• Sonuç bulunamadı

BULGULAR VE YORUMLAR

4.6. XIII. YÜZYILDA ANADOLU’DA SOSYÂL VE KÜLTÜREL DURUM

4.7.2. Yunus Emre Hayâtı

Yunus Emre’nin 1238 ile 1320’li yıllar arasında yaşadığı tahmin edilmektedir. O, Türk tarihinin bir anlamda yıkılış, bir anlamda kuruluş çağında yaşamıştır. Yunus, Türkistan’da Ahmet Yesevî ile başlayan Anadolu’da Hacı Bektâş-ı Velî, Mevlânâ ve Ahi Evran gibi mutasavvBektâş-ıflarla devam eden tasavvufu benimseyen kalabalık bir grubun içinde yer almıştır (Günay-Horata, 2004: 25). Yunus Emre’nin yaşadığı XIII. yüzyıl ile XIV. yüzyılın ilk çeyreği, Anadolu’da siyâsî ve sosyal hayâtın en karmâşık ve en çalkantılı devrini teşkil etmekteydi (Tatçı, 1997: 23). Sosyal ve siyâsî hayâtın oldukça karışık olduğu bu dönemde, dinî ve fikrî hayât da oldukça hareketliydi. Henüz bir tekke-medrese ayrılık ve zıtlaşmasının söz konusu olmadığı bu topraklarda, tasavvuf hareketinin oldukça yaygın ve hareketli olduğu görülür (Demirci, 2008: 16).

Yaşadığı yer hakkında Köprülü, “Yunus’un nereli olduğu hakkında kesin bir

fikir ileri sürmek kâbil olmamakla beraber, onu Bolu çevresinde bir yerde doğmuş saymak pek yanlış olmaz” şeklinde değerlendirmede bulunmuştur (Köprülü, 2003b:

251). O, Anadolu’daki dinî-tasavvufî halk şiirinin öncüsüdür. Hatta Anadolu’da tasavvufî halk şiiri deyince akla gelen ilk isimdir. O, Anadolu’daki yüksek ve seviyeli tasarruf irfânını Türk dili ile şiirde ifade edilebilen ilk ve en büyük şair olmuştur.

Yunus Emre’nin tarihî hayâtı hakkında elimizde çok az bilgi vardır. Bu bilgilere daha çok Bektâşî an’anelerinde rastlarız. Velayetnâme-i Hacı Bektaş-ı Velî’de, Hacı Bektaş’ın Anadolu’daki cümle erenleri yanına çağırdığı bu davete, tek icap etmeyenin Emre adlı bir eren olduğu kayıtlıdır. Bunun üzerine Hacı Bektaş Emre’ye elçi gönderip onu, yanına çağırtır, gelmemesindeki hikmeti sorar. Emre de kendisine perde arkasından bir elin nasip verdiğini, onun isminin Hacı Bektaş olup olmadığını bildirir. Bu eldeki nişanı soran Hacı Bektaş, Emre’den avuç içinde yeşil bir ben cevabını alınca avucunu açar ve avcunun içindeki yeşil beni Emre’ye gösterir. Emre bu beni görür görmez Taptuk sultanım der ve bundan böyle adı Taptuk Emre olur (Şapolya, 1966: 69). İşte bu Taptuk Emre daha sonra bütün dünya

