• Sonuç bulunamadı

Atabetü’l Hakayık - Edip Ahmed Bin Yükneki

BULGULAR VE YORUMLAR

4.2. İSLÂMİYET SONRASI TÜRK EDEBİYATINA GENEL BAKIŞ BAKIŞ

4.2.2. İslâmi Dönem Türk Edebiyatı

4.2.2.3. Atabetü’l Hakayık - Edip Ahmed Bin Yükneki

Atabetü’l Hakayık, XII. yüzyılın ilk yarısında Edip Ahmed Bin Yükneki tarafından kaleme alınan, insanların İslâmi kurallara göre eğitimini esas alan bir ahlâk kitabıdır. Edip Ahmed, XI. asır sonlarıyla, XII. asrın ilk yarısında yaşamış, Arapçayı, Farsçayı öğrenmiş; tefsir, hadis gibi İslâmi ilimleri tahsil etmiş, takva sahibi âlim ve fâzıl bir Türk şairidir.

Gözleri görmeyen bu Karahanlı devri Türk şairi hakkında kaynaklarda yeterli bilgi yoktur. Şöhreti XV. yüzyılda Ali Şîr Nevâî dönemine kadar devam etmiştir. Nevâî, Nesâim ül-Mahabbe adlı eserinde Edip Ahmed’in İmam-ı Âzam’ın talebesi olduğu ve İmam-ı Âzam tarafından çok beğenildiği şeklinde menkıbevî malûmatı kaydeder (Ercilasun, 2004: 158).

Edip Ahmed’in İslâmi ilimlere, mesela tefsir ve hadise, sonra Arap diline hâkimiyetinden klâsik bir medrese tahsili görmüş olduğu derhal anlaşılıyor. Eserde âyetlere ve hadislere daima telmihlerde bulunulur. Kutadgu Bilig’de felsefe hâkim unsur iken, bu eserde din unsuru ön plandadır. Eser, Şehnâme vezni olarak da bilinen feûlün, feûlün, feûlün, feûl vezniyle yazılmıştır. 40 beyit, 101 dörtlük olmak üzere eser toplam 484 mısradan ve 14 bölümden oluşur (Genç, 2005: 90).

Eser, Hakaniye Türkçesiyle, Arapça ve Farsça kelimelerle ve Kutadgu Bilig’e göre daha ağdalı bir dille kaleme alınmıştır. Atabetü’l Hakayık, ilkin bütün İslâm eserleri gibi münacat, naat, sahabeler methi ile başlar. Ardından Emirü’l Ecel Dâd-ı Sipehsâlar Mehmed Bey hakkında bir methiyeden sonra, ilmin menfaati ve cehlin zararları, lisanın korunması, âdâb ve rüsûmu, dünyanın dönüşü, cömertlik ve hasislik, ahlâkın keremi, muhtelif nasihatlar, itizar ve hatime kısımlarını ihtiva eder (Köprülü, 2003a: 201).

Eserde, bilgi ve dil hakkında yer alan görüşlerle, Kutadgu Bilig’dekiler arasında büyük paralellikler vardır. Ancak sanat değeri bakımından Kutadgu Bilig’deki zenginlik Atabetü’l Hakayık’ta görülmez. Sonuçta sanat değeri yüksek bir metin değil, bir ahlâk kitabı ortaya koymuş olan Edip Ahmed’in amacının, eserdeki

konuları her okuyanın kolayca anlayıp akılda tutabileceği bir biçimde açık bir dille ve manzum olarak ortaya koymak olduğu düşünülürse, bu işi mükemmel bir şekilde başardığı söylenebilir (Arat, 1992: 8).

Karahanlı dönemi şiiri hakkında çalışmalar yapan Tekin, dönemin manzum eserlerini halk şiiri ve aydın zümre şiiri olmak üzere ikiye ayırır. Atabetü’l Hakayık’ı da aydın zümre şiiri arasında sayar. Tekin, milli ölçü olan hece vezni ve yine milli nazım birimi olan dörtlüklerle yazılıp konu olarak da İslâmın etkisi dışında kalan halk şiirine karşılık, aydın zümre şiirinin İslâmi ölçü birimi olan aruz ve genellikle yine İslâmi nazım birimi olan beyitlerle yazıldığını dile getirir (Tekin, 1986: 81-82).

