• Sonuç bulunamadı

XV. YÜZYILDA ANADOLU’DA SOSYAL VE KÜLTÜREL DURUM KÜLTÜREL DURUM

BULGULAR VE YORUMLAR

ŞEYHOĞLU MUSTAFA

4.13. XV. YÜZYILDA ANADOLU’DA SOSYAL VE KÜLTÜREL DURUM KÜLTÜREL DURUM

XV. yüzyılın başında Anadolu’da iki büyük Türk devletinin -Timur ve Osmanlı’nın- savaşı sonucunda Osmanlı yenilmiş, Anadolu’da yeniden bir karışıklık süreci başlamıştı. Bu nedenle bu yüzyıl Anadolu’da Türk varlığının ve siyâsi birliğin iniş çıkışlar yaşadığı bir yüzyıl olmuştur.

Beyliklerin bu yüzyılın başındaki Ankara Savaşı yenilgisinin sonucunda yeniden kurulmasıyla Yıldırım Bayezid zamanında Anadolu’da sağlanan birlik bozulmuş, Anadolu’da bir kargaşa ortamı ortaya çıkmıştı. Özellikle Timur’un şehzadeleri tutuklamayarak Osmanlı topraklarını onlar arasında taksim etmiş olması ve bunun sonucunda şehzâde kavgaları, devletin parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya kalmasına neden olmuş, Çelebi Mehmed’in kardeşlerini yenerek devletin başına geçmesiyle bu sıkıntılı dönem son bulmuştu (Ceylan, 2004: 177).

Fetret döneminde dikkati çeken, halk arasında çok büyük bir başıbozuklukluğun ve arayışın olmamasıydı. Çünkü önceki yüzyıllarda Anadolu’da temellerini Yunus Emre, Mevlânâ ve Hacı Bektâş-ı Velî’nin attığı bir dinî-tasavvufî ortam oluşmuştu. Bu sebeple Anadolu’daki insanlar bu sıkıntılı dönemde tekkelere sığındılar. İşte bu manevî rahat ortam sayesinde insanlar Timur’un etkisiyle ortaya çıkan bu geçici buhran dönemini rahatça atlattılar.

Bu yüzyılın ortalarında Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethi dünya ve Türk tarihi açısından âdeta bir dönüm noktası olmuş, Osmanlı artık bir dünya devleti olduğunu bu sayede ilan etmiştir. Fatih’in özellikle diğer dinlere mensup kişilere karşı takındığı hoşgörülü tutum sayesinde İstanbul kısa süre içerisinde bir Türk şehri haline gelmişti.

XV. yüzyıl, bir bakıma İmparatorluğun kuruluşunun tamamlandığı, Anadolu-Rumeli bütünlüğünün sağlandığı, Türk edebiyatının da bundan böyle İstanbul başta olmak üzere Bursa, Edirne, İznik gibi başka bir saha üzerinde yaygınlık kazanacağı dönem olmuştu (Uçman, 2004: 11).

Fetihten sonra İstanbul sadece bir başkent değil, aynı zaman da Türk kültür ve sanatı açısından da tıpkı Herat ve Tebriz gibi bir üslup anlayışının merkezi olarak simgesel bir anlam yüklenmişti. Hem siyasal hem de kültürel bakımdan Herat, Timurlu; Tebriz, Türkmen; İstanbul ise Osmanlı üslubunu simgelemekteydi. Özellikle Fatih Sultan Mehmed bir yandan İstanbul’u yeniden imar ederken, bir yandan da onu bilim ve kültür merkezi yapabilmek için doğu ve batıdaki pek çok bilgin ve sanatkârı İstanbul’a davet etti. Bu davete uyarak İstanbul’a gelen bilgin ve sanatkârlar devrin ünlü medreselerinde görevlendirildiler. Bu sayede İstanbul sadece başkent olmanın ötesinde bir bilim ve sanat merkezi haline geldi (Macit, 2006: 22).

