• Sonuç bulunamadı

BULGULAR VE YORUMLAR

4.2. İSLÂMİYET SONRASI TÜRK EDEBİYATINA GENEL BAKIŞ BAKIŞ

4.3.2 Ahmed Yesevî ve Divân-ı Hikmet

Tasavvuf akımının Horosan’da ortaya çıkmasının ardından Türkler, buradaki tasavvuf ehilleriyle yakın ilişkiler içerisine girdiler. Özellikle Ahmed Yesevî ve ardından gelen müridlerinin etkisiyle tasavvuf Türkler arasında iyice yayılmıştır. Bu hususta Köprülü, Ahmed Yesevî ortaya çıktığı zaman, Türk âleminin uzun zamandan beri –muhtemelen IV. asırdan- tasavvuf fikirlerine alışmış olduğunu, mutasavvıfların menkıbe ve kerametlerinin yalnız şehirlerde değil, göçebe Türkler arasında bile az çok yayıldığını belirtir. Devamla Köprülü, ilâhiler, şiirler okuyan, Allah rızası için halka birçok iyiliklerde bulunan, onlara cennet ve saadet yollarını gösteren dervişleri, Türk halkının eski ozanlarına benzettiklerini ve her söylediklerine de inandıklarını belirtir. Bu suretle eski ozanların yerini, ata veya bab ünvanlı birtakım dervişler almış; Hazreti Peygamber’in sahabelerinden olarak gösterilen Arslan Bab ve Hazreti Ebubekir ile görüşerek İslâmı kabul eden Korkut Ata, Çoban Ata gibi mutasavvıflar Ahmed Yesevî’den önce halkın anlayabileceği bir Türkçeyle İslâm’ın emir ve yasaklarını halka anlatmışlardır (Köprülü, 2003b: 50).

Ahmed Yesevî’nin takipçileri dervişler, faaliyetlerinin şevkli ve canlı kalabilmesi sırrını yakalamış idealist kimselerdi. Aksiyoncu, fakat tasfiyeli ruhlarıyla serhatlerde ve stratejik ehemmiyeti haiz mevkilerde kurdukları zaviyeleriyle mücehade ruhuna hizmet ettikleri kadar, ziraate, sanata, kültür, iman ve ahlâka da yardım eder, halkın estetik kabiliyetini şiirleri, ilahileri, türküleri, destanlarıyla beslerlerdi (AYVERDİ, 1976: 400).

Bu dönemde Türkler üzerinde Şamanist, Budist ve Manihaist inançların büyük etkileri hâlâ devam ediyordu. İşte Ahmed Yesevi ve müridleri bu eski inançları ve İslâmî unsurları kaynaştırıp tam bir Türk-İslam inancı ortaya koydular. Ahmed Yesevî, Türk halk sufilik geleneğinin kurucusudur. O, Türkistan’ın Sayram kasabasında doğmuştur. Önce annesini, 7 yaşındayken de babasını kaybeden Ahmed Yesevî, ablasıyla beraber Yesi’ye geldi ve burada Arslan Baba’ya intisap etti. Bir yıl içinde de Arslan Baba da vefat edince, Ahmed Yesevî Buhara’ya gitti ve Şeyh Yusuf-ı Hemedanî’ye intisap etti. Uzun süre Yusuf-ı Hamedanî’nin yanında kalan Ahmed Yesevî, onun üçüncü halifesi oldu ve 1160 yılında irşat postuna oturdu. Bir

müddet sonra Ahmed Yesevî bu makamı halifesine terk etmiş ve Yesi’ye dönerek irşat faaliyetlerine orada devam etmiş, 1166 yılında da vefat etmiştir (Ercilasun, 2004: 165). O, ölmeden önce, 63 yaşında yer altında yaptırdığı çilehaneye girmiş ve ölünceye kadar burada zamanını dua ve ibâdetle geçirmiştir.

Ahmed Yesevî, ilköğrenimini Yesi’de yapmış, iyi bir medrese eğitimi görmüştür. O, özellikle Yusuf-ı Hemedanî’den hadis ilmini ve ileri düzeyde dinî ilimleri tahsil etmiştir. Ahmed Yesevî Yesi şehrine döndükten sonra Yesevîlik tarikatını kurmuş, Yesi, Taşkent ve civarındaki halka sade Doğu Türkçesiyle ve Türk halk edebiyatının geleneksel nazım şekilleriyle İslâmiyetin temel ilkelerini, iman ve ibâdet esaslarını öğretmiştir.

