• Sonuç bulunamadı

XIV. YÜZYILDA ANADOLU’DA SOSYAL VE KÜLTÜREL DURUM

BULGULAR VE YORUMLAR

4.9. XIV. YÜZYILDA ANADOLU’DA SOSYAL VE KÜLTÜREL DURUM

Daha önce de bahsettiğimiz gibi Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması aynı yüzyıla rastlamaktaydı. Özellikle 1071 Malazgirt zaferiyle Anadolu’ya Selçuklu ordularının yanı sıra göçebe Türkmenler de gelmişti. Anadolu’ya gelen bu Türkmenlerin İslâmiyeti benimsemelerinin üzerinden çok da fazla zaman geçmemişti. Bunlar arasında halâ eski Türk dini Şamanlığın etkilerini koruyanlar bulunduğu gibi, İslâmiyetten önce kabul etmiş oldukları Budizm, Maniheizm ve hatta Hristiyanlık gibi dinlerin izlerini saklayanlar da vardı. İşte tüm bu yorumların arasında Sünni İslamiyet anlayışının yanı sıra Şii-Bâtıni bir anlayışın da yer aldığı görünmekteydi (Akşin vd., tarihsiz: 209).

Türkmen babalarının temsil ettiği anlayış XIII. yüzyılın başında Moğol zulmünden kaçıp Anadolu’ya gelen Türk dervişleriyle iyice güçlendi. XIII. yüzyılda Anadolu’daki sosyal ve kültürel durumdan bahsederken yüzyılın sonlarına doğru Anadolu’da Babaî ve Mevlevî hareketlerin etkinliğinden daha önce söz etmiştik. İşte Osmanlı Devleti’nin kurulduğu bu dönem olan XIII. yüzyılın sonu, XIV. yüzyılın başlarında bu tarikatlar Anadolu’da en faâl dönemlerini yaşıyorlardı ve buralardaki mevcut beylikler üzerinde nüfuzlarını gösterdiler (Uzunçarşılı, 1982: 530). Beyliklerden bu şekilde destek ve himaye gören tarikatlar, Anadolu’da hızla yayılmışlardır.

XIII. yüzyıl sonu, XIV. yüzyılın başlarında Anadolu’da siyasî yönetim, yavaş yavaş Osmanlıların eline geçmeye başlamıştı. Kuruluş yıllarının Osmanlı hükümdarları, genel olarak sünnî anlayışı benimsemiş olmalarına rağmen, bu anlayış dışında kalan diğer dinsel yorum ve akımları da hoşgörüyle karşılamışlardır. Bu durumun sonucu olarak Anadolu’da, medreseden yetişenlerin temsil ettiği anlayıştan başka, değişik bazı dinsel yorum ve anlayışları savunan dervişlerin çevrelerine kümelendikleri Bektaşîlik, Mevlevîlik, Bayramîlik ve diğer birtakım Türk tarikatları kurulma, gelişme ve yayılma olanağı bulmuşlardı. Bu hoşgörü anlayışına rağmen kimi zaman sünnî görüşe aykırı fikirler öne süren tarikatların bazı ileri gelenleri öldürülmüşlerdir (Akşin vd., tarihsiz: 210).

Osmanlı beyliği kurulurken tarikatların Anadolu’daki etkileri de yavaş yavaş artmaktaydı. Osmanlılar bu dönemde Anadolu’da etkisini hissettiren bir grup olan ahilerden ve onların reislerinden yararlanmışlardı. Özellikle beyliğin kurucusu Osman Bey’in, Ahi şeyhi Şeyh Edebalı’nın kızıyla evlenmesi Osmanlı üzerinde Ahilerin desteğini arttırmıştı. Osman Bey mübarek günlerde Edebâli’nin Bilecik’teki tekkesine giderek dinî ve idarî konularda onun düşüncelerine de başvururdu. Bu sayede Osmanlı, daha kuruluşundan itibaren Anadolu’da birliği sağlamak adına, kendine önemli bir müttefik edinmişti.