tarafından bilinecek ve sevgi timsali olarak anılacak Yunus Emre’nin hocasıdır. Yunus Emre ile mürşidi Taptuk Emre’nin tanışmalarında da Hacı Bektaş-ı Velî’nin tesiri olmuştur. Şöyle ki o dönemde Anadolu’da şiddetli bir kıtlık baş göstermiş, kimse yiyecek ekmek dahi bulamaz duruma gelmişti. Bu yokluk döneminde Hacı Bektaş-ı Velî’nin dergâhından yoksul halka karşılıksız buğday yardımı yapılıyordu. Bunu duyan Yunus adında bir derviş de dergâhın yolunu tuttu. Hacı Bektaş-ı Velî onu görünce ondaki istidadı ve farklılığı hemen anladı ve ona buğday yerine nefes vermeyi teklif etti. Yunus ise nefese değil, buğdaya ihtiyacı olduğunu, nefesin karın doyurmayacağını söyledi ve buğdayları hayvanına yükleyip köyünün yolunu tuttu. Yolda yanlış yaptığını anlayan Yunus, pişman olup tekrar Hacı Bektaş-ı Velî’nin dergâhının yolunu tuttu. Karşısına çıkıp hata ettiğini vereceği nefese talip olduğunu söyledi. Fakat Hacı Bektaş-ı Velî artık kendisinin nasibini Taptuk Emre adında bir kişinin vereceğini söyleyip, Yunus’u onun yanına gönderdi. Hacı Bektaş-ı Velî’nin yanından ayrılan Yunus Emre, doğruca Taptuk Emre’nin dergâhına gitti. Onun yanında yaklâşık kırk yıl kalan Yunus Emre’nin temel görevi dergâha odun getirmekti. Dergâha bu şekilde hizmet eden Yunus, bir ara nefsine uydu ve dergâhı terk edip kendini yollara vurdu. Yolda karşılaştığı üç dervişle birlikte zaman geçirdi. Bu dervişlerden her biri sırayla dua ediyor, dualarından sonra gökten bir sofra iniyordu. Sıra Yunus Emre’ye gelince ne yapacağını şaşırdı ve “Ey yüce Tanrım, bu erenler neyin hürmeti için dua ediyorlarsa, sen de bana o şeyin hürmetine yardım eyle” deyince bu sefer gökten çok daha muazzam bir sofra indi. Erenler Yunus’a kimin için dua ettiğini sordu. O da dervişlere siz kimin için dua ettiniz diye sorunca, onlar “Taptuk Emre’nin dergâhında nice yıldır hizmet eden Yunus adlı bir dervişin yüzü suyu hürmetine dua ettik”, dediler. Bunu duyan Yunus, yaptığı hatanın farkına vardı. Hemen dergâha geri döndü. Taptuk Emre’nin kapısının eşiğine yattı. Taptuk Emre sabah evden çıkarken Yunus’a ayağı takılınca kim bu diye sordu. Yunus’tur cevabını alınca bizim Yunus mu diye karşılık verdi. Bunu duyan Yunus, hemen mürşidinin eline yapıştı ve yeniden onun hizmetine girdi. Onun yanında yüksek mertebelere varan Yunus Emre, hocasının emriyle Anadolu’ya yöneldi ve insanları irşad etmeye koyuldu (Şapolya, 1966: 69). Söylencelerdeki Yunus Emre’nin serüveni bu şekildedir. Pek çok ilahiler ve nutuklar yazan Yunus bunların halk arasında yayıldığını gördükten sonra yaklâşık olarak 1307 ya da 1308 yılında öldü. Kesin

ölüm tarihini belirlemek için elde yeterli belge yoktur. Ölüm tarihinin yanı sıra medfun bulunduğu yer hakkında da kesin bir bilgi yoktur. Özen, Yunus veya Yunuslara ait on yedi adet yer tespit eder. Bunlar; Bursa, Karaman, Emre Sultan Köyü (Kula-Salihli arası), Düzcü Köyü (Erzurum), Keçiborlu, Afyon Sandıklı, Emre Sultan Köyü (Afyon), Ünye, Tire, Bolu, Uluborlu, Eğirdir, Bandırma, Doğanhisar (Konya), Sarıköy (Eskişehir), Emre Köyü (Sivas), Niğde Ortaköydür (Özen, 1991: 52). Genel olarak kaynaklarda ise Bursa, Manisa, Erzurum, Isparta ve Sakarya olmak üzere beş yere işaret edilmektedir. Konu üzerine Köprülü, bu yerlerden en akla yakın olanının Porsuksuyu’nun Sakarya’ya karıştığı yer olduğunu belirtir (Köprülü, 2003b: 261). Abdülbaki Gölpınarlı, Naki Tezel, Faruk Kadri Timurtaş da Köprülü ile aynı görüşü paylaşmaktadırlar (Özen, 1991: 53).

“Yunus Emre XIII. yüzyılın bu kargaşa döneminde bir tekkeye kapılandı. Onun Taptuk Emre’ye intisabının hikâyesi, gerçek sayılabilecek unsurlarla doludur. Fakat şehir hayâtının gerilemeye başlaması, sosyal yankılar da uyandırdı. Yunus bu dönemde sükûneti tercih etti. Yunus Emre, ülkenin iç çekişmelerinde ve kavgalarında hiçbir zaman taraf olmadı; duygularını şiire döktü. Barış, sükûnet ve birlik özlemini dile getiren şiirleri, Türk halkı için de büyük bir ümid ve sakinleştirici unsur olmuştur” (Baykara, 1991: 39).

Yunus Emre’deki insan sevgisi, hiçbir din, ırk, mezhep ayrımı gözetmeyen, bütün insanlığı kucaklayan bir sevgi anlayışıdır. Onun tek davası sevgidir. Bütün insanlığı sevgiyle kucaklar. Felsefesi, yaradılanı yaradandan ötürü sevmektir. Yunus’un insana hoşgörüyle yaklaşmasının kaynağında İslâm tasavvufunun prensipleri vardır. Yunus bütün insanlığa hitap eder. Zirâ onun mensup olduğu İslâm dini bütün insanlığa inmiştir (Güzel, 2006: 333).

Yunus’a göre aşk ezelidir; yaradılışın sebebidir ve bütün evreni kaplamış vaziyettedir, ondan daha değerli bişey yoktur. Birçok mutasavvıf gibi Yunus da, Allah’a vuslat vasıtası olarak aşkın ilimden üstün olduğunu kabul eder. Ona göre, aşksız iman kuru bir taş gibidir. Tanrı aşkı gönülleri mum gibi yumuşatır. Üstün

ahlâk da aşkla gerçekleşir. Aşk denizine dalan ölür, fakat bu ölüm yeni bir dirilişe yol açar (Demirci, 2008: 140-141).

Yunus Emre’yi Tekke Edebiyatı içinde ölümsüzleştiren kurmuş olduğu yeni sûfi terminolojisidir. Tabi Yunus’un kültürü bu terminoloji ile sınırlı değildir. Onun divanında Hint, İran ve Yunan mitolojisinden; efsanevî unsurlardan, âyet ve hadislerden, klâsik dönem mutasavvıflarından, halk kahramanlarından pek çok iktibas vardır. Bu arada mahalli hayâtın izlerini, Yunus Emre’de çok canlı olarak görebiliriz (Tatçı, 1997: 112).

Yunus, şeriatçıların dar görüşlerinden, tarikat ve mezhep taassuplarından sıyrılmış; hocaları “şeriat oğlanları” olarak adlandırıp ve onları hor görmüş, kullukla Tanrılığı birbirinde eritip kaynaştırarak İslâmiyeti korkutuculuktan çıkararak aşk ve cezbe temelli bir din olduğunu savunmuş bir şairdir (Çağlar, 1966: 70).

Gerek şiirlerindeki genel hava, gerekse işlediği konular ve felsefesiyle Yunus Emre, Bektâşi görüşlere daha yakın görünmektedir. Bilindiği üzere Alevî-Bektâşi inancındaki insana, Tanrı’ya duyulan sevginin türü, bunun biçimi, özü, yaşama bakış tarzları, dünya görüşlerindeki yumuşaklığı, çok yönlü, derinlemesine sade ve duru oluşu, Tanrı ile yeri gelince senli benli içten konuşması, yobazlığa, yozluğa, tutuculuğa karşı çıkması, yetmiş iki millete aynı gözle bakma, ayrım gözetmeme, herkesi sevme, barışçı, dost olma durumu tıpkı Yunus Emre’deki gibidir. Ayvazoğlu, Yunus Emre’nin, kanıyla, diliyle, bakışıyla, kısaca her şeyiyle katıksız bir Türk, Türkmen kocası olduğunu, fakat Türklüğü “cümle yaradılmışa bir göz ile” bakmasını engel teşkil etmediğini belirtir. Devamla Ayvazoğlu Yunus’un derinliğine inançlı bir Müslüman olduğunu, fakat Müslümanlığının başka dinlerden insanları kucaklamasına engel olmadığını belirtir. O, Türk ve Müslüman kimliğini koruyarak bütün insanlığa ve bütün çağlara seslenebilmenin sırrını keşfeden Yunus için Allah’a ve onun bütün yarattıklarına sevgiyle yaklaşmanın, yaşamanın asıl amacı olduğunu belirtir (Ayvazoğlu, 1991: 590).

Yunus Emre, bütün varlığın Tanrı’dan zuhur ettiği ve kendisinin de burada bir zerre olduğu şuuruyla hareket eder. Yunus’un istediği, bütün insanların birbirilerine tahammül etmeleri, birbirini sevmeleri, birbirlerine karşı hoşgörülü davranmaları ve birbirleriyle işbirliği içinde olmalarıdır (Güzel, 2006: 334).

Yunus Emre’nin şiirlerinde mekân, tasavvufun vahdet ve kesret kavramlarına uygun bir dille işlenmiştir. Tasavvufta aslî kavramın vahdet olduğu düşünüldüğünde, tasavvufa bağlı dünya görüşü çerçevesinde mekânın bir önemi kalmaz. Bu durum, şiirde mekân kavramı üzerinde durulmamasına neden olur. Yunus da bir mutasavvıf olarak şiirlerinde mekân üzerinde durmaz. Ona göre bütün mekân Tanrı’nın tasavvuru ile doludur ve mekân unsuru bu Tanrı imajı altında kaybolur. Yani Yunus’a göre mekân bakılan yerdir. Bu bakılan yerde ise görülen sadece Tanrı’dır (Filizok, 1991: 25).

Yunus Emre, tasavvufî görüş açısından yaradılışın sırrına ermiş, bu sırra ulaşmanın yollarını şiirlerinde dile getirmiş bir erendir. O, bu dünyanın gelip geçici güzellikleri, çirkinlikleri, mutlulukları ve mutsuzlukları olan geçici bir âlem olduğunu, insanın bu dünyada amacının ilâhi öze doğru olgunlaşmak olduğunu dile getirir (Günay, 1991b: 48).

Talat Sait Halman, Yunus’u ilk büyük Türk hümanisti olarak nitelemekte, onun insan varlığının önemini öne çıkararak İslâm dogmatizmine karşı çıktığını belirtmektedir. Türk hümanizminin en iyi şekilde Yunus Emre tarafından temsil edildiğini ileri süren yazar, onun şiirinin Türk Anadolu-İslâm hümanizminin örneği olduğunu söylemekte, şairi yalnız Türkiye’de değil, dünyada da daha çok “bugünün şairi saymaktadır. Halman’a göre, Tanrı merkezli hümanizmiyle tasavvufun yaygın olduğu Yunus’un şiiri, Dante’nin yapıtı gibi, ölümsüz varlığın yüksek değerlerini simgelerken ölümlü yaşamın ahlâkî örneklerini de temsil etmektedir. Halman ifade ettiği hümanizmin, tabiî ki batıdaki seçkinci, elitlere yönelen yazınsal Rönesans hümanizmine benzemediğini, onun halka dönük olduğunu eklemiş, Yunus’un bir halk adamı ve toplumsal adaletin bir sözcüsü olduğunu söylemiştir (Halman, 1993: 17-31). Burada dikkati çeken terim, Halman’ın kullandığı İslâm hümanizmi

terimidir. Öncelikle İslâmda hümanizm diye bir anlayış yoktur. Hümanizm, insanı ruhtan ibaret kabul eden Orta Çağ kilisesine tepki olarak ortaya çıkmış, insanı ve onun vasıflarını savunmuş, insanı maddî ve manevî olarak ön plana çıkararak insana saygıyı esas almış bir düşünce akımıdır. Dolayısıyla hümanizm akımının temeli Hristiyanlığa dayanır. Yunus Emre ise bağlı olduğu -İslâmî- inanç dairesine bir tepki olarak değil ilhamını bizzat bu inanç dairesinden alan, insana ve gönlüne değer veren birisi olarak dikkati çeker. Yunus Emre’nin hümanizm’den ayrılan diğer önemli noktası ise hümanizmin insana verdiği değerdir. Hümanizm, insana insan olduğu için değer verirken, Yunus Emre ise insana Tanrı’nın bir parçası olduğu için değer verir. Dolayısıyla Yunus’da aslolan Tanrı sevgisidir. İşte tüm bu nedenlerden dolayı Yunus Emre hümanist olamaz (Güzel, 1991b: 70).