Eseri Divan-ı Hikmet incelendiğinde Hoca Ahmed Yesevî’nin ağır, uzak görüşlü ve muhâkemeli bir Türk mutasavvıfı olduğu görülecektir. Tasavvufun terk-i deâvî ve kitmân-i meâniden ibaret olduğunu söyleyen Cüneyd-i Bağdâdî’nin bu sözünü Ahmed Yesevî tamamiyle yerine getirmiştir. Onun eserlerinde İslâmi itikadları derinden sarsacak imalara rastlanmaz. Şerîata karşı az çok dikkatsiz hareket eden büyük bir kısım İran sûfîlerinde mevcut fikir ve temâyüller Ahmed Yesevî de yok gibidir (Köprülü, 2003b: 97).

Ahmed Yesevî, İslâm’ı şeriat ve tarikat ağırlığıyla benimsemiştir. O, kısacık olan bu hayâtta Allah’a varmanın yolunun aşk yolu olduğunu ve bu yolun da çok çetin olduğunu söylemiştir (Güzel, tarihsiz: 126). Ona göre hakiki bir sûfinin riyazet ve mücâhedeye (nefsi kırma ve ona karşı koyma) çalışması, yeme-içme nimetinden, halvet, şehvet ve işretten uzak kalması lazımdır; dünyanın gösterişine aldanmayıp teveccüh göstererek mütevazi olmalıdır (Güzel, tarihsiz: 119).

Ahmed Yesevî, tarikatını Yesi’de kurduktan sonra tarikatın adaplarını

1- “Hiç kimseyi şeyhinden üstün bilmemeli ve mutlak surette ona teslimiyet göstermeli,

2- Mürid zeki ve anlayışlı olmalıdır.

3- Şeyhin her türlü söz ve fiillerine razı ve itaat eder olmalıdır.

4- Şeyhin bütün hizmetlerinde ağırcanlı değil, çevik ve atak olmalıdır ki şeyhinin rızasını kazanabilsin.

5- Mürid sözünde sadık, vaadinde sağlam olmalıdır ki şeyhinin güvenini yitirmesin.

6- Mürid vefalı ve biadına sadık olmalıdır.

7- Mürid bütün mal ve mülkünü şeyhine dağıtmaya hazır olmalıdır. 8- Yine mürid şeyhinin sırlarını tutarak bunların ifşasından sakınmalıdır. 9- Mürid, şeyhin bütün teklif, va’z ve nasihatlarını göz önüne alıp, hiçbir

zaman ihmal ve kaçamak yoluna sapmamalıdır.

10- Mürid, her zaman şeyhinin yoluna canını ve başını vermeğe hazır olmalı,

dostuna dost, düşmanına düşman geçinmeli, gerekirse, şeyhin ihtiyacını

yerine getirebilmek için kendisini köle gibi sattırabilmelidir

(Köprülü,2003b: 116-117).”

Sonradan Haydarîye, Bektaşîye, Nakşıbendîye gibi üç büyük kuvvetli Türk tarikatının esaslarını doğuran Yesevî, Türkler arasında bir Türk sûfisi olması bakımından mühimdir. Zikir tarzında ve diğer bazı ayin ve an’anelerinde eski Türk Paganizminin çok açık izleri görülen ve hala bugün bile Türkistan’da ve Seyhun Bozkırları arasında tesir ve önemini kaybetmeyen Yesevîlik, Hoca Ahmed Yesevî’nin ölümünden sonra henüz daha yarım asır geçmeden Harizm sahasına ve oradan kuzeybatıya doğru Kıpçak havalisine, hatta bununla da kalmayarak Maveraünnehir, Horasan, Azerbaycan, Anadolu bölgelerine yayılmıştır. Daha sonra Orta Asya Türkleri arasında Nakşıbendîlik yayıldıktan sonra Yesevîliğin tesiri biraz zayıflamış, daha çok Seyhun bölgesi ile Kırgız ve Kazak bozkırlarında etkisini devam ettirmiştir (Köprülü, 2003a: 219).