Ahiler hakkında tarihi bilgilerin bulunduğu ilk kaynak, daha önce de belirtildiği gibi İbn-i Batuta’nın kaleme aldığı Seyahatnâmesidir. Ahilerin bulundukları yerin yönetiminde önemli ölçüde nüfuz ve katkıları bulunduğu bir gerçektir. Ahmet Yaşar Ocak, Ahiliğin esas itibariyle kökünün Zerdüşt öncesi İran’ın sosyal protestolardan kaynaklanan genç erkek teşkilatlarıyla bağlantılı olarak Fars kültürünün hâkim olduğu çevrelerde filizlenmiş bir teşkilat olduğunu belirtir. Ona göre, bu eski Fars geleneği, İslâmî dönemde Horasan tasavvuf anlayışıyla birleşerek, esasını diğerkâmlık, paylaşma, ihtiyacı olanlara yardım etmenin oluşturduğu fütüvvet düşüncesini doğurdu. Ocak, bu düşüncenin akabinde ahiliğin İslâm ortaçağında ilk olarak İran’da geliştiğini, XIII. yüzyıldan itibaren de Anadolu’ya girdiğini belirtir (Ocak, 2002: 437). Fakat İbn-i Batuta Seyahatnâme’sinde Ahiliği, dünyanın başka hiçbir yerinde eşi, benzeri bulunmayan bir cemiyet olarak görmesi de dikkat çekicidir (Batuta, 2005: 204). Ahilik, XIV. yüzyıldan itibaren artık köylere kadar yayıldı. Osmanlı yöneticileri de beyliğin teşekkülünden itibaren -Osman Gazi’nin Ahi Şeyhi Şeyh Edebalı’nın kızıyla evlenmesiyle- bu ekonomik ve toplumsal güçten etkin bir şekilde yararlandılar.

Bu yüzyılda Ahilerin yanı sıra daha önce de belirttiğimiz gibi özellikle bazı tarikatların Anadolu’daki sosyal ve kültürel yaşam üzerinde etkisi hissedilir derecede artmıştı. Keza Ömer Lütfi Barkan da Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda bu tarikatların ve zaviyelerin çok önemli misyonlar üstlenen müesseseler olduklarını vurgulamıştır (Barkan, 1942: 279-304). XIII. yüzyıl sonu, XIV. yüzyıl başlarında Osmanlı’nın kurulduğu ilk yıllarda Anadolu’da etkin olan mutasavvıflar arasında Muhyiddin

Arabî, Sadreddin Konevî, Fahreddin-i Irakî, Müeyyiddin Cendî, Saîdüddin Fergânî, Seyyid Burhâneddin Muhakkık-ı Tırmizî, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, Evhadüddin Kirmânî, Necmeddin-i Dâye, Hacı Bektâş-ı Velî, Yunus Emre gibi değişik tarikatlara mensup ünlü şahsiyetler vardı (Öngören, 2007: 543).

Yine XIV. yüzyıl Anadolu’sunun toplumsal ve kültürel yaşamında etkin rol oynayan tarikatların başında gelen Mevlevîlik, Mevlana Celâleddin-i Rûmî’nin ölümünün sonra oğlu Sultan Veled ve torunu Ulu Arif Çelebi zamanında kuruldu, gelişmeye başladı; bir tarikat halini alarak âyin ve erkânıyla oluştu. Bugüne kadar elde edilen sonuçlara bakıldığında, Mevlevîlik asıl XIV. yüzyılda Ulu Arif Çelebi’nin şahsi gayretleri, İlhanlı yöneticileri ve Anadolu’nun muhtelif yerlerinde teşekkül eden Türkmen beyliklerinin idare çevreleriyle olan ilişkileri sayesinde hemen bütün Anadolu’ya yayılmış, Moğol başkenti Sultaniye’ye kadar gitmişti. Özellikle XIV. yüzyılda yalnız büyük kültür merkezlerinde tekkeler açan ve mahalli otoritelerin yahut aydın çevrelerin ilgisini çeken Mevlevîlik, XV. yüzyılın başından itibaren köylere kadar bile ulaşmıştı (Ocak, 2002: 436). Mevlevîlik hakkında daha önce bilgi verildiği için burada ayrıca yeniden girilmeyecektir.

