olan ya da çeşitli burslar, sponsorluklar üstlenenlerin bu yanına bakmakla yetinilse Fullbright, Ford, Rockefeller, Shell gibi firmaların hayli fazla öne çıktıklarını ama bunun onların gerçeğini örtemeyeceğini dile getirir. Yazısının sonunda kendisinin romanında dürüstçe Türkiye’nin sorunlarını dile getirdiğini söyleyen Türkali, “Romancı özgürlüğü görünümü altında” hiçbir sorumluluktan da kaçmayarak. Senin biçeminle sorayım ben de: Eleştiri adı altında –diyelim romandaki savların yanlışlığı kanıtlanıp gösterileceğine- böylesine saldırgan suçlamalara kalkışmak “En azından terbiyeli bir davranış sayılabilir mi?” Hele bu işin nasıl yapılacağı konusunda akıl vermeye kalkmak, gülünç biçimde haddini aşmak olmuyor mu? Katıldığım tek savın bu konunun ahlaksal bir soruna dönüştüğü!.. Yılmaz Güney resmini basıp altına, sevenlerini kışkırtıcı biçimde yazılar dizmek, ahlaksal bir sorundur! Ama asıl önemlisi, özgürlüğü dilinden düşürmeyip bir yerine dokundu mu sınırlarını tartışmaya getirmek gerçekten ahlaksal sorundur. Ne çekiyorsak bu ikiyüzlülükten çekiyoruz.” 292

291 Türkali, Savunmalar, s.37.

155

Vedat Türkali’nin bu yanıtından sonra Atilla Dorsay 16 Ekim 1987’de Cumhuriyet gazetesindeki “Vedat Türkali’nin Yanıtına Yanıt” isimli yazısında Vedat Türkali’nin yaşlandıkça yumuşamak, hoşgörülü olmak yerine daha da sertleştiğini ifade eder ve Nijad Özön ile tartışmalarını hatırlatarak, onun polemik yazılarının “ağır” olduğunu belirtir. Ancak Türkali’nin yanıtının kendisinin yazısında ifade ettiği romanla kuşkularını gideremediğini belirtir. Zamansal işleyişteki “kusur”un da Vedat Türkali tarafından kabul edildiğini, ayrıca tanınan bilinen kişi ve kurumların “ağır yaylım ateşine tutmak da Türkali ne derse desin, bana hiç de savunulacak bir yöntem gibi gelmiyor. Filanca başyazarla, falanca holdingle ilgili, kimi yakışıksız dedikodular düzeyinde bir dizi olayı roman dokusuna yerleştirmek kolay…Ama bu arada bu kişiler, ayrıca Yılmaz Güney, Ertem Göreç, Onat Kutlar, Türkali’nin kendisi gibi diğerleri, yarım yamalak değinmelerle birer karikatür düzeyine indirgenmişler.” Dorsay’a göre Türkali yazısında Sinematek Derneğine ve derneğin çalışanlarına da hakaret etmiştir. Neden? Çünkü: “Tek önemli olan Türkali’nin romanı… Olur mu böyle şey? Olup olmayacağını, benden çok, elbette roman denen olguyla çok daha içli-dışlı olan kişilerin, diğer bir deyişle, edebiyat eleştirmenlerinin yargılaması gerek.” Ancak, “birilerinin dediğine göre”, “Fethi Naci, Atilla Özkırımlı gibi kimi edebiyat eleştirmenleri öylesine Vedat Türkali’den bezmişler ki sırf ona bulaşmamak için onun kitaplarını eleştirmezlermiş… Buyurun bakalım! Eleştirmenleri terörize ederek kitaplarını “eleştiriden masun” kılmak da acaba çağdaş sanatçı yöntemlerimizden biri midir?”, diyerek söylentiden hareketle Vedat Türkali’nin, “eleştirmenleri terörize ettiğini” söylemektedir.

Görünürde kimse “Yeşimçam Dedikleri Türkiye” romanına “bulaşmadığı” için kendisinin “bulaştığını” ve bunu Yılmaz Güney’i savunmak adına yapmadığını, ayrıca

Cumhuriyet gazetesi ya da Eczacıbaşı gibi kurumları savunmak adına hareket

etmediğini söylemektedir. Atilla Dorsay yazısının sonunda kendi “aklının, vicdanının gereği olarak” yazıyı yazdığını söyler ve yazısını “Ola ki böyle bir “dürüstlüğü” de Vedat Türkali’ni kafası almıyordur. O, kendi bileceği iş…” cümleleriyle sonlandırıyor.293

Vedat Türkali, Atilla Dorsay ile yaşadığı polemiğin metinlerini Savunmalar isimli kitabında yayınlar. Böylece hem bu tartışmada kendi argümanlarına olan güvenini

156

gösterdiğini hem de bu güvenin tesiriyle, tartışmanın gazete sayfalarında kaybolup gitmesini istemediğini söylemek mümkündür.