• Sonuç bulunamadı

İSLÂMİYET ÖNCESİ TÜRK EDEBİYATINA GENEL BAKIŞ

BULGULAR VE YORUMLAR

4.1. İSLÂMİYET ÖNCESİ TÜRK EDEBİYATINA GENEL BAKIŞ

Edebiyat, bir milletin geçmişten günümüze getirdiği kültürel öğeleri, yaşam koşullarını, gelenek-görenek ve insanların hayâta bakış açılarını ortaya koyar. Türk edebiyatı da oluştuğu ilk dönemden bu yana bu noktalarda bizlere çeşitli bilgiler sunar. Fakat göçebe bir toplum olmamız nedeniyle milâdın öncesine ait elimizde herhangi bir belge yoktur.

Her milletin sözlü ve yazılı olmak üzere iki tür edebiyatı vardır. Özellikle göçebe yaşam tarzımız nedeniyle miladın ilk yıllarına ait elimizde herhangi bir yazılı belge bulunmamaktadır.

İslâmiyetten önce oluşmuş sözlü edebiyatımız daha çok halk ozanı, baksı vb. adlarla andığımız âşıkların sazları eşliğinde söylediği şiirlerden meydana geliyordu. Bu şiirler Köprülü’nün ifadesiyle toplumun başka unsurlarına uygun olarak, yabancı tesirlerden uzak bulunuyordu. (Köprülü, 2003b: 43). Ozanlar şiirlerini özellikle, sığır adı verilen av törenlerinde, şölen denilen ziyafetlerde ve yuğ adı verilen merasimlerde okumaktaydılar. Bu şiirlerde kullandıkları vezinler de hece vezniydi. Yine bu şiirlerde, asonans da denilen yarım uyak, şairlerce tercih edilmekteydi.

Köprülü’nün ozanlarla ilgili değerlendirmesi şöyledir: “Sihirbazlık, rakkaslık,

musıkişinaslık, hekimlik, şairlik gibi birçok vasıfları kendilerinde toplayan bu adamların, halk üzerinde büyük önemleri vardır. Muhtelif zaman ve mekânlarda bunlara verilen önem ve kıymet derecesi, kıyafetleri, kullandıkları musıki aleti, yaptıkları muhtelif işlerin şekli, tabii olarak değişiyordu; fakat semadaki Tanrılara türlü maksatlarla kurban takdim etmek, ölünün ruhunu yerin dibine göndermek, fenalıklar, muhtelif hastalıklar ve ölümler gibi kötü cinler tarafından gelen işleri büyüyle menetmek, hastaları tedavi etmek, bazı ölülerin ruhunu semaya yollamak, hatıralarını yaşatmak gibi muhtelif içtimaî vazifeler hep ona aitti” (Köprülü, 2003a:

etlerine batırdıklarını, kor halindeki demiri yaladıklarını, aynı demir üzerine çıplak ayakları ile bastıkları zaman demirin üzerine su dökülmüş gibi cızladığını hikaye ettiklerini belirtir (Köprülü, 2003a: 95). Kamların görevleri noktasında Turan görüşlerini şöyle belirtir: “Kamların, hastalık ve ölüm zamanlarında vazifeleri çok

daha fazla önem kazanırdı. Bir kimse hastalanınca ona evinin yakınında bir çadır kurulur; hastalık fena ruhların eseri olduğu için hizmetine köle ve câriyeler bakar; çadır üzerine işaret konularak başkalarının çadıra yaklaşmamaları belirtilirdi. Sadece kam, hastanın yanına gider; kendisine göre duâ ve vasıtalarla tedaviye başlar; akrabaları da hastası iyileşinceye kadar onu görmez, ölürse de merasimle oraya defnedilirdi”(Turan, 2005: 74).

Yazılı ve Sözlü Ürünler

İslamiyet öncesi dönem sözlü ürünlerini dört grupta toplayabiliriz. Bunlar;

-Sav: Özlü söz anlamında olup, atasözlerimizin ilk biçimleridir.

