• Sonuç bulunamadı

2.3. MAHREM ROMANINDA YAPI VE İZLEK

2.3.8.2. Yalnızlık

Yalnızlık, insanı hiçkimsesizliğe sıkıştırarak başkasıyla paylaşım alanını yok eden psikoruhsal boyutlu bir kendilik sorunudur. Kendini yalnız ve toplumdan yalıtılmış/soyutlanmış biri olarak düşünen insan, anlamsızlığın ve boşluğun girdabında sürüklenerek ilişkisizleşir. Geçtan’a göre “insan, temelde kendini ilişkiler yaratarak var

etme eğilimindedir.”149 Bu eğilimden yoksun olan başkişi Şişman Kadın,

bireyselleşmesini ve toplumsallaşmasını sağlayan tüm yapıcı kaynaklardan uzaktır. Çocukluğunu otokontrol bir babaannenin yanında geçiren Şişman Kadın, babaannesiyle arasında aşılmaz mesafelerin olduğunu kavradığı için kendisini babaannesine yakın hissetmez. Duygusal ve düşünsel ihtiyaçları en yakınındaki insan tarafından karşılanmamış ya da doyurulmamış çocuk, kendisinin yalnız ve korumasız olduğunu düşünür. Şişman Kadın, babaannesini anlayan, dinleyen, çözüm üreten ve kendisine yol gösteren bir sığınma mekanı olarak görmez; onun sessizce ördüğü sınırlara çarparak parçalanan, dağılan Şişman Kadın yalnızlığını hissettikçe mutsuzlaşır. Çocuğun kendisine özgü bir davranış biçimi geliştirmesine izin vermeyen babaanne, onun ruhunu sararak kucaklayan, varlık sancısını dindiren, huzur veren, rahatlatan ve sonsuz açılımları barındıran bir içtenlik imgesi değildir. Despotik bir güç özelliğiyle çocuğun hafızasında yer edinir; bu yakının yanında manevi öz bakımından gelişemeyen başkişi çocuk, babaannesiyle beraberken deneyimlediği tek başınalığın toplumla süre giden ilişkilerinde de devam ettiğini görür. Babaannesinin norm koyucu, baskıcı ve buyurgan tavrı; uğradığı tecavüzün sınırlayıcı boyutu, çevresiyle uyumlu ve sağlıklı bir birliktelik kurmasını engeller. Tecavüz, çocukluğunun geleceğe olumlu bir çizgide taşınmasına engel olur;

“Çocukluğun arka bahçesi vişne ekşisi tadındadır. Hatırlamak, bayramlık

elbiselerde leke bırakır.”150

Çocukluk, insanın yaşama katılırken en özgür ve kendisi olduğu bir dönemken; tecavüzün olması, özgürlüğü ve kendiliği ruha bulaştırdığı lekeyle sınırlandırır; geçmişi travmatik anılar sürecine dönüştürür. Geçmiş, yıkıcı bir sürecin izlerini şimdiye aktararak Şişman Kadın’ın algısında güven sendromu yaratır. Güvensizlik, şişmanlık durumunun yarattığı aşağılanmışlıkla birleşince Şişman Kadın dış dünyaya açıldığı zaman başkasıyla

149 Geçtan, a.g.e., 2012, s. 30. 150 A.g.e., s. 249.

ortak bir paylaşım alanı oluşturamaz. Sosyal bir varlığın özelliklerini taşıyan bir özne olarak dışsallaşamayan Şişman Kadın, herkesten kaçarak evine sığınır. Fromm, “kendi

kendisinin farkında olma ve kendisini yalnız hissetme nitelikleriyle hayvandan ayrılan insan, kendi öz kişisinin ötekisindeki dünyayla birleşmek, onunla bir bağ oluşturmak gereksinmesini doyuran çoşkusal bağları bulamazsa rüzgarla savrulan çaresiz bir toz tanesinden farksız olur.”151 der. Çaresizliği kaçınılmaz boyutta duyumsayan Şişman

Kadın, müstehzi bakışların her yerdeliğine maruz kalır ve toplumla sağlıklı bir ilişki kuramaz; bu durum, başkişinin uyuşmazlıklar kompleksini artırır. Dış çevrede yer edinemeyişinin yarattığı psikozdan kurtulamayan başkişi baskı unsuruna dönüşen yalnızlığını bedensel ve ruhsal düzeyde yaşar. Başka bir varlık alanıyla birlikte olma arayışına toplum merkezli cevap bulamayan başkişi, kendi içine çekilerek her geçen gün biraz daha yalnızlaşır. Dışarı’nın onun benliği üzerindeki kesin yargılayıcı hükmü, geri çekilmesine ve ilişkiler düzeninde kimsesizleşmesine neden olur. Mecburi dışarı çıkışlarında bile pişmanlık duyan, kendisini suçlayan, bedeninden nefret eden, aidiyetsizliğini ve herkese yabancı olduğunu bunalım noktasına varan sorgulayışlarıyla anlayan başkişi, tüm yaşatıcı mekanlardan kovulduğunu düşünür ve intiharı seçer. Durkheim “intihara yönelen insanın çevresi içindeki nesnel konumu kendisi için öylesine

dayanılmaz bir durum almıştır ki, hiçbir şeyin kendisini yaşama bağlayamadığı yargısına varır. ”152 derken Şişman Kadın’ın sorununa vurgu yapar. Şişman Kadın’ın intiharı,

beklentilerinin olmazlığını gören bir insanın umudunu yitirmesiyle ilişkilidir. O, görüntüsü bakımından farklı olduğu için kendisini onaylamadığını her defasında yüzüne haykıran dünyada yer almak istemediğini protest bir tavırla ortaya koyar.

Yalnızlığın çepeçevre kuşattığı bir diğer anlatı kişisi, Keramet Keşke Memiş Efendi’dir. Keramet, doğum esnasında annesini kaybetmiş biridir. Anne, çocuğun özgüvenini sağlam temeller üzerine inşa eder; sevgisiyle, şefkatiyle ve sıcaklığıyla çocuğun ruhunu besler. Annesiyle beraberken mutlak güven altında dünyaya bakan çocuk, annesiz kalınca bu değerinin sağladığı imkanları yitirir. Anne, kalıt bir sığınaktır; bu sığınaktan en savunmasızanda mahrum kalma, Keramet’in sürgün yazgısının başlangıcını oluşturur. Annesinin yokluğunun yanı sıra babasının kendisine her baktığında utanç duyduğu bilen Keramet, böylece baba gibi önemli bir rol modelini de

151Fromm, a.g.e., 1995, s. 78.

kaybetmiş olur. Keramet’in ailesi merkezli yaşadığı bu travmatik dışlanma psikozu, evlendiği gece eşinin kendini terk etmesiyle etkisini artıracaktır. Terkedilmişlik ve bırakılmışlık, onu sevgisizliğe mahkum eder. Biri tarafından sevilmediğini düşünen Keramet, her güne büyük bir öfke ve ümitsizlikle uyanır; çünkü başkasından beklenen sevgi ve ilgi varoluşsal düzeyde bir onaydır. Alain De Botton’a göre, “dünyada bir yer

edinmiş olmamız, bize sevgi gösterilip gösterilmeyeceğini belirler.”153 Bu belirlenmişliği

gerçekleştiremediği için bir yere veya kişiye ait olamamışlığını çoğalan bir acıyla duyumsayan Keramet, başkasıyla uyumlu ve dengeli bir ilişki kuramaz. Oysa bireyleşme sürecinin olumlu bir çizgide devam etmesi, insanın aynı ya da farklı varlıklarla kurduğu ilişkilerin güçlülüğüne ve istikrarına bağlıdır; çünkü insan, özü gereği yalnız değildir.

Yalnızlık, başkişi Şişman Kadın, Keramet Efendi’nin dışında; formel evliliğinin mecburiyetlerine sıkışıp kalmış Madame De Marelle’nin, bir fetiş nesnesine dönüştürülerek ruhsal dünyası görmezden gelinen La Bella Anabella’nın, Samur-kız, Samur-oğlan’ın, bakış açısının darlığıyla kendisini ve çevresindeki insanları korku kültürüne hapseden babaannenin ve zamanın süreksizliğinde parçalanan/bölünen modern toplumdaki her ferdin yaşamına yıkıcı bir etkiyle dokunur. Modern insan, kendisini çevreleyen şeylere sıkışıp kalmıştır; insanın bu sıkışmışlığı zamanla beraber kendisi ve çevresiyle ilişkisini tüketmiş, yalnızlıkla örülü mