• Sonuç bulunamadı

BULGULAR VE YORUMLAR

4.4. ANADOLU’DA TASAVVUFÎ HALK EDEBİYATININ OLUŞMASI OLUŞMASI

4.4.1. Tasavvuf Akımının Anadolu’ya Tesiri ve Başlıca Tarikatlar

4.4.1.5. Nakşibendîlik

4.4.1.4. Rufaîlik

Şeyh Ahmed Rufaî tarafından XII. yüzyılda kurulmuş bir tarikattır. Ahmed Rufaî, Abdulkadir Geylanî’nin öğrencisidir. Rufaîyenin dikkat çekici yönü, ilk dönemlerinde olmamakla beraber, zaman içinde tarikat mensuplarının vücudun bazı yerlerine şiş sokmak, kılıcın keskin tarafına basmak, ateşle oynamak gibi ilginç hareketlerde bulunmalarıdır. Rufailiğin bu yönü özellikle Batı dünyasının ilgisini çekmiş, tarikat üzerinde çalışmalar yapılmasında etkili olmuştur (Kara, 2003: 232). Tarikatta akıl da çok önemli bir yere sahiptir. İlm-i ilâhi akılla elde edilir.

4.4.1.5. Nakşibendîlik

Kurucusu Mehmed Bahaüddin Nakşibend olup, XIV. yüzyılda kurulmuştur. Nakşıbend sözcüğünün kelime anlamı, Farsça nakış yapan olup, kalpleri nakış gibi işlediği ve süslediği için bu adı almıştır. Tarikat hem batınîlerden, hem de zahirîlerden rağbet görmüştür. Özellikle Orta Asya’da etkin olan bu tarikat, Türkler arasında bir hayli rağbet görmüştür. Tarikat Yesevîlikten de etkilenmiştir. Kara, Nakşibendî tarikatının, sohbet esası üzerine kurulu olduğunu ve rabıtaya önem verildiğini belirtir (Kara, 2003: 232).

XVIII. asırda Mevlânâ Ziyâeddin Bağdâdî ile tarikat, Osmanlılarda hem genişlemiş, hem de istikrar kazanmıştır. Osmanlı padişahları özellikle bu asırda Nakşibendîliği himaye etmişlerdir (Eraydın, 2004: 372).

4.4.1.6. Mevlevîlik

Mevlevîliğin temel dayanak noktası Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi olduğu için burada kısaca hayatı ve eserleri hakkında bilgi vermenin yararlı olacağı kanaatindeyiz. Asıl adı, tezkire yazarlarının da ittifakıyla, Muhammed, lâkabı ise Celâleddin’dir. Bunun haricinde Mevlânâ Hüdâvendigâr, Mollâyı Rûm, Mevlânâ-yı Rûm lâkaplarıyla anılan Celâleddin Muhammed, bugün Afganistan’ın kuzeyinde yer alan Belh şehrinde 30 Eylül 1207 tarihinde doğmuştur. Mevlânâ’nın Rûmî diye şöhret kazanması, uzun bir seyahatten sonra, Konya’ya gelip yerleşmesi, uzun zaman burada ikâmet etmesi ve ömrünün bir kısmını burada geçirmesi ve türbesinin burada olmasından kaynaklanmaktadır (Şentürk, 2004: 84).

Mevlânâ öncelikle babası Bahâeddin Veled’den tasavvuf ilmiyle ilgili eğitimleri aldı, babasının ölümünün ardından da Seyyid Burhâneddin Muhakkik Tırmızî’den dinî ve tasavvufî ilimlerle ilgili dersler aldı. Seyyid Burhâneddin’in ölümünden beş sene kadar sonra da, 1244-45 yıllarında Şems-i Tebrizî ile karşılaştı (Eraydın, 2004: 347). Onla tanıştıktan sonra da Mevlânâ’nın hayata bakış açısı değişti. Artık kimseyle görüşmüyor, saatlerce Şems ile sohbet ediyor, ondan başkasını gözü görmüyordu. Aralarındaki bu samimiyet Mevlânâ taraftarlarınca hoş karşılanmadı ve Şems’in gitmesi için Şems’e baskılar yapılmaya başlandı. Bu baskılar neticesinde Şems, Konya’dan ayrılıp Şam’a gitmek zorunda kaldı. Ancak bu ayrılık en çok Mevlânâ’yı etkiledi. Her şeyden elini eteğini çeken Mevlânâ kimseyle görüşmemeye başladı. Bu durum oğlu Sultan Veled’i üzdü. Şems’i yeniden Konya’ya getirmek için Şam’a gitti ve Şems ile tekrar Konya’ya döndü. Ancak Şems’in bu dönüşü çok kısa sürdü. Kısa bir zaman sonra talebeler ve halk arasında tekrar huzursuzluklar baş gösterince Şems bir gece sessiz sedasız Konya’dan ayrıldı. Bir başka görüşe göre ise Şems’in düşmanları onu gizlice öldürdü, cesedini de bir kuyuya attılar (Genç, 2005: 151).