O, Anadolu, Rumeli ve Azerbaycan’daki Türkler üzerinde büyük etkiler bırakmış, onun şöhreti geniş alanlara yayılmıştır. Yunus’un evrenselliği, ırk, din, ülke gibi kavramları bir yana bırakarak bütün insanlığı kucaklayan sevgiden kaynaklanmaktadır (Aksan, 2005: 48).

Yunus, insan olan herkese karşı; fakir, zengin, Hristiyan ve Müslüman ayırımı yapmadan, engin sevgiyle bağlıdır. Ondaki insan sevgisi, insanda Allah’dan bir parça, O’ndan gelip bedenlenmiş bir cevher bulunduğunu bilmesindendir. Yunus, işte bu parçanın bütününe yani Allah’a âşıktır, O’nu gönlünde bilmenin heyecanıyla vurgundur (Banarlı, 1998: 351). İşte Yunus’un bu büyüklüğünün sırrı; dîni umdeleri, millî duyguları, ahlâki düşünceleri, Türk’ün en kolay anlayabileceği sehl-i mümteni metoduyla anlatırken Türk’ün dili’ni de en güzel, yumuşak bir şekilde dağdaki çobandan, saraydaki devlet adamına kadar herkese sevdirmesiydi (Güzel, 2006: 335).

Yunus Emre’nin idealize ettiği tip, insan-ı kâmil tipidir. Varlık, mutasavvıfımıza göre tek ve mutlak varlık olan Tanrı’dan zuhur edip, yine Tanrı’ya doğru yol alan ve nihayet geldiğinde, âleme geri dönen bir mahiyet arz eder. Varlığın kendisine bağlı, kendisine ait bir vücudu yoktur. Vücut tektir ve o da Tanrı’ya aittir. Yunus’a göre ahlâk, insanî olmayan davranışları terk edip, ilahi yaradılışa yönelmektir. Ahlâki olmayan davranışlar Yunus’un lûgatine “yaramaz” sözcüğüyle

girer. Yaramaz davranışların yarara dönüştürülmesi insan-ı kâmil olma ile mümkündür (Tatçı, 1997: 109).

Yunus Emre’nin genel felsefesi, temelde İslâm felsefesine dayanmakla birlikte, çağındaki çeşitli görüşleri de incelemiş olduğunu gösterir. O, varlığın yorumunu yaparken de gönlünün derinlikleriyle, sezgilerinin gücüne ve sevgiyle dolu kalbine dayanmıştır. Bir yandan şiirleriyle İslâmiyeti sevdirirken, bir yandan da insanları bu konular üzerinde düşündürmeye çalışmıştır. Bu konular üzerine herkesten önce de kendisi düşünmüş ve varlığın aslının çözümüne dikkat çekmiştir.

Yunus Emre, düşünce tarzındaki uzlaştırıcılığı, evrensel doğruları dile getirmedeki başarısı ve usta şairliği sebebiyle Türk Edebiyatının bütün kollarını etkilemiştir. Tekke ve Âşık edebiyatının temsilcileri Yunus Emre’yi pirleri olarak kabul etmişlerdir. Yine divan edebiyatında da pek çok şair onun eserlerinden ilham almıştır (Günay, Çev. Fırat Asya, 1991: 163).

Türk şiirinin gelmiş geçmiş en güzel mimarlarının başında sayılan Yunus Emre, engin dünya görüşü, geniş kültürü, şiirlerine odak olarak belirlediği insan ve sevgi konusunu yeri geldiğinde uhrevî, yeri geldiğinde dünyevî konulara telmih düşürerek, dili kullanılabilecek en ustaca söyleyişlerle kullanıp yüzyıllar içinde özünden bir şey yitirmeden günümüze ulaşmıştır (Yardımcı, 1991: 486).