-Sagu: Ölen bir kişinin arkasından söylenen matem şiirleridir. Bu şiirlerde ölenin faziletleri, savaşlarda gösterdikleri kahramanlıklar ve kahramanın nasıl öldüğü anlatılmaktadır.

-Koşuk: Koşmanın ilk türleri olarak kabul edilen koşuklar, savaş, aşk, doğa, yiğitlik üzerine sığır törenleri de denilen av merasimlerinde söylenen şiirlerdir. Bu şiirlerde 7’li veya 11’li hece vezni kullanılmıştır.

-Destan: Eski çağlarda bir milletin hayâtını yakından ilgilendiren savaş, göç ve doğal afetler gibi tarihsel ya da toplumsal olaylar nedeniyle büyük yankılar uyandırmış; büyük yenilgiler, büyük üzüntüler, büyük zaferler ve kahramanlıklar gibi duygularla söylenmiş tarihi olayların uzun ve manzum yiğitlik öyküleridir (Yardımcı, 2007: 9).

Sözlü edebiyatımızın ilk ürünleri olan bu türler üzerine Köprülü, Asya bozkırlarında kuvvet ve haşmetle yayılan, Türk’ün haşin ve savaşçı, fakat aynı zamanda ince ve derin ruhunu bütün çıplaklığıyla gösterecek kadar zengin canlı,

samimi bir edebiyat olduğu, şeklinde değerlendirmede bulunmuştur (Köprülü, 2003b: 44).

Türk Edebiyatı’nın, milâdın ilk yıllarında yazının başlamasıyla başladığı düşünülmesine rağmen, bu döneme ait elde yeterli veri bulunamadığı için, ilk yazılı belgeler olarak Yenisey nehri yakınlarındaki Yenisey Kitâbeleri kabul edilmektedir. Fakat bu belgelerin de edebî değerleri olmadığı için edebiyatımızda ele geçen ve edebî değeri olan ilk büyük metinleri Orhun Âbideleri olarak gösteririz. Orhun Âbideleri milâdi VIII. yüzyılın ilk yarısına ait olup, Türk yazı dilinin gelişmiş örneklerini barındırmaktadır.

Bu kitabeler incelendiğinde sanatlı anlatımın kullanıldığı, yer yer soyut sözcüklere, benzetmelere ve sıfatlara yer verildiği, bunların yanı sıra alışılmamış bağdaştırmaların kullanıldığı görülmektedir. Kitabelerle ilgili çalışmalarıyla dikkati çeken Tadeusz Kowalski, Orhun yazıtlarının üslubunu seçkin nesir örneği olarak değerlendirir ve böylece daha önceki çalışmalarda bazı araştırmacılar tarafından dile getirilen, bunların şiir olabileceği teorisini reddeder (Arpad, 2006: 117). Orhun ve Yenisey Yazıtlarıyla ilgili çalışmalar yapan Aksan bu yazıtlarla ilgili şu değerlendirmelerde bulunmuştur:

- Orhun ve Yenisey yazıtları, o dönemlerde Türkçenin sözvarlığının, bu metinlerin içerdiğinden çok daha geniş olduğunu göstermekte; ancak, dar, sınırlı konularda yazıldıkları için bize küçük bir sözvarlığı sunmaktadır.

- Soyut kavramların genişliği, bir dilin işlenmiş olduğunu gösteren en önemli niteliklerden biridir. Yazıtlarda karşımıza çıkan soyut kavramlar da bunun göstergesidir. Örneğin yalnızca toplumsal karışıklık anlamına gelen bulgak, bulganç, tarkanç, kamşag olmak üzere dört ayrı kavram vardır.

- Yazın dili özellikleriyle bir dilin yaşının belirlenmesinde en önemli ölçütlerden biri, eşanlamlılık konusu ve tam eşanlamlı saydığımız öğelerin varlığıdır.