Şems’den sonra Mevlânâ kendisine Selâhaddin Zerkûbi’yi dost edindi. Ancak Konya halkı bu dostluğu da kıskandı, 1258 yılında Selâhaddin vefat etti. Mevlânâ başka bir müridi olan Hüsameddin Çelebi’yi kendisine halife seçti. Hüsamettin, Mevlânâ’ya Mesnevî’yi yazma fikri verdi ve birlikte hemen işe koyuldular.

Mesnevî’yi Mevlânâ söylemiş, Hüsameddin de yazmıştır. Hüsameddin Çelebi, Mevlânâ’nın vefatından 11 yıl sonra vefat etti (Güzel, 2006: 287).

Musıkî, semâ ve şiir gibi üç cazip vasıtaya dayanan Mevlânâ, Anadolu’nun Acem kültürüne düşkün şehirlerde ve kültür seviyeleri yüksek kesimlerde tutundu. Yine de onda, musıkî ve semânın varlığını araştıran araştırmacılar, bunu eski Türk dinine bağlamaktadırlar (Günay-Güngör, 2007: 404). Mevlânâ, yaşadığı dönemin romantizmi içinde de önemli bir mevki sahibi olmuştur. O, hem eserlerindeki, hem de sohbetlerindeki fikirleriyle, yalnız İslâm dünyasında değil, Hristiyan dünyasında ve diğer dinî toplumlarda da bir hoşgörü üstâdı olarak yankı uyandırmıştır (Güzel, 2006: 291).

Gölpınarlı, Mevlânâ’ya göre aşkın, yaratıcının vasıflarından olduğunu belirtir. İnsan, neyi ve kimi severse sevsin, bu sevgi gerçek varlığadır. Bu bakımdan o, insanı gerçek aşka götüreceği için geçici aşkı da hoş görmekte ve beşerî zaafı unutmamaktadır. Zaten Mevlânâ’ya göre hiçbir şey, mutlak olarak hayır olmadığı gibi, mutlak olarak şer de değilidir. Her birinin yerinde faydaları vardır (Gölpınarlı, 2002: 30).

Mevlânâ, bütün eserlerini Farsça yazdığı halde Arapça ve Farsça yazan pek çok çağdaşı gibi, yeni yetişen Türk şairlerini ve yazarlarını çok etkilemiştir. En başta da Mevlevî tarikatının kurucusu da olan oğlu Sultan Veled eserlerinde babası Mevlânâ’nın düşüncelerini yaymıştır (Artun, 2010a: 118).

Eserleri Divân- Kebir

Tasavvufî edebiyatı en çok etkileyen eseridir. Tasavvufu, duyulan, yaşanılan bir manevî iklim olarak görüp onun ilham ve aşk yoluyla anlaşılabileceğine inandığından şiiri de bu amacının aracı olarak kullanmıştır. Aruz’un bütün vezinleriyle yazılmış nazım şekilleri arasında en güzel olanları gazeller olmakla birlikte, kasideleri, müstezadları, terci’leri, rubaileri; tasavvuf edebiyatında lirizmin,

ulaşılmaz hayallerin şahaserleri olarak değerlendirilirler. Şiirlerinin dili Farsçadır, mahlas olarak da Şems’i kullanmıştır (Genç, 2005: 152).

Eser, İngilizce ve Almancaya çevrilmiş, Abdülbâki Gölpınarlı Divân-ı Kebir tercümesini 1960 yılında beş cilt olarak yayınlamıştır.

Mesnevî

Farsça yazılan eser, mesnevî nazım şekliyle ve aruzun fâilâtün fâilâtün fâilün vezniyle yazılmıştır. Mesnevî’nin üslûbu son derece akıcıdır. Fakat beyitler, hızlı bir şekilde yazıldığından fazla özenilip işlenmemiştir. Sonraki müstensihler bazı üslûp ve vezin aksaklıklarını düzeltmişlerdir. Mevlâna, didaktik olan eserinde belirli bir plan takip etmemiş, herhangi bir konuyla alâkalı bir hikâye anlatırken, çağrışım kabiliyetiyle başka bir hikâyeyi hatırlamış, o hikâye, kendisini dinî, insanî konulara sürüklemiş, derken başka bir hikâyeyi, bir başka olayı hatırlayıp onu anlatmaya başlamıştır. Bu şekilde devam ederken tekrar ilk hikâyeye dönüp onu bitirir. Onun kullandığı bu üslûp, okuyanları meraklandırıcı ve sürükleyici bir etki oluşturur (Şentürk, 2004: 85).

Mesnevî konusunda en mükemmel çalışmayı, R. A. Nicholson yapmıştır. Eserin şerhini Türkiye’de Tahir Olgun, Abülbâki Gölpınarlı ve Şefik Can yapmıştır.

Fîhi Mâ Fîh

Mevlânâ’nın sözlerinin talebeleri tarafından not edilmesiyle meydana gelmiş, orta hacimli bir eserdir. Eser bize Mevlânâ’nın sadece tasavvufî fikirlerini değil, dünya görüşü ve devrini de nakleder. Eserin bir kısmı Arapça, bir kısmı da Farsçadır (Aydın, 2004: 353).