Ahmed Yesevî’den sonra çeşitli bölgelere yayılan mürşidleri, bir nevi ruh doktorları vazifesi görüyorlardı. Hele Moğol istila ve zulümlerinden sonra, hem

siyasî ve iktisadî, hem de manevî ve kültürel düzenleri altüst olan, içlerinden çıkılmaz bir dönemin bunalımlarını yaşayan, ümitleri kırgın ve bir desteğe son derece muhtaç Anadolu halkının bekledikleri, teskin edici ve ferahlatıcı ilaçlar, bu tasavvuf telkinlerinde ve tavsiyelerinde vardı. Bu bakımdan Anadolu’da İslâmiyetle beraber tasavvuf akımı da az zaman içinde güçlenmiş, tesir ve nüfuzu gün geçtikçe artmış, bir taraftan tarikat şeyhleri, kurucuları eliyle her tarafa yayılırken, öte yandan şair dervişler, Horosan Erenleri, Rum Abdalları, kendinden geçmiş müridler, ilâhiler, destanlar, menkıbeler, evliya kerametleriyle ücra köşelere kadar bunları yığınların malı yapmaya çaba harcamışlardır (Karahan, 1998: 60).

Ahmed Yesevî ve dervişleri Türk toplumunu birlik ve beraberlik muhtevasında tasavvufa alıştırmışlardır. Ayrıca onlar Türkistan mutasavvıflarının menkıbe ve kerâmetlerini şehirlerden çıkarak bozkırlardaki göçebe Türkmenlere kadar ulaştırmışlardır. Bu ulaşma ve birleşmede bu dervişlerin çok büyük rolü olmuştur. Zirâ dervişler hem halk arasında dolaşıyor, hem ilahiler okuyarak halka Allah sevgisi vermeye çalışıyorlardı. Bu sevgide insanlar, halkın dünya ve âhiret mutluluğuna ulaşacağı mesajlarını buluyorlardı. Yani insanların İslâm dinindeki; itikat, ibâdet ve ahlâkî kurallara tam olarak uymaları neticesinde; hem “insan-ı kâmil olacakları, cennete ulaşmanın sırlarını öğrenecekleri; hem de daimi mutluluk yollarına ulaşabileceklerine inanıyorlardı. Bu özellikleriyle dervişler, eski Türklerdeki ozanlara benzetilmektedir. Bu sebeple Türkler, eski ozanlara gösterdikleri saygı, muhabbet ve inancın fazlasını dervişlere de gösteriyorlardı. Bu itibarla dervişlerin Türk toplumu üzerindeki tesiri daima görülmüştür (Güzel, 2006: 87-88).

Ahmed Yesevî’nin tasavvufî şiirlerini içine alan eserine Divân-ı Hikmet adı verilir. Türk edebiyatının vücuda getirdiği eserler arasında Divân-ı Hikmet’in birçok bakımdan önemi vardır. Öncelikle ilk olarak Ahmed Yesevî’nin XII. yüzyılda öldüğünü düşündüğümüzde bu eserin İslâmî Türk Edebiyatı’nda, Kutadgu Bilig’den sonra, en eski örneği olduğu ortaya çıkar. Dil ve edebiyat ürünleri açısından pek az esere rastlanan bu dönemde eserin çok büyük bir öneminin olduğu gayet açıktır. İkinci olarak, eski halk edebiyatının birçok unsurlarını alarak İslâm ruhunu o

unsurlarla yani eski milli şekiller ve eski vezinlerle ifade eden ilk eser olması bakımından da Divân-ı Hikmet Tasavvufî Türk Edebiyatı’nın en eski ve en mühim âbidesi sayılır (Köprülü, 2003b: 135-136). Hikmetlerde işlenen konular arasında başta dervişliğin faziletleri, dinî-ahlâki menkıbeler, din büyüklerini öven manzumeler, dünya durumundan yakınmalar, âhiret ahvaline değinen destanlar ve benzerleri olup hepsinde bir nasihat edası ve din duygularına bağlılık havası mevcuttur (Karahan, 1998: 65).

Hikmetlerin büyük bir kısmı muhteva ve tema itibariyle dinî telkinlerden ve İslâmi telakkilerden ibâret iken, diğer yandan da hikmetlerin pek az bir kısmı, doğrudan doğruya millî hayâtın izlerini taşımaktadır. Hikmetlerdeki esas millî unsurlar, dış yapıda (vezin istisna), teşkil edilme tarzında ve söylenişindedir. Bu cihetlerden bakıldığında bütün şiirlerin millî unsurlarla örülü olduğu görülür (Güzel, 2006: 241).