- Çok anlamlılık ölçütü de yine, aynı niteliğin varlığını gösteren, aynı gerçeği işaret eden tanıklardandır. Yazıtlarda da bu tür yapılara rastlamak mümkündür. Örneğin agı sözcüğünün karşılığı olarak ipekli kumaş haricinde, değerli şey, armağan, servet, hazine gibi anlamlara da rastlanılmaktadır.

- Yazıtlarda geçen ve ileri öğeler olarak adlandırılan kavramların bulunması da Türk dilinin geçmişinin çok daha eskilere götürülebileceğinin kanıtıdır. Örneğin yazıtlarda tapla- eylemi geçtiği halde tap sözcüğünün bulunmayışı bu durumun açık bir göstergesidir.

- Yazıtlarda günümüzdekilerin benzeri deyimlere de rastlanılmaktadır: Kergek bol-, közü kaşı yablak bol-, kızıl kanın töküt- gibi…

- Yine yazıtlarda yer yer söz sanatları da kullanılmıştır.

- Karşıt kavramlardan yararlanma da yazıtlarda dikkati çeken hususlardır. - Benzetme ve aktarmalar da yazıtlarda geniş bir şekilde yer almıştır. (Aksan, 2003: 132-138).

Kitabeler üzerine Köprülü, kitabelerdeki bazı parçalarda ahenkli, samimi ve derin bir eda, derin bir lirizm ve destanî bir ruh olduğunu, üslûpta da sanatlı bir gaye takip edildiğini belirtir. Bunun yanı sıra kitabelerdeki kısa fakat kat’i ve açık cümleler, tasvirlerinde sahtelikten tamamen uzak sade ve kuvvetli bir ifade, birbiriyle âhenkli bir şekilde telif edilmiş fiiller, arada ifadeyi sıradanlıktan kurtarmak için fiillerin değiştirilmesi, tekrarlar ve üslûp inceliklerinin bu kitabeleri sıradan bir tarih belgesi olmaktan çıkardığını belirtir (Köprülü, 2003a: 58). Devamla Köprülü, doğu Türklerinin acı esaret günlerini, İmparatorluğunun yeniden kuruluşunu hikâye eden bu kitabelerde şairane bir tarz olduğunu belirtir. Üslûbunun bazı yerlerde biraz kuru, hatta mantıksal düzenlemelerden mahrum olduğuna da değinen Köprülü buna rağmen aradaki bazı parçalarda edanın canlı, ahenkli, derin ve samimi olduğuna da dikkati çeker (Köprülü, 2005b: 95).

Tüm bu noktalardan hareketle bu kitabelerden önce de gelişmiş bir yazı dilimiz olduğunu kabul etmemiz doğru olacaktır. Fakat daha önce de söylediğimiz

gibi, elde milâdi VIII. yüzyıldan önceye ait belge bulunmadığı için, ilk yazılı kayda değer belgelerimizi Orhun Kitabeleri olarak kabul ederiz. Bilge Kağan, Tonyukuk ve Kültigin adına dikilen ve Yolluğ Tigin tarafından mensur olarak taşa hak edilen bu kitabeler, Göktürk alfabesiyle, toplam 62 satır olarak sade bir dille yazılmıştır. Kitabelerde Bilge Kağan’ın, çektikleri sıkıntılardan kendilerinden sonra gelen Türklerin ders almaları ve buna göre davranmalarını öğütler üslubu dikkati çeker.

Kitabeler, Rus subay Yadrintsev tarafından bulunmuştur. Âbideleri çözümleyen ise Danimarkalı dilci Thomsen’dır. Edebiyatımızda kitabeler üzerine ilk çalışmalar yapan Necip Âsım olmuştur. O, Ahmet Mithat’a Thomsen’ın hediye ettiği eserini alarak incelemiş, Thomsen’in eserinin özellikle alfabeyle ilgili olan kısmından yararlanarak 1899 yılında “Pek Eski Türk Yazısı” adıyla İkdam Külliyatı arasında küçük bir risale neşrederek Köktürk harflerini ve âbideleri ülkemizde ilk kez tanıtmıştır (Ercilasun, 2004: 64). Kitabeler üzerine çalışmalar yapan diğer araştırmacılar ise; Hüseyin Nâmık Orkun, Muharrem Ergin, Talat Tekin ve Osman Fikri Sertkaya’dır.

