• Sonuç bulunamadı

Yalnızlık ve İletişimsizlik

2.2. ŞEHRİN AYNALARI ROMANINDA YAPI VE İZLEK

2.2.8. İzleksel Kurgu

2.2.8.1. Yalnızlık ve İletişimsizlik

Yalnızlık, insanın dünya-ben ilişkisinde etkileşimi ve iletişimi reddetmesine neden olan ruhsal bir sorundur. Sorunlu psikoloji, uyumu ve dengeyi bozarak insanı tek başınalığa mahkum eder. Tek başınalık, fiziksel/bedensel durumdan kaynaklanmaz; insanın yaşama ve kendine izafe ettiği değer bağlamında biçim kazanır. Yalnızlığın kişiler düzlemindeki temsilcisi, başkişi Mıguel Pereira’dır. Mıguel, yanılsamalara kapıldığı, gizli bir suçluluk psikolojisi yaşadığı için kendisiyle ve yaşamla iletişim kuramaz. Hayatına ailesinin istediği gibi yön vermediği için dışlandığını düşünür. Bu bir bakıma, içinde olamadığı bir dünyayı suçlu ve kusurlu göstererek kendini aklama çabasıdır. Çünkü Mıguel’in dünyasında, bireysel önem duygusu her şeyin önüne geçer; Mıguel, insani ilişkilerde kendisinin ön planda olmadığını hissettiği an, öfkenin ve nefretin esir aldığı bir insana dönüşür. Bu hastalıklı durum, zamanla beraber Mıguel’i kuşatır. Kendinden ve ailesinden uzaklaşma, herkesi bir düşman olarak görmesine neden olur;

“Meşhur Pereira ailesinin yüz karasıyım ben. Neyse ki Antonio var, öyle değilmi?

Birilerinin bu kutsal aile mesleğini sürdürmesi gerekiyordu. Sevgili abim de kendini feda ediyor bu uğurda. Sülalecek ona müteşekkiriz.” (s. 50)

Kendisini bir utanç tohumu olarak değerlendiren Mıguel’in bu davranışının altında yatan temel neden, bastırdığı aşağılanmışlık duygusudur; o, hırsın ve intikamın çevrelediği huzursuz bir ruhtur. Mıguel, ailesi tarafından onay görmeyeceği, kabul edilmeyeceği fikrine kapılır. Kendi seçimlerinin öznesi olmasına izin verilmeyen çocuklar, zaman içinde ailelerine karşı içten bir tepki verirler; bunu ya onları suçlayarak ya da kendilerini gizli bir şekilde dışlayarak gösterirler. Mıguel de ailesine duyduğu kızgınlığı, alaysı ve küçük düşürücü bir tavırla ortaya koyar; itilmişlik psikozuna kapılarak kendisine verilmeyen önemi narsist eğilimler göstererek kotarmaya çabalar. Narsist bir düşünceyle kendini ve dünyayı yorumladığı için yalnızlığa sürüklenir; bu kişilik probleminin temelinde yetersizlik ve çaresizlik durumu yer alır. Mıguel, insani oluşun sorumluklarını alamaz, karar veremez, parçalanır ve dağılır. Varlığının çevresindeki insanlar aracılığıyla anlam kazanmasını istediği için kendi sevgisine başvurur; diğer insanların da kendisine aynı tavırla yaklaşmasını istediğinden ödünçleme kişiliklere boğulur. Elbette ki insan, tek bir katmandan meydana gelmez ve yaşam sürecindeki zenginliğimiz ödünçlediğimiz kişilikleri kendiliğimizde bağdaştırmamızla sağlanır; fakat kendimizi kuramazsak maskeler takarak yaşamak zorunda kalırız. Bu zorunluluğun cisimleşmiş görüntüsü, Mıguel Pereira’dır. Mıguel, mesih maskesine sığınarak gerçekliğini örter, perdeler, kendini yok sayarak var olmaya çalışır; sürekli başkasını örnek alarak biçtiği roller iç dünyasındaki yalnızlığın sembolik açılımıdır. Yalnızlık, Mıguel’in yaşamında tehdit ve baskı unsuruna dönüşür; kendisiyle iletişimsizlikten doğan ruh yalnızlığını aşmak istemeyen Mıguel, geçmişin olmazlıklarla örülü yanını hatırlayarak ıstırabını artırır. Aile içindeki yersizliği, köksüzlüğü ve sevgisizliği onun yalnızlığını çetin bir karmaşaya dönüştürür; kahır ve sorun yumağının nüfuz alanını artırır. Ailesinin yanı sıra çevresinden beklediği desteği görmediğini düşünen Mıguel, sorumluluk duygusundan kaçmak için böyle bir yola başvurur. Fakat çare olarak kabul ettiği bu durum, onun yalnızlığını iyice derinleştirir. Yalnızlığı çoğaltan bir diğer neden, aşık olduğu, sevdiği kadından beklediği ilgiyi görememesidir; imkansızlıklarla kuşatılmış bir duygunun onu ittiği karanlık, içsel acısını çoğaltır. Aşk, insanın hayatın anlamsızlığı karşısında durabilmesini sağlayan soylu bir kurtuluş imgesi