Edebi Kişiliği ve Eserleri

Yunus Emre’nin destanî ve menkıbevî yönü o öldükten sonra da devam etti. Özellikle eserleriyle ilgili anlatılan menkıbe ilginçtir. Bir halk inanışına göre Yunus Emre yaklâşık üç bin manzume söylemiş ve bu manzumeler bir deftere yazılmıştır. Fakat Yunus ölünce bu defter, Molla Kasım adında bir ham softanın eline düşer. Molla Kasım bir akarsuyun kenarına oturur, şiirleri okumaya başlar. Beğenmediklerini yırtarak yakar. Şiirlerin yaklâşık bin tanesini yaktıktan sonra yakmaktan sıkılan Molla Kasım, geriye kalanlardan bin tanesini de oradaki akarsuya atmaya başlar. Fakat bir an gözü suya atacağı şiire ilişir.

Şiirde;

“Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme

Seni sîgaya çeker bir Molla Kasım gelir.” beyitini görünce çok üzülür, bu durumu önceden bilen Yunus Emre’nin kerametini anlar, pişmanlık duyar. Ancak elde kalan şiir sayısı bindir. İnanışa göre yakılan bin şiiri gökde melekler, suya atılan bin şiiri balıklar, geriye kalan bin şiiri de insanlar okumaktadır (Banarlı, 1998: 336).

Yunus Emre, din ve dil bakımından Türk milletinin benimsediği büyük bir şairdir. O, dinde müsâmahalı görüşüyle, dilde de sadeliğiyle halkla bütünleşti. İşte bu sebeple Anadolu insanı Yunus Emre’yi gönülden ve içten sevdi, kendinden bildi (Ecer, 1991: 49).

Yunus Emre’nin eserleri incelendiğinde onun, iyi bir medrese eğitimi gördüğü, Arapça ve Farsça bildiği, hatta İran ve Yunan mitolojisi ile bunların tarihleriyle ilgilendiği görülecektir. Kendisi, kimi şiirlerinde ümmiliğinden övünür derecede bahsetse de kanaatimizce bu onun ümmi olduğunu göstermez. Bunu onun mütevâziliğine vermek bizce daha doğru olacaktır. Tatçı “Yunus’un ilmi, ilahi aşk ve

ahlâk, yaratılış sırrı ve mutlak hakikatten ibarettir. Bunun öğrenimi de ancak bir mürşid-i kâmil ile mümkündür. Yunus ve muakkibi pek çok sûfi şair, kendi yaşadıkları çağın kültürünü şifaen alıyorlardı. İşte bütün bu hususları göz önünde bulundurarak, Yunus’un tahsilini yetiştiği tekke ve çevre içinde düşünmenin zaruretine inanıyoruz” şeklinde değerlendirmede bulunmuştur (Tatçı, 1997: 53).

Günay ve Horata, Yunus’un şiirleri ve eğitimi üzerine şöyle bir değerlendirmede bulunmuştur: “Yunus Emre’nin şiirleri tahlil edildiğinde, onun İslâmiyeti, İslâm

kültürünü ve tasavvufu özümleyecek, özümlediklerini şiirleştirecek olgunluğu kazandıran iyi bir eğitim ve öğretim gördüğü anlaşılmaktadır” (Günay-Horata, 2004:

38). Yunus Emre’nin eğitimiyle ilgili Güzel, onun tefsir, hadis, kelâm, tasavvuf gibi klasik ilimleri çok iyi bildiğini, hatta Şirâzlı Sâdi’nin bir gazelini nazmen Türkçeye çevirecek kadar Farsçaya âşina olduğunu belirtir. Bu haliyle Yunus, halktan kopmamış, halkın şairi olmuştur (Güzel, 1981: 18). Tomar-ı Turûk-ı ‘Aliyye sahibi Sadık Vicdanî, Yunus’un ümmî olmadığı halde Hz. Peygamber’in vasfıyla vasıflanmak amacıyla “Ümmî” bilindiğini anlatırken görüşlerini şöyle aktarır: “