Osmanlı Devleti bu yüzyılın sonlarına doğru Anadolu ve Rumeli’de elde edilen başarılar sayesinde iyice genişlemiş ve pek çok milleti içerisinde barındırır duruma gelmişti. Ancak Osmanlı devleti genişledikçe beraberinde de bazı problemler baş göstermeye başlamıştı. Özellikle devletin kuruluşunda etkin rolleri görülen Alplerin ve Gazilerin yönetimden uzaklaştırılmaları, Arap ve Fars kültürlerinin yoğun etkileriyle saray kültürü ile halk kültürünün yavaş yavaş ters düşmeye başlaması görülen temel problemlerin başındaydı.

Esnaf teşkilatı olan Ahilik, Osmanlıların ilk zamanlarında padişahların da fütüvvet ehli olmaları ve fütüvvet ehlinin reisi sayılmaları sebebiyle bir birlik halinde idi. Fakat özellikle bu yüzyılda medresenin kuvvetlenmesi, şeyhülislamlığın kurulması, sünnîliğin kudreti yüzünden devletten kopmuş, Fatih Sultan Mehmed zamanından itibaren de âdeta İran’a bağlı bir teşkilat haline gelmişti. Bu yüzden Alevî ve Bektaşîlerle Melâmet erbabı, Osmanlıların dinî siyasetine tamamiyle karşı bir cephe almıştı. Medrese’nin Melâmetileri ve fütüvvet ehlini dinden dışarıda görmesi, onları yok etmeye çalışması da bu dönemde dikkate değer bir hareketti. Medresenin bu yok edici siyasetine karşı da fütüvvet ve melâmet ehilleri direndikçe direniyorlardı (Gölpınarlı, 2004: 188). Fakat özellikle Fatih ve ondan sonra başa geçen hükümdarların ahiliğe karşı takındıkları olumsuz tutum, zamanla bu müessesenin tarihe karışmasına neden oldu. Bu durumun doğal bir sonucu olarak da Osmanlı Devleti ekonomik hayâtta âdeta bir dinamo vazifesi gören bir kurumu

kaybetmiş oluyor, aradan bir süre sonra da tamamiyle batıya bağımlı bir devlet haline geliyordu. Bu da ülkenin artık yavaş yavaş da olsa gücünü kaybetmesine neden oldu.

XV. yüzyılda da Dinî-Tasavvufi Türk Halk Edebiyatı Anadolu’da etkisini sürdürmeye devam etti. Yunus Emre’nin mutasavıfâne şiirleri, Anadolu sahasında hızlı bir şekilde yayılmış, kısa zaman içerisinde takipçileri yetişmişti. XV. asra kadar İran tasavvuf edebiyatı tesiri altında tamamiyle mutasavvıffâne bir mahiyet gösteren Osmanlı Edebiyatı, bir yandan Mevlânâ, Sultan Veled, ‘Attar, Senâ’î, Sâ’dî etkisine kapılarak Acem vezin ve şekillerini her gün daha artan bir başarı ile kabul ederken, diğer taraftan da Yunus’un kuvvetli şahsiyetiyle canlandırdığı milli tarzı bırakmayıp o yolu da tutuyordu. Özellikle İran sûfî şairleri karşısında Yunus’un devam eden bu tesiri, Horosanlı bir ailenin çocuğu olan Âşık Paşa’da görülür. Eseri Garip-nâme’de Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin etkisi hissedilirken, ilâhilerinde ise Yunus Emre etkisi dikkati çeker (Köprülü, 2003b: 312).

