• Sonuç bulunamadı

Varlık Alanı İhlal Edilen İnsanın Yabancılaşması

2.3. MAHREM ROMANINDA YAPI VE İZLEK

2.3.8.1. Varlık Alanı İhlal Edilen İnsanın Yabancılaşması

Yabancılaşma, kendilik sorunlarına çarparak parçalanmışlığını derinden duyumsayan insanın içsel psikozudur. Bu psikoz, tüm yaşamsal atılımları içinde barındırarak varlığını yeniden inşa etme gücüne sahip olan insanın kendisi olmasına izin vermez. Yabancılaşmanın bu boyutunu kişiler düzleminde başkişi Şişman Kadın simgeler. Dünya üzerindeki varlığını onayamayan ve yerini kesinleyemeyen başkişi Şişman Kadın, kendisi olmaktan yoksun bırakılır. Şişman Kadın’ın yabancılığını birden farklı nedenle açıklamak mümkündür; fakat bu sorunun temelini varlık alanının hunharca ihlal ve iğfal edilmesi oluşturur. Bedenine ruhsal şiddet içeren cinsel bir arzuyla dokunulması, onun yaşama olan inancını tahrip eder. Bilinçaltında etkisini yıllarca sürdüren ve travmatik bir sancıya dönüşen tecavüz, kendilik sürecinde güven problemi oluşturduğu için dış dünyaya yabancılaşmış bir insan yaratır. Başkişi Şişman Kadın’ın

algısında dışarı/toplum, katastrofik boyutta bir tehdit oluşturur; bu tehdidin ördüğü sınırları fark edebilen başkişi Şişman Kadın, bir çözüm arar. Şişman Kadın’ın savunma mekanizması, böylesine bir tehlikeye karşı iç zırhını örerek onun kendi içine kapanmasını çare olarak görür. İçe kapanma, dış dünyaya kendisi olarak açılamayan insanın yaşadığı psikolojik bir duruma ya da yaşamı bütünüyle reddettiğine yönelik protest bir tavra işaret eder. Çevresiyle ilişki kurmayan, aynalara bakmaktan çekinen, insanların kendisini işaretle göstererek teşhir etmesinden bunalan başkişi, modern medüzaların ve tepegözlerin var olduğu düzende yutulacağı endişesine kapılır;

“Elimden bir şey gelmez. Bu durumda olan başkaları da vardır sanıyorum;

mesela, hilkat garibesi kadar çirkin ve acayip ya da peri kadar güzel ve müstesna olanlar da aynı dertten mustariptir herhalde. İşin tuhaf yanı şu ki, benim kadar şişmansanız eğer, insanlar sizi hiç görmezler. Bakar ve seyrederler; birbirlerine gösterir ve aralarında konuşurlar. Seyirlik bir malzemeyimdir onların nezdinde. Bakışlarının beni rahatsız edebileceğini akıllarından bile geçirmezler. Sürekli seyrederler. Ama görmezler. Cüsseme bakmaktan fırsatı bulup da gözlerimi görmezler. İçimi görmezler.” (s. 253)

Toplumla kendisi arasına sıkışmış olan başkişinin yaşamında yabancılaşma sürecini hızlandıran diğer neden isimsiz/kimliksiz olmasıdır. İsim/ad, insanı herkesten ayırarak kendisine özgü bir aidiyet yükleyen kimliksel bir belirteçtir. Bu belirtecin yokluğu, onu sıfatlara sıkıştırır ve dünya üzerinde kendiliğini kanıtlayacak bir statü edinmesine izin vermez. Alain Botton’a göre “statü sahibi olmamış bireyler toplumların

gözünde birer hiçtir, onlara sert muamele edilir, renkli kişilikleri görmezden gelinir, kimlikleri horlanır.”147 Dolayısıyla toplumdaki bir insanın statüsünün olmaması,

cismaniliğini ön plana çıkarır; modern toplumda cismanilik, insani değerlerden daha önemlidir. Başkişi Şişman Kadın’ın da kimliği kendisine verili olan sıfatla görmezden gelinerek aşağılanır. Sıfatla anılma, hem içinde bulunduğu yetersizliğin psişik yankısıdır hem de toplum tarafından kabul edilemezliğinin objektif bir görüntüsüdür. Sağduyusunu kaybetmiş bir kitlenin yutucu gücünde çepeçevre kuşatılan başkişi, toplumun tanımlayan ve kategorize eden bakış açısı tarafından mercek altına alınır. Adı önemsizleştirilen ve fiziksel görüntüye mahkum edilen Şişman Kadın, kendisini olduğu gibi kabul etmeyen toplumun çığlıklarla haykırdığını fark eder. Dışarı çıktığı zamanlarda bu çığlığı duyan Şişman Kadın, kendisi olma arzusunun duyarsızlıklarla örülü toplumun heryerdeliğine

çarparak dağıldığını görür. Özgür ve rahat bir şekilde yaşamda devamlılık sağlayamadığını kavrayınca geçmişine dönüp sığınan başkişi; bırakılmış, terk edilmiş, yalnız ve çaresiz bir çocuğun hafızasında kalan tek şey olduğunu fark eder. Şişman Kadın, çocukluğunu -bireyleşme sürecinin ilk dönemini- kontrol mekanizması gibi ruhuna çöken babaannesinin yanında geçirir. Çocuğa sürekli roller biçen babaanne, onu yasakçı zihniyetin yaşama biçimine kısıtlar ve kendisine itaat etmediği sürece cezalandırılacağını öğretir. Gruen, “korkusu, kırılganlığı ve utancı cezalandırma yoluyla silinen çocuk,