Atabetü’l Hakayık’ın elimizde bugün üç adet nüshası bulunmaktadır:

- İstanbul’da 1480 yılında hem Uygur, hem de Arap harfleriyle yazılmış bir nüsha, Necip Asım tarafından 1906 yılında Ayasofya Kütüphanesi’nde bulunup bilim âlemine tanıtılmıştır.

- Bir diğer nüsha eserin Semerkand’da yazılmış daha güzel bir nüshası olup Necip Asım tarafından 1925 yılında aynı kütüphanede bulunmuş, bilim âlemine tanıtılmıştır.

- Üçüncü nüsha ise Topkapı Sarayında bulunmuş olup, Arap harfleriyle yazılmıştır ve II. Bayezid’in mührünü taşımaktadır.

Eser üzerine Jean Deny çalışmalar yapmış, bizde de Reşit Rahmeti Arat yukarıda isimlerini saydığımız üç nüshayı karşılaştırmış, bu çalışmayı da 1951 yılında Türk Dil Kurumu yayınlamıştır (Genç, 2005: 90).

4.3. TASAVVUF

Öncelikle tasavvuf kavramının kimi kaynaklarda yer alan tanımlarına bakmanın yararlı olacağı kanısındayız.

4.3.1. Tasavvuf

Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlüğü’ nde tasavvuf; “1- Tanrının

niteliğini ve evrenin oluşumunu varlık birliği (Vahdet-i Vücud) anlayışıyla açıklayan dinî ve felsefî akım, 2- Kur’an da önerilen ve Peygamberin hayâtında uygulamaları görülen hayât tarzını yaşama gayreti, İslâm gizemciliği” şeklinde tanımlanmıştır

(Türkçe Sözlük, 2005: 1911).

Ferit DEVELLİOĞLU’ nun Osmanlıca-Türkçe Lûgat’ında tasavvuf:

“Sofulaşma, gönlünü Allah sevgisine bağlama.” şeklinde tanımlanmış (Devellioğlu,

2000: 1036).

Süleyman ULUDAĞ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü adlı eserinde tasavvuf

kelimesini farklı şekillerde tanımlamıştır:

“1.Sof giymek, saf olmak; ilk safta bulunmak, suffa ashabı gibi yaşamak. 2. a-Tasavvuf baştanbaşa edeptir. b-Kötü huyları terk edip güzel huylar edinmektir. c-Kimseden incinmemek, kimseyi incitmemektir. ç-Nefse karşı girişilen ve barışı olmayan bir savaştır. d-Herkesin yükünü çekmek, kimseye yük olamamaktır. e-Bütün mensuplarının birbirini dost ve kardeş tanıdığı bir birliktir. f-Hak ile birlikte ve O’nun huzurunda olma halidir. g-Hakk’ın seni senden öldürmesi ve kendisiyle yaşatmasıdır. ğ-Keşf ve temaşa halidir. h-Temiz bir kalp, pak bir gönül sahibi olmaktır. ı-Hakk’a ermektir” (Uludağ, 2001: 399-400).

İskender PALA’ nın Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü adlı kitabında

tasavvuf kısaca “İslâm mistisizmi” şeklinde tanımlanmıştır (Pala, 2000: 383).

Mahir İZ, Tasavvuf adlı eserinde tasavvufu; “Hakk’ın hoşnutluğunu

kazanmak ve ebedî saâdete ermek için nefisleri temizleme, ahlâkı tasfiye, iç ve dışı tenvir, sûret ve sîreti tezkiye hâllerinden bahseden bir ilimdir” şeklinde tanımlamıştır

Tasavvufî anlamda pek ileri derecede mertebelerden geçen Cüneyd-i

Bağdâdi tasavvufu, “Tasavvuf, Hakk’ın seni senden gidermesi ve kendiyle ihyâ

(yaşama) etmesidir. Tasavvuf, mâsivâ ile alâkayı keserek, Cenab-ı Hakk ile beraber olmaktır.” Mâsivâ ile alâkayı kesmek demek, Hakk’dan gayrı olan herşeyi terketmek

demektir (İz, 2001: 58).

Erman ARTUN, Dinî-Tasavvufi Halk Edebiyatı adlı kitabında tasavvufu;

“İslamiyetin doğuşundan kısa bir süre sonra ortaya çıkmış, özellikle tarikatlar ve tekkeler aracılığıyla İslam dünyasında etkisi yüzyıllar boyu sürmüş, şeriatın emir ve yasaklarını yumuşatmaya, Allah’a sevgiyle varmaya yönelik bir düşünce ve inanç sistemidir.” şeklinde tanımlamıştır (Artun, 2002a: 17).

Abdurrahman GÜZEL, Dinî-Tasavvufi Halk Edebiyatı adlı kitabında

tasavvufu; “Kişinin; Hakk’a boyun eğmesi, daima O’ nunla beraber olduğunu

hatırlayarak dünyasını da O’ na göre düzenlemesi, O’ nu duyması, O’ nu yaşaması, bütün benliği ile kalbini O’ na bağlaması, dünyayı âhiretin bir ekim ve verim tarlası kabul ederek, hem dünyasını, hem de âhiretini kazanacak şekilde doğru, dürüst, ahlâklı, çalışkan, üretken olması, Allah’a giden yolda İnsan-ı Kâmil mertebesine ulaşacak yola yönelmesi; iki gününü birbirine eşit olmayacak şekilde daha ileriye yürümesi, yürütmesi ve yükselmesi, insanlar arasında birlik ve beraberliği temin etmeye çalışmasıdır.” şeklinde tanımlamıştır (Güzel, tarihsiz: 79-80).

Nihat Sami BANARLI’ nın Resimli Türk Edebiyatı Tarihi Ansiklopedisi’nde tasavvuf; “İslam Dünyası’nda sosyal hayâtla geniş ölçüde

birleşerek inanmış halk kitleleri arasında büyük alâka ve heyecan uyandıran bir imân, bir fikir ve irfan cereyanı ve bir aşk hadisesidir.” şeklinde tanımlanmıştır

(Banarlı, 1998: 115).

Abdülkadir Karahan, Türk Kültürü ve Edebiyatı adlı eserinde tasavvuf

kavramında, gerçeğe gönül yoluyla veya bir irade zorlayışıyla ulaşılabileceğini kabul eden felsefe ve din öğretisi olarak tanımlandığını belirtir (Karahan, 1998: 51).

Cemal KURNAZ ve Mustafa TATÇI’ nın Yesevîlik Bilgisi adlı kitabında

Namık Kemal ZEYBEK; “İslâm şeriatının özü, İslâm şeriatının bâtını, tam ve olgun

Müslüman olma yolu, bu anlamda yaşanan bir –hâl- dir.” şeklinde tasavvuf

tanımlanmıştır (Kurnaz – Tatçı, 2000: 19).

İlhan GENÇ, Örneklerle Eski Türk Edebiyatı Tarihi adlı eserinde tasavvufu;

“Terim olark mahiyetini ve kâinatın oluşumunu Vucûd-ı Mutlak (=varlığın birliği) anlayışıyla açıklayan dinî ve fikrî akıma denilmiştir” şeklinde açıklamıştır (Genç,

2005: 103)

Türkler tarih boyunca, birbirinden farklı pek çok dinin ve inanç sistemlerinin etkisinde kalmışlardır. Özellikle Orta Asya’daki ilk Türk topluluklarının inanç sistemleri; atalar kültü, Gök Tanrı kültü ve tabiat kültlerinden oluşmaktaydı. Bunların arasından en çok etkisi hissedilen atalar kültüydü. Atalar kültü, ata öldükten sonra ailesine yardım edeceği inancından doğan, korku ve saygıyla karışık bir inançtan oluşmaktaydı. Bu kült, Türklerin Maniheizm ve Budizm gibi inançları kabul etmesinden sonra da devam etmiştir (Artun, 2002c: 26).