XV. yüzyılda Dinî-Tasavvufî Türk Halk Edebiyatı çeşitli coğrafyalarda fikrî, dinî mimarî yönden gelişmiş, merkezden dışarıya doğru yayılmıştır. Bu yayılma sırasında gittikçe güzelleşen bir mimariyle kurulan sayıları hızla artan camiler, mescidler, tekkeler, medreseler, sebiller, çeşmeler vb. dinî hayat kadar tasavvufî halk edebiyatının da gelişmesine ve büyümesine yardımcı olmuş, görkemli eserler ortaya konulmuştur. Bu eserlerin başında Süleyman Çelebi tarafından kaleme alınan Vesîletü’n-Necât adını taşıyan ve mesnevî nazım birimiyle yazılmış olan Mevlid adlı eser, Türk halkının samimi peygamber sevgisini çok güzel ve samimi duygularla anlatır ve yüzyıllardan bu yana büyük bir hevesle okunur (Artun, 2010a:143). XV. asır Anadolu Türkçesiyle yazılan bu eser, devrin gramer ve telaffuz özelliklerini de yansıtmaktaydı. Eseri Mevlid’de açık ve sade bir dil kullanan Süleyman Çelebi’nin üslûbu da süsten ve yapmacıklıktan uzaktı. O düşüncelerini mübalağaya kaçmadan, samimi bir şekilde eserine aktarmıştı. Mevlid’in yüzyıllar boyu bu kadar sevilip, beğenilmesinde de bu açıklık ve sadeliğin etkisi büyüktür (Şentürk, 2004: 205).

Bu dönemde dikkati çeken bir diğer eser Yazıcızâde Mehmed tarafından kaleme alınan Muhammediye adlı eserdir. İçerisinde pek çok dinî hikâye ve hadis

yorumunu barındıran bu eser, tıpkı Mevlid gibi sade bir dil ve üslûpla kaleme alınmış, bu nedenle de pek çok insan tarafından severek okunmuştur (Artun, 2010a: 143). 9008 beyitten oluşan Muhammediye’de yazar farklı aruz kalıplarını kullanmıştır. Eser, ağır fakat itinalı üslûbu, samimi havası ve duygulu muhtevası ile gerek kendi devrinde, gerekse kendinden sonraki dönemlerde yalnızca Anadolu sahasında değil, bütün Türk dünyasında sevilerek okunmuş ve örnek alınmış bir eserdir (Şentürk, 2004: 206).

Bu yüzyılda Yunus Emre’nin etkisinin en yoğun görüldüğü şair, Abdal Musâ’nın müridi Kaygusuz Abdal’dır. Bugün ondan kalan şiirler, Yunus tarzı denilen husûsî ifade tarzının en kıymetli eserlerdir. Yunus Emre’de olduğu gibi derin bir samimiyet, basit fakat basitliği kadar açık ve kudretli bir ifade, millî vezinle milli tarzda yazılmış olan o eski şiirlerin özelliğini gösterir.

Kaygusuz Abdal’dan sonra bu asırda dikkati çeken en önemli Yunus takipçisi İbrahim Tennûrî olmuştur. Muhammediye, Garibnâme tarzında, Yunus Emre benzeri, âşık mahlası ile şiirler yazan Tennûrî ilâhiler de söylemiştir. Bayramîlik tarikatına dayanan mistik görüşlerini aksettiren şiirleri çeşitli mecmualarda yer almıştır. Eserlerinde dili iyi kullanması, duygu ve düşüncelerini lirik bir şekilde ifade etmesi sebebiyle bazı şiir ve ilahileri Yunus Emre ve Âşık Paşa’nın şiirleriyle karıştırılmıştır (Deniz-Karabulut, 1972: 7).

Bu yüzyılda dikkati çeken şairlerden biri de Eşrefoğlu Rûmî’dir. Eşrefoğlu Rûmi’de samimi bir Yunus Emre etkisi göze çarpar. Özellikle didaktik ve lirik tarzdaki şiirleriyle Yunus Emre’yi andıran Eşrefoğlu Rûmi, aruz ve hece ile yazdığı şiirleriyle, nesirlerinde temiz ve güzel Türkçeyi kullanmıştır.

4.14. XV. YÜZYIL TÜRK HALK ŞİİRİNİN