Hikmetlerin çoğu dörtlükler halinde yazılmıştır. Bunlar koşma tarzında kâfiyelenmiş ve hece vezniyle kaleme alınmıştır. Hikmetlerin bir kısmı ise gazel tarzında yazılmış olup aruz vezniyle kaleme alınmıştır. Heceyle yazılmış hikmetlerin vezni 4+4+4=12’dir. Aruzla yazılan hikmetlerde fâilâtün, fâilâtün, fâilâtün, fâilün, mefâîlün, mefâîlün, feûlün, 4 mefâîlün ve mef’ûlü, mefâîlü, mefâîlü, feûlün vezinleri kullanılmıştır. Gazel tarzında kafiyelenmiş bazı hikmetlerde ise 7+7 veya 8+8’lik hece vezni kullanılmıştır. Kafiye olarak Arapça, Farsça kelimeler kullanıldığı zaman çoğunlukla tam kafiyeye başvurulur. Ancak kafiyelerin çoğu Türkçe asıllı kelimelerle yapılmıştır. Redifler, hikmetlerde bir âhenk unsuru olarak kullanılmıştır (Ercilasun, 2004: 166).

Hikmetler üzerine Köprülü, onların çoğunun aynı tonda, garip bir ahengi, fakat asli bir edâyı barındırdığını belirtir. Köprülü, Yesevî’nin nasihatlarında ağır bir edası, anlatımda basit ve değişmez ifadesi, münacatlarında vakarlı ve sakin tavrının hiç değişmediğini belirtir. Ahmed Yesevî, hikmetlerinde her bendin ilk üç mısrasını kendi arasında kafiyelendirirken, son mısrasının da daima ilk bendin son mısrasıyla aynı kafiyede olmasına dikkat eder (Köprülü, 2003b: 157).

Divân-ı Hikmet’in farklı nüshaları göz önünde bulundurulduğunda gerek konularındaki farklılıklar, gerekse dil bakımından değişiklikler arz etmesi eserdeki hikmetlerin farklı kişiler tarafından oluşturulduğuna işaret etmektedir. Hikmetler farklı kişilere ait olmalarına rağmen hepsinde de Ahmet Yesevî’nin inanç ve savunduğu görüşler vardır (Güzel, tarihsiz: 127). Divân-ı Hikmet’in Ahmed Yesevî’ye ait olup olmadığı noktasında Köprülü isabetli bir çıkarımda bulunur: “…

Ahmed Yesevî’nin halk edebiyatından alınma şekillerle hikmetler yazdığını ve ondan sonra bu tarzda manzumeler yazmanın Yesevî dervişleri arasında âdetâ bir an’ane şeklini aldığını kesin surette biliyoruz; lâkin pek muhtemeldir ki, Ahmed Yesevî’nin yazdığı hikmetler asırlar boyunca kaybolmuş ve daha sonra gelen aynı isimde şairin eserleri, halk arasındaki şöhreti ve manevî nüfusu bakımından ona isnad edilmiş olsun; esasen bugün elimizde mevcut nüshalarda, onun ikinci defter olduğu birçok yerlerde açıklanıyor; belki o Divân’ı tertip eden Yesevî şairi, Hoca Ahmed Yesevî’nin eserini ilk defter sayarak aynı tarz ve edâda hikmetlerden mürekkep olduğu için, aynı ismi –yani Divân-ı Hikmet ismini- verdiği kendi eserini de ikinci defter sayıyor. Bugün elimizde bulunan hikmetler, Ahmed Yesevî’ye ait olmasa bile, şekil ve ruh bakımından onların Yesevî’ye ait olanlardan tamamiyle farksız olacağına hükmedebiliriz. Çünkü Ahmed Yesevî’nin takipçilerinden söz ederken, ondan asırlarca sonra bile yine aynı şekil ve edada, aynı ruh ile aynı tarzda Hikmet’ler yazıldığı pek açık bir sûrette görülebilecektir; bununla beraber, bunu yalnız Ahmed Yesevî ve takipçilerine has bir şey zannetmemelidir” (Köprülü, 2003b:

139).

Halk vezni ve şekilleriyle yazılan tasavvufî edebiyatta, bazen bu değişmezlik asırlarca süregelmiştir. Elimizdeki Divân-ı Hikmet nüshasının hem Ahmed Yesevî’ye, hem de XVI. veya XV. asra mensup Ahmed adlı diğer bir Yesevî dervişine ait eserlerden oluşmuş karışık bir eser olduğu ihtimali kuvvetli bir ihtimaldir (Köprülü, 2003b.: 139-140).