iken; Mıguel’i bunaltılı varlık sancısına sürükler, çaresiz, ümitsiz kılar. Kimselerle paylaşamadığı bu durum, travmatik tükenişler zincirine bir yenisini ekler ve Mıguel’i bedbaht, yaralı, hüzünlü biri haline getirir. Beklentilerinin olmazlığı, güçsüzlüğü, iradesizliği, yurtsuzluğu, sıcak ve samimi ilişkiler kuramaması, duygusal dünyasında koca bir boşluğun olması Mıguel’in yalnızlığını derinleştirir.

Yalnızlığın yansıma bulduğu bir diğer anlatı kişisi Andres’tir. Andres, bırakılmış, terkedilmiş bir çocuktur. Anne ve baba gibi insanın dış dünyaya doğmasını sağlayan değer mekanlarının içtenliğinden yoksundur. Rollo May, “insan dokunulamayan,

dokunamayan, yakın ilişkileri önleyen, hissedemeyen, soğuk ve mesafeli bir ortamda büyürse yalnızlaşır.”123 derken Andres’in kendilik sorununa değinir. Aile olgusunun

güven verici çatısı altında barınamayan Andres, psikolojik boyutlu bir tükeniş yaşar; “Babasına gelince o zaten her zaman uzaktaydı. Belki sarp yollarla, engin

denizlerle değil ama sapsarı kitap sayfalarıyla ayrılmıştı dünyaları. Çocuk, ne yaparsa yapsın, aralarındaki sınırı bir türlü aşamıyordu. Ölümü anlamak çok daha kolaydı. Ölmüş bir baba zaten yok demekti. Oysa hayatta olan bir babanın yokluğunu içine sindirebilmesi bir hayli zordu. Eskiden olsa bu kadar kahrolmazdı, çünkü annesinin sevgisiyle avunurdu. Fakat şimdi o da değişmiş, ellerinin arasından kayıp gitmişti. Suratı hep asık, gözleri hep dalgındı. Tek bir oyun arkadaşı bile kalmamıştı. Kimselerin sevmediği, özlemediği, istemediği bir çocuk olduğuna göre, kabahat belki de ondaydı.” (s. 82-83)

Baba ve annesinin birbirinden kopuk tavırları, acının alanını genişletir ve Andres’i incinen bir ruha dönüştürür. Andres için yalnızlık yıkıcıdır; nedeni ise ailesiyle kendisi arasında sınırlarını göremediği kör ve karanlık duvarların örülü olmasıdır. İçinde sessizce büyüyen yalnızlık, giderek etkisini artırır ve onu “kimselerin sevmediği, özlemediği,

istemediği bir çocuk olduğuna inandıran” depresif bir durum yaratır. Borgna’ya göre “depresyon, her birimizin içinde oturan yabancıdır ve olası nedenleri arasında

yalnızlığın acılı ve karanlık mevcudiyeti bulunur.”124 Dolayısıyla yalnızlık ve depresyon

birbirini tetikleyen sorunlardır. Andres’in dünyasında yalnızlık, temel ihtiyaçlarının doyurulmamasından kaynaklanır; eksiklik ve yetersizlik duygusu yaratır. Çocukluk döneminde duygu ve düşünce dünyasına bırakılan her tohum, bilinçaltında depolanır ve

123May, a.g.e., 2012, s. 17.

124Eugenıo Borgna, Ruhun Yalnızlığı, Çev. Meryem Mine Çilingiroğlu, Yapıkredi Yay., İstanbul, 2011, s.

ileriki aşamalarda gün yüzüne çıkar. İtilmişliklerin ve dışlanmışlıkların şekillendirdiği Andres, dünyalık zamanında yapayalnız bir sürgündür; onun trajik yazgısına dönüşecek bu durum, bir kişiye ya da yere ait olamama sorunuyla etkisini artırır.

Yalnızlığın yansıma bulduğu bir diğer anlatı kişisi, Alonso Perez de Herrea’dır. Sesinin kötü çıkması nedeniyle alay ve aşağılanma konusu olduğunu düşünen ve bu durumdan büyük bir utanç duyan Alonso, insani iletişime intibak edemez, yaşamın bir parçası olamaz. Ebeveyni tarafından sözlü ya da fiziksel şiddete uğrayan çocuk, kendiliğini zedeler ve özgüvenini geliştiremez. Özgüven, insanın kendisiyle yaratıcı özne konumunda ilişki kurmasına imkan tanıyan bir değerdir; bu değerin olmazlığı dünya-ben ilişkisinin sağlam temeller üzerine inşa edilmesini engelleyecektir. Alonso, bu engeli yaşamı boyunca derinden duyumsar;

“Bir gün, koro dağıldıktan sonra, her zaman yaptığı gibi herkesin uzaklaştığından

emin oluncaya kadar arkada kalıp biraz oyalanmıştı. Tek bir arkadaşı bile yoktu. Kilisenin dışında ağzını açmak gafletinde bulunduğunda alay konusu olacağını gayet iyi bildiğinden insanlardan köşe bucak kaçıyordu.” (s. 19-20)

Alonso, en yakınları tarafından baskı altına alındığı için dış dünyaya doğamaz ve kendini diğerleriyle birlikte hissedemez. Zamanla beraber bu durum, bireysel iletişimsizliğe yol açar. Bireysel iletişimsizlik, yalnızlığı doğurur. Alonso’nun yalnızlığı, korkularının karşısında cesaretli bir tavır alamamasından kaynaklanır. Korkularımız, gölge arketipe işaret eder. Gölge arketipini bastıran insan, güçsüz ve huzursuzdur. İç dünyasının karanlık ve boğucu tarafında sıkışıp kalır; dünyada olma cesareti gösteremediği için kaygılanır ve geri çekilir. Geri çekilme, nevrotik kişiliğin bir yansımasıdır. Rollo May “Nevrotik, kendi çelişkili merkezini yitirmekten çok korkuyorsa,

dışarı uzanmayı reddeder ve kendini kasarak geri çeker.”125 derken Alonso’nun sorununa

gönderme yapar. Bu sorun, çevresinde yer alan insanlardan kaçma eylemiyle belirginleşir; sevgi, şefkat, değer ve önem gibi duygulardan örtülü bir biçimde sürülen Alonso, “kilisenin dışında ağzını açmak gafletinde bulunduğunda alay konusu olacağını

gayet iyi bildiğinden insanlardan köşe bucak kaçar.” Başkalarıyla iletişimden ürküp kaçtığı için kendisini sosyal bir varlık olarak kanıtlayamaz. Tek bir arkadaşı olmadan yaşamına devam eden Alonso, hem kendisiyle hem de diğer insanlara karşılıklı bir ilişki

125 May, a.g.e., 2012, s. 14.

içinde değildir; çünkü o, zayıf bir kişilik yapısına sahiptir ve yaşadığı ruhsal kapanma nedeniyle kendini ittiği labirentten çıkmayı bir türlü başaramamıştır.

Mıguel, Andres ve Alonso’nun yanısıra yalnızlık; Isabel’in yaşamında da belirgin bir şekilde görülür. Isabel’i yalnızlığa iten temel neden, eşinin kardeşiyle yaşadığı ilişkidir; sessiz ve içten konuşmalarıyla sadece kendisine söyleyebildiği bu durum, onu yalıtık bir insan haline getirir. Kendisini utanç; çocuğunu günah tohumu olarak değerlendiren Isabel, pesimizimin içinde boğulur; acılarına batar, dış dünyayı bir savaş alanı olarak değerlendirir. Mutlu bir yaşama karşı reddedici bir tavırla yaklaşır; yeniden oluş’u sağlayan tüm teselli kaynaklarını yok eder. Sürekli kendisini sorgulayan Isabel, her sorgulamadan büyük bir yenilgiyle çıkar ve boşluğa düşer. Karamsarlığın kuşatıcı vehminden soyutlanmak istemeyen Isabel, kendisinin özgülüğüne ve yaşamın kutsallığına inancı yoktur; yaşayan bir postulaya dönüşmenin eşiğinde olan Isabel’in algısında sevgi, huzur ve saadet gibi değerler hiçbir anlam ifade etmez. Dünyada olmayı ıstırap olarak görür ve zamanla kendisinden nefret etmeye başlar. Isabel’in ve diğer anlatı kişilerinin yaşadıkları yalnızlık, kendilik sorunlarından kaynaklanır; kara bir delik gibi insanı yutan ve dünyeviliğini baskı unsuruna dönüştüren bu duygu, insanın kendisi olarak sonsuz akışa katılmasını engeller. Dışarıya açılırken eksikliklerinin ve hatalarının farkında olan insan, güvenlik endişesi yaşadığı için içe kapanır ve sınırlar oluşturur. Zamanla beraber kendi sesini duyamaz hale gelir; çevresinden uzaklaşarak uyumlu ve dengeli birliktelikler kurma imkanını kaybeder.