XIV. yüzyıl Anadolu’sunun toplumsal yaşamında etkisini sürdüren şahsiyetlerden biri de Yunus Emre’ydi. Yunus Emre, yukarıda ismi geçen şahsiyetlere nazaran sosyo-ekonomik ve kültürel bakımdan hayli farklı bir çevreye; yani daha çok, yarı göçebe Türkmen boylarının oluşturduğu kırsal kesime mensup bir sûfîdir. Ona tam anlamıyla bir Türkmen mutasavvıfı denebilir. Horasan Melâmetiyyesi’nin tasavvuf telakkilerini özümsemiş ve bunları terennüm eden kalender-meşrep bir sûfî olduğu için sürekli gezip dolaşması, değişik yerlerde yaşaması sebebiyle, doğup öldüğü ve yetiştiği yer hakkında uzun münakaşalar yapılmış olan bu büyük Türkmen şeyhi, Anadolu’da bir bakıma Ahmed-i Yesevî’nin tasavvuf düşüncesinin takipçisi sayılabilir. Gerçi fiilen Yesevîlik ile bir bağlantısı bilinmemektedir; ama, gerek kullandığı nazım biçimi gerekse tasavvufî telakkileri itibariyle Ahmed-i Yesevî geleneğinin bir devamı gibi görülmemesi için de sebep yoktur (Ocak, 2002: 436).

XIV. yüzyılda özellikle Osmanlı’nın kuruluşunda etkin olan zümrelerden biri de Anadolu abdalları olarak da adlandırılan Türkmen kitleleri arasında faaliyet gösteren dervişlerin oluşturduğu bir gruptu. Abdal veya baba olarak da anılan bu dervişlere Horasan Erenleri de denmekteydi. İşte bu Horasan Erenlerinin Osmanlı’nın kuruluş dönemindeki bu etkin rolü zamanla geçmiş, bunlardan olan kişiler bir bir yönetimden uzaklaştırılmaya başlamışlardı. Özellikle I.Murad döneminden itibaren bu gaziler devlete küstürülmüş, yönetimden uzaklaştırılmıştır.

XIV. yüzyılın ikinci yarısında, yani İlhanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra İran geniş çaplı bir takım dinî hareketlere sahne olmuştur. Olcayto’nun ölümünden sonra İran’da yeniden güçlenen Sünnîlikle, Şiî çevreler arasında yeni bir mücadele devri başladı. Serbedarlar zamanında şiddetle süren ve tesirlerini Hurûfîliğin çıkışına kadar götüren Şeyh Hasan Cevrî’nin başlattığı Şiî hareketini önemli bir misal olarak burada belirtmeliyiz (Ocak, 2002: 434).

XIV. asır göçebe Türklerin bir daha geri dönmemek üzere geldikleri Anadolu topraklarına sağlam adımlarla bastıkları, Türkçenin de özellikle sanat eserlerinde artık belirli bir şuurla kullanılmaya başladığı dönem olmuştur. XIV. yüzyılda da tıpkı XIII. yüzyılda olduğu gibi Anadolu’daki İslamlaşma süreci devam eder. Bu sürecin aynını artık Rumeli de yaşayacaktır. Özellikle milli ve manevî güçlerini tekkeler çevresinden alan alp-erenlerin oluşturdukları Gaziyân-ı Rum, Abdalân-ı Rum, Ahiyân-ı Rum, Bacıyân-ı Rum teşkilatları sayesinde Anadolu ve Rumeli’deki İslamlaşma hızlanmıştır.

XIV. yüzyılda Anadolu’da ve Rumeli’de yayılan İslamlaşma ve Türkleşme olayı, bu asırda daha büyük bir kuvvetle devam ediyordu. İktisadî sebepler, mağlup Hristiyanlardan bir kısmının İslâmlığı kabulü ile neticelendiği gibi, devşirme usûlü harplerde ve akınlarda elde edilen esirler de İslâmı kabule yöneliyorlardı (Köprülü, 2003a: 367).

4.10. XIV. YÜZYILDA DİVAN ŞİİRİYLE HALK ŞİİRİ