Göktürkler döneminden sonra Orta Asya’da Uygurlar hüküm sürmeye başlamıştı. Uygurların önceki dönemlerde yaşayan Türklerden farklı bir özelliği vardı. Bu farklılık dinî bir farklılıktı. Uygurlara kadar olan dönemde Türkler, Şamanizm de denilen Gök Tanrı inancına sahiptiler. Uygurlar ise 762 yılında, hükümdarları Böğü Kağan zamanında Maniheizm inancını benimsediler. Maniheizm inancının haricinde Uygurlar ayrıca, Budist rahipler vasıtasıyla öğrendikleri Budizm’i de benimsediler. Bu iki din aslında, Türklerin yaşam biçimlerine ters öğretilere sahipti. Her şeyin başında Türkler göçebe bir milletti. Halbuki Budizm ve Maniheizm ise yerleşik hayâtı savunan dinlerdi. Uygurlar bu sebeple göçebe yaşamdan yerleşik yaşama geçmiştir. Bunun yanı sıra Türkler savaşçı bir milletti. Budizm ve Maniheizm inançları ise savaştan ziyade sanata önem veriyorlardı. Özellikle Maniheizm dininin kurucusu Mani’nin, ressam ve şair olması, Türklerde resim ve sanata önem verilmesinde etken oldu.

840 yılından sonra Uygurlar, siyasî mücadeleler sonucu Ötüken’den ayrılıp Kansu ve Doğu Türkistan’ın kuzeydoğusuna yerleşince yoğun bir tercüme faaliyeti başladı. Bu tercümeler Uygur ve Mani alfabeleriyle yazılmış dinî metinlerdi. Bunların VIII. asrın ikinci yarısına ait oldukları sanılmaktadır. XI. asırdan itibaren Burkancılık yani Budizm, Türkler arasında yayılınca, Mani dinini benimseyenler azınlıkta kaldı (Komisyon, 2001: 476). Burkancı Uygurlardan günümüzde elde kalan eserlerin büyük çoğunluğu dinî eserlerdir ve bunlar Turfan kazılarında ele geçirilmişlerdir.

Mani dinine ait metinlerin haricinde, Uygurlardan bugüne dikkati çeken ilk yapıt 10 kitap ve 31 bölümden oluşan Altun Yaruk adlı eserdir. Eserin aslı Sankritçe olup Singku Seli Tudun tarafından Uygurcaya çevrilmiştir. Uygurlar döneminden elde kalan bir diğer eser, lisanının düzgünlüğü, cümlelerinin kısa ve açık oluşu ve ifadelerindeki samimiyet ile dikkati çeken Sekiz Yükmek adlı dinî eserdir (Banarlı, 1998: 76).

Uygurlardan bugüne ele geçen diğer eserler; Prens Kalyanamkara ve Papamkara adıyla meşhur olan “Edgü Ögli Tigin ile Ayıg Ögli Tigin” adlı eser, Toharcadan çevrilmiş Çeştani Bey Hikâyesi ve Maytrisimit adlı eserlerdir (Ercilasun, 2004: 82).

Bu dönemden kalan şiirlerde dikkati çeken husus; umumiyetle dörtlükle yazılmış olmaları, ahenk unsuru olarak mısra başı kafiyenin yanı sıra, dize içi iç aliterasyonların da kullanılmasıdır. Kelime ve mısraların tekrarı da ahenk unsuru olarak dikkatimizi çeker. Güzel, Uygurlar döneminde pek çok edebî eserin dinî ve vecdî muhtevalı olduğunu vurgulayarak bu dönemde kullanılan nazım şekil ve türlerinin yine İslâmi dönem Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı’nın nazım şekil ve türleriyle benzer olduğunu belirtir (Güzel, tarihsiz: 17).

4.2. İSLÂMİYET SONRASI TÜRK EDEBİYATINA GENEL