Türkler, Göktanrı inancına sahip oldukları dönemde, evrensel ve semavî dinlerin tek Tanrı anlayışına yakın özelliklere sahip bir Tanrı anlayışına erişmiş bulunmaktaydılar. Eşi ve benzeri olmayan, insanlara yol gösteren, onların varlıklarına hükmeden, onları cezalandıran ve mükâfatlandıran bir “Ulu Varlık” inancı, Türklerin daha Asya Hunları çağında moneteizme doğru gelişmiş bir yüksek dine sahip olduklarını düşündürmüştür. Kendisine itaat edilmesi gereken ve koruyucu olan Göktanrı, aynı zamanda yüksek bir ahlâki karaktere de sahiptir. Özellikle Göktürkler çağında, o büsbütün manevî bir kudret haline yükselmiştir.

X. yüzyılın ilk yarısında Oğuzları ziyaret eden, Abbasi halifesinin elçisi İbn Fadlan’ın “Bir Türk zulüm gördüğü veya zorlukla karşılaştığı zaman başını yukarı

kaldırıp ‘Bir Tanrı’ diye dua eder” şeklindeki izlenimleri, bu inancın müteakip yüzyıllarda da devam ettiğini bize göstermektedir… Türklerin tek tanrı inancını haber veren sadece bunlar değildir. Makdisî veya Gürcü yazarlar yahut Süryanî Mikael ya da Avrupalı seyyahlar da (Rubruk, Plan Carpin, Marco Polo vs.) buna tanıklık etmektedirler. Nitekim eski Türklerdeki Ulu Tanrı anlayışı Müslüman Türklerde de devam etmiştir (Günay-Güngör, 2007: 64).

İslâmiyet, X. asırda, Türkler arasında millî ve yaygın bir din haline gelmeden önce Türklerin dinî bakımdan görünümleri bir parçalanma manzarası gösterir. Moğolistan’dan Tuna boylarına kadar geniş bir bozkır sahası içinde yaşayan göçebeler millî Şaman dini ve kültürü çerçevesi içerisinde bulunuyorlardı. Göktürk kitabeleri ve daha sonra türlü Türk kavimlerine ve Moğollara dair İslâm kaynaklarında verilen bilgiler İslâmiyetin yayılışı sırasında Şamanî Türklerin bir tek Tanrı’ya inandıklarını ve bundan hareketle bu dinin, din tarihçilerinin ileri bir inanç merhalesi olarak kabul ettikleri, vahdeniyetçi bir seviyeye eriştiğini açık olarak göstermektedir (Turan, 1999: 2-3).

Eski Türk inanç sistemi, İslâmiyet ile o kadar güzel ve başarılı bir şekilde birleştirilmiştir ki; halk, onun şiirlerini dinlerken yeni bir kavram bile olsa daha önceden âşina olduğu fikirlerden ayrı olabileceğini düşünememiştir. Dede Korkut ile Yunus Emre halk için aynıdır. Böylece eski kültürümüzün epik karakteri ve ifade kalıpları yeni mistik dönemde de devam etmiş ve halk da bunu yadırgamadan anlayabilmiştir (Türkmen, 1991a: 54).

Türklerin tasavvuf ile tanışmaları hemen hemen İslâmiyeti kabul ettikleri ilk döneme denk gelir. Bu da yaklâşık 8. yüzyıl ile 12. yüzyıllar arasındaki bir zaman dilimini kapsar. Bilindiği gibi Türklerin Orta Asya’daki en büyük inancı Şamanizm olarak da adlandırılan Gök Tanrı dinidir. Çin kaynaklarının Türk din tarihi bakımından en önemlilerinden olan Vey-şu’da, ilk dönem Türk dini hakkında şu bilgiler yer almaktadır:

a. Türkler Doğu yönüne hürmet ederler ve Han’ın otağına doğu taraftan girerler,

b. Bütün Türkler her yıl ecdat mağarısına gidip, orada kurban keserler, c. Beşinci ayın ortasında (10-20 günleri arası) ırmak kenarına gidip Gök

Tanrı’ya (Gök’ün Ruhu’na) kurban sunarlar,

d. Bodin-İnli adlı dağ zirvesini ziyaret ederler (Günay-Güngör, 2007: 70).