Peygamber Efendimiz Hazretleri gerçekte ümmî bir nebî fakat ilk ve son bütün ilimleri bilen, kâinatın efendisi, varlığın tek iftihar kaynağıdır. Kâinatın Fahri Efendimize has bir özellik olduğundan ayrı bir üstünlük olan ümmî ünvânını – gerçekte ümmî olmadıkları halde- sûfî ve şeyhler arasında mahlas olarak kullananlar olmuştur. Meşhur Şeyh Yunus Emre de bunlardandır.” (Vicdani,

1995:155).

Yunus Emre, hem şiirlerindeki sanat kudreti, hem de şiirlerindeki felsefesi ile Anadolu’da gelişen Türk edebiyatının her eğilimini derinden etkilemiştir. Her yüzyılda, her kesimden pek çok insanın anlayabileceği bir dil kullanmıştır. Mecazları, istiareleri diğer bütün edebi sanatları büyük bir doğallık içinde kullanır. Hiçbir zorlamaya kaçmaksızın yapmacıktan uzak mısralarında ilâhi bir sentaks ve estetik endişe bulunur. Büyük bir ustalıkla düzenlediği mısra başı ve sonu tekrarları bir yandan şiirde ahengi sağlarken, diğer yandan da şiire ifade kudreti katar (Artun, 2010a: 120).

Yunus’un eserlerinin bütün topluluklarda kabul görmesi ve hatta ön planda olmasının asıl sebebi, sadece onun taklit edilemez bir üslûba sahip olması değil, eserlerinde, Kur’an-ı Kerim’in tek Allah’a inanmak gerekliliğini müdafaa eden bütün dinlerin mensupları tarafından tasdik görmüş âyet meâllerine bilhassa yer vermiş, telmihlerde bulunmuş olmasıdır (Pekolcay, 1991: 399).

Onun eserlerinde kullandığı dil, saf Anadolu Türkçesi olup Eski Anadolu Türkçesi arkaik özelliklerinin büyük bir bölümünü muhafaza eder (Günay-Horata, 2004: 18). O, şiirlerinde halkın anladığı bir dil ve üslûp kullanmıştır. Bu sebeple de şiirleri büyük taraftar toplamıştır. Bunun yanı sıra şiirlerinde Arapça, Farsça ve az da olsa Latince sözcüklere de rastlanır. Yunus Emre, ilahilerinin çoğunu hece vezniyle, kimi şiirlerini de aruz vezniyle yazmıştır. Aruz vezninde de heceye çok yakın kalıpları kullanmıştır. Onun divanında mesnevî ve gazel şekillerinin yanı sıra koşma olarak da adlandıracağımız şekle de rastlarız. O, vezinde olduğu gibi şekilde de halk zevkinden ve beğenisinden uzaklaşmamış, halk kültüründen büyük oranda yararlanmıştır. Türkmen, Yunus Emre’nin dil ve üslûbu üzerine şöyle bir

değerlendirmede bulunur: “Yunus Emre’nin dilinde Arapça ve Farsçadan alınmış

pek çok kelime vardır. O, halkın daha doğrusu herkesin kullandığı dili kullanmıştır. Buradaki dil kavramı ile kalıpları, kelimeleri ve geleneği kastediyoruz. Yunus’un dilindeki şekil ve öz incelendiğinde onun üslûbunu teşkil eden dil malzemesini, duygu ve düşünceyi ifade sırasında o anın şuur ve şuuraltı kuvvetleriyle birleştirilmesi dikkati çeker. O’nun kelime kadrosu bir tabloya yerleştirilen mozaik gibidir, yerleri değişince veya bir tek taş koparılınca tablo bozulur… Üslûbunun bir başka özelliği de cümle yapısında görülmektedir. Kelime kadrosunun zenginliği eserin estetik değerini yükseltmez. Onun işleniş tarzı yani yapısı önemlidir… Onun, kısa