Mektûbât

Mevlânâ’nın dönemindeki önemli kişilere yazdığı Farsça 145 adet mektuptan oluşan eseridir. Eser, manzumdur ve öğreticilik gayesi taşır. Feridun Nafiz Uzluk eseri Türkçeye çevirmiş ve yayınlamıştır (Genç, 2005: 154).

Mecâlis-i Seb’a (Yedi Meclis)

Mevlânâ’nın yedi vaazının bir araya getirilmesiyle meydana gelen eserdir. Eser ilk olarak 1937’de Feridun Nafiz Uzluk tarafından, 1965 yılında da Abdülbâki Gölpınarlı tarafından Konya’da basılmıştır (Güzel, 2006: 290).

Sonuç olarak Mevlânâ, yaşadığı dönemin romantizmi içinde önemli bir mevki sahibi olmuş; hem eserleri, hem de sohbetlerindeki fikirleriyle sadece İslâm dünyasında değil, bütün dinî toplumlarda da hoşgörü üstadı olarak yankı uyandırmıştır (Güzel, 2006: 291). Mevlevî tarikatı ise Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin ölümünün ardından oğlu Sultan Veled tarafından kurulmuştur.

Mevlânâ ve Mevlevîlik, Osmanlı kültür hayâtına yön veren temel dinamiklerden biri olarak bu çerçevede üzerinde önemle durulması gereken bir olgudur. Osmanlı Devleti içinde Mevlevîlik, özellikle XVI. yüzyıldan itibaren Osmanlı devlet adamlarından gördüğü yakın ilgiyle büyük bir güç haline gelmiştir (Horata, 2006: 551). Tarikatta temel kitap Mevlânâ’ya ait olan Mesnevî olup, tarikata, vahdet-i vücut anlayışı hâkimdir.

Tarikatte sünnîlikle çelişen görüş ve davranışlar da gözlenir. Bunların başında müzikli (ney), rakslı (semâ) âyinler gelir. Sema, Batınî inançlarda yıldızların ve kâinatın dönme sonucu oluşmasının sembolüdür. Birçok Şiî-Batınî inançlardan daha aşırı bir görünüm arz etmesine rağmen Mevlevîliğin tepki görmemesinin en büyük sebeplerinden biri, mensuplarının raks ve musikînin ahengine kapılarak kendilerini oyalayabilmesi ve devlet büyüklerinin hatta bazı padişahların bu tarikata mensup olması ve Mevlevîliği her türlü suçlamalara karşı korumuş olmalarıdır.

Tarikat, daha çok tahsil düzeyi yüksek kesimlerde, şairler, sanatkârlar ve musikişinaslar arasında yaygındır. Bu kanıya karşın Abdülbaki Gölpınarlı, “Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik” adlı eserinde, Mevlevîliğin köylere kadar yayıldığını, bunun da nedeninin Mevlevî şeyhlerinin halktan ayrılmaması olduğunu belirtir. Buna Kütahya yakınlarındaki Çakır köyünün, Bursa’daki Sikke köyünün

Mevlevî köyleri olduğunu söyleyerek örnek gösterir ve Gülşen-i Esrâr adlı eserde bu köylerin adlarının geçtiğini belirtir (Gölpınarlı, 1983: 245-246).

Sonuç olarak Mevlevîlik özellikle üst kademe sayılan yönetici sınıf içinde yayılmış, saygı görmüş, bugün de saygı görmeye devam etmektedir.

4.4.1.7. Halvetîlik

Kurucusu Şeyh Ömer Halvetî’dir. 14. yüzyılda kurulmuştur. Tarikatın temeli zikirdir. Tarikata giren kişi, her türlü dünyevî zevklerden ve geçici heveslerden kendini soyutlamalı, Tanrı’ya yönelmelidir. Anadolu ve Rumeli'de en çok tekkesi olan tarikatlardan biri hatta birincisidir. Tarikatın özelliklerinden biri de, pek çok şube ve kola sahip oluşudur.

4.4.1.8. Bayramîlik

Hacı Bayram-ı Velî tarafından Ankara’da kurulmuştur. Bayramîliğin özellikle Nakşibendîlik ve Halvetîlikten doğan bir tarikat olduğu kabul edilmektedir (Ergün, tarihsiz: 754). Tarikatta Alevî-Melâmî sufî esaslar da yaygındır. Bayramîlikte gizli zikir esas olup, vahdet-i vücud görüşü bârizdir. Bayramîlik daha sonra Bayramîlik, Melâmilik ve Celvetilik olmak üzere üçe ayrılmıştır.

4.4.1.9. Celvetîlik

Aziz Mahmut Hüdâî tarafından Bayramîliğin bir kolu olarak kurulmuştur. Vahdet-i vücud görüşü hâkimdir. Hüdâî’nin güzel şiirler yazması, hatta bestekârlık da yapması tarikatın yayılmasında ve taraftar bulmasında etken olmuştur.

4.4.2. Dinî-Tasavvufî Halk Edebiyatında Nazım Şekilleri