kendisini ezenlerin elinde bir araca dönüş(ür).” derken başkişi çocuğun ontolojik düzeydeki açılımının nasıl engellendiğine vurgu yapar. Kendi türünden ama farklı bir varlık alanıyla beslenerek zenginleşemeyen başkişi, babaannesiyle aydınlık bir zeminde buluşamaz. Şişman Kadın’ın kırılmış ve incinmiş anılarına bir yenisini ekleyerek yabancılaşma sürecini besleyen babaanne, çocuğu dinlemekten ve anlamaktan uzaktır. Babaannesinin evinde kaldığı zamanlarda tecavüze uğramasına rağmen ızdırabını babaannesiyle paylaşamayan Şişman Kadın, bu gizli utancını içinde taşır. En yakınındakiyle arasında ışık yılı mesafelerin olmasına dayalı açılamazlık ve paylaşamazlık her geçen gün ruhunda büyüyen içsel bir sancıya dönüşür. Toplumdan kovulan ve kendine sürgün edilen başkişi Şişman Kadın, verili düzenden bir kendilik alanı oluşturamaz; oysa insanlaşma sürecinin temelinde bu çaba vardır; insan çevreden yaşanılabilir bir dünya kurarsa ontolojik anlamda var olur; aksi takdirde kitlesel bir otoritenin elinde yabancılaşır ve bir statü edinmeden yok olup gider. Şişman Kadın’da amansızca toplum tarafından böyle bir yok oluşa doğru sürüklenerek kendisini olmaktan uzaklaşır ve kendiliğini yitirir. O, artık varlığını hissedemeyecek ve uyuşmazlıklar kompleksini besleyen trajik durumunu artan bir yersizlik ve yurtsuzluk duygusuyla perçinleyecektir. Bu bir bakıma, yabancılaşmadır. Özünü başkası’na devrederek dünyayı nefes alabileceği bir mekan olarak göremeyen insan, parçalanır ve dağılır.

Yabancılaşmayı yansıtan bir diğer anlatı kişisi, Yabancı’dır. Kendinde var olan güdüleri olumsuz yönde geliştiren Yabancı, başkası’nın mahreminde olmaması gereken tanımlamasıyla anlatı kişisi olmaktan çok bir semboldür; kendisini, varlık alanının ihlali, yabancılaşma, yozlaşma, insani ilişkilere bulaşan kirlilik ve değerlerin çöküşü gibi kavramlar üzerinden açımlar. Yabancı, kendisine yüklenen sıfat gereği güvensizdir. Küçük bir çocuğun ruhuna sapıklığa dönüşen arzuların tesirinde kalarak dokunan yabancı, onun yaşamında mutlak ve kesin bir susturulmaya neden olur. İnsanın kendisini

ve başkasını tahrip edebilecek özü içinde taşıdığını gösterir; bu yönüyle yabancı, cehennemleşen öteki bir yüzdür. Başkişi çocuk ve diğer insanların varoluşları, farklı kılıklara giren bu öteki yüzlerin sadistçe davranış ve arzularıyla sürekli tehdit edilir; çünkü insan, bireyi ve toplumu kuran değer dünyasına zevkleri nedeniyle yabancılaşırsa potansiyel bir tehlike barındırır. Potansiyel tehlikeyi kişiler düzleminde temsil eden Yabancı, ilişkide bulundukları kişilerin dünyalarını yok ederler; evreni saran felaketlerin döngüselliği bu yok edilmişiliklerle beslenir. Saldırgan ve mütecaviz kimliğiyle Yabancı, insani boyuttan kopar; şehvet duygusunun insanlığın önüne geçmesi, onu tiranlaştırır ve hayvani arzularla başkası’nın sınırlarına sorgusuzca/ sualsizce girmesine neden olur.

Yabancılaşmanın yansıma bulduğu bir diğer anlatı kişisi Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi’dir. Keramet Efendi, 1885 Pera’sında kapısı doğuya ve batıya açılan vişne renkli bir çadır kurmaya karar verir; çadırda seyirlik olan ve tektipleşmeyen insanlar, denetim altına alınır; topluma bir arzu nesnesi gibi sunulur. Keramet’in nesnel düzeyde yaşamasını sağlayan tek neden, budur. Çadır, modern toplumun bir yansımasıdır; kimlik aşınması ve değerlerin çöküşünü hızlandıran modern toplum, insanın varlık alanını hiçe sayar. Keramet, modern toplumun kişiler düzlemindeki temsilcisidir. Düzenini devam ettirmek için yeni nesneler bulmak tek amacıdır. Bu bakımdan Keramet, Fromm’un tanımlamasıyla sömürücü bir tiptir. “Sömürücü eğilimde herkes sömürülebilecek bir

objedir ve yararlılığına göre değerlendirilir.”148 Herkesi ve her şeyi pratik yarar için

kullanan Keramet, problem yitimine uğramış bir ötekidir. Başkalarını fiziksel ve zihinsel düzeyde iğdiş ederek var olma, hastalıklı bilincinin yansımasıdır.

Birey-toplum ilişkisini sorunsal nitelikte sürdürme, başkasının sınırlarına saygısızca müdahale etme, insanın kendisine ve dünyaya karşı ilgisini kaybetme, özgünlüklerin ve farklılıkların silinmeye çalışıldığı tekleştirme eylemi, kendiliği var eden tüm değerlerini yok ederek yıkıcı bir güce dönüşmesi gibi kavramlar üzerinden açımlanan yabancılaşma, kendisi olamama durumudur. Kendisi olamayan insanın değişmesi, gelişmesi, ontolojik boyutta kanıtlaması imkansızdır. Bu imkansızlığı derinden duyumsayan başkişi geçmiş ve şimdi’sinin yaşamında yarattığı olmazlıklarla yokluğa sürüklenerek tüm değerlerinden vazgeçer.

148 Fromm, a.g.e., 2008, s. 79.