Şamanizm ile İslamiyet arasında pek çok benzerliğin bulunması Türklerin Müslüman olduktan sonra İslâmi akaidleri kolayca benimsemelerine yardımcı olmuştur. Bu benzerliklere, tek tanrı kavramını (Tanrı Ülgen), şeytan kavramını (Erlik), evrenin yaratılışı ve sonu ile kurban kesme gibi kavramları da örnek olarak verebiliriz. Bunun yanı sıra şamanların göğe yükselmek için kullandıkları bineğin adı “Barak” iken, Hz. Muhammed’in miraç için göğe yükselirken bindiği bineğin adı da “Burak”’tır. Bu konuda ayrıntılı bilgi için Abdülkadir İnan’ın “Tarihte ve Bugün Türklerde Şamanizm, Materyaller ve Araştırmalar” adlı kitabına bakılabilir.

Türklerin tasavvuf akımını sahiplenmelerinin ardında farklı sebepler yatmaktadır. Gerek İslâm’dan önceki eser ve kitabelerin, gerek bazı Çince tarihî belgelerden, Türkmenlerin Müslüman olmadan önce de bir Allah’a inandıklarını açıkça anlıyoruz (Ülken, 2006: 54). Konu üzerine Abdülkadir İnan, İslâmiyeti kabul etmiş Türklerin ve diğer kavimlerin eski dinlerinden kalan birçok inanç, gelenek ve âyinleri yeni dinlerine sokmaya muvaffak olduklarını ve bu Şamanist geleneklerinin çoğunun güya İslâm talimatından inmişçesine uygulandığını belirtir. (İnan, 1986: 204). Ayrıca İnan, Müslüman Türklerde Altay şamanlığının geleneklerinin yüzyıllar boyunca unutulmadığını, X. yüzyıl başlarında İslâmiyeti kabul etmeye başlayan ve XI. yüzyılın ilk yıllarında tamamiyle Müslüman olarak Horasan’a geçen Selçuk Oğuzlarının, Dede Korkut Hikâyelerinden anlaşıldığına göre, XV. yüzyılda birçok şaman geleneklerini muhafaza ettiklerini belirtir. İnan, bunlara örnek olarak da şu durumları gösterir: Matem törenlerinde ölünün bindiği atın kuyruğunu keserek kurban etmek, aygır kesip aş vermek, kurbanı-adağı nezir edenin çevresinde dolaştırmak, ağacı kutlu saymak gibi (İnan, 1986: 207). İslâmiyet öncesi Şamanizmle, İslâmiyetteki kimi hususların benzerliğine dikkati çeken Ülken bu durumu şöyle örneklendirir: “Şamanlar “barak”da otururlar ve odalarında bir

çıkmaları için bir vasıtaydı. Acemlerin “simurg”u, İslâm’ın “Burak” ı şamanların da bir “Barak” ı vardı. Bu hayvan tuğrulla köpeğin birleşmesinden doğmuştu. Şaman (barağın) üzerine biner ve Allah’la görüşmeye giderdi. Bununla beraber Türkmen’in töreci dini gayet amelî ve dünyevî bir dindi” (Ülken, 2006: 57).

Ülken, Türk mistiklerinin temel hususlarını şu şekilde sıralar:

-Türk mistiklerinde, mücerret metafizikçi karakter yerine ekseriya amelî ahlâkçı bir vasfın hâkim olduğu görülüyor. Bedii bir gaye ile tasavvuf yapanlarda bile bu ahlâkçı ve amelî vasıf fark edilir: Mevlana gibi…

-Yine bunun neticesi olmak üzere Türk mistikleri ekseriya nizamcı ve teşkilatçıdır. Bazı Batınî hareketleri müstesna olmak üzere, hiçbirisinde mevcut içtimaî nizama muhalif anarşik bir ruh yoktur. Bu itibarla halk arasındaki kapalı mezheplerle İslâmî Türk mistiklerini karıştırmamalıdır.

-Kâmil insan telakkisinde gerek Orta Asya Uygur metinleri, gerek İslâmi eserler üzerinde Maniheizm’in kuvvetli tesirleri görülmektedir. Bu da bize İslâm-Türk mistiklerinin muhtelif tesirlerinden müstakil olarak tetkik edilemeyeceğini gösterir.

-Yetmiş iki millete bir gözle bakmak akidesi bir taraftan İslâm telakkilerinin, diğer taraftan eski Türk dilinde hâkim olan hoşgörü fikrinin neticesidir( Ülken, 2006: 310)

Bu inançta; sıkı, sert sünnî kurallar yerine Türklerin önceki inançlarından da izler yer alıyordu. Eski inançlarından büyük ölçüde izler taşıyan bu yeni inanç sistemine Türklerin uyumsaması bu dervişler sayesinde o kadar da zor olmadı. Türkler, kendilerine ilahiler okuyan, cennetin ve mutlu olmanın yollarını gösteren, İslâm’ı katı, şer’i kurallar yerine bir hoşgörü dini olarak gösteren, uygulayan ve yalnızca Allah rızası için pek çok iyilikte bulunan bu dervişleri, İslâmiyet öncesindeki kutsal saydıkları ozanlara benzetmiş ve onlara sahip çıkmışlardır.

Tasavvuf akımının Türkler arasında hızla yayılmasını Yardımcı beş temel sebebe bağlar. Bunlar;

-Tasavvuf gibi ince ve derin düşünce sistemini Türk halkı yadırgamamış, eski geleneklerinden bazılarına yakın yönleri olduğu için benimseyip bağlanmıştır. (Bu husus üzerinde daha önce tarafımızdan durulduğu için burada yeniden girilmeyecektir.)

-İslâm dünyasında ortaya çıkan lüks yaşam, sefahat ve israfla dinin manevî boyutunu göz ardı eden katı davranışlı bazı din büyüklerinin tutumu da tasavvufun Anadolu’da hızla yayılmasında etkili olmuştur.

-Haçlı seferlerini yapanların önünde Batılı din uluları vardı. Türklerde de yarı asker ve mutasavvıf olan kişiler hem savaşları destekledi, hem de tasavvufun Anadolu’da yayılmasında etkili oldular.

-Horasan’da yaşayan, Horasan Erenleri de denilen birtakım mutasavvıf ve aydınlar, Anadolu’ya yepyeni bir düşünce anlayışı getirmişler, kentlerde dergâhlar, ilçe ve köylerde tekkeler açılmasına neden olmuşlar, tasavvufun hızla yayılmasına çalışmışlardır.

-Özellikle XIII. ve XIV. yüzyıllarda Anadolu’da Moğol akınları nedeniyle can ve mal güvenliği kalmamış, halk yoksullaşmıştı. Mutluluk arayan insanlar dünyadan elini eteğini çekerek, kendilerini tasavvuf felsefesine vermişler, bu şekilde tasavvufun hızla yayılmasını sağlamışlardır (Yardımcı, 2008: 61).

İslâm tasavvufundaki bazı müşterek esasları da şu şekilde sıralayabiliriz: - Bütün sûfiler nazarında “Varlık birdir ve O da Allah’tır”

- İnsanın son gayesi infirad’ı bırakmak, varlığın birliğine karışmaktır. - Kâmil insan, işte bu mertebeye yükselen, yani varlığın birliğine

karışandır.

- Birliğin yani Allah’ın hakikatine varmak için nefis bilgisinden yola çıkmalıdır. (Ülken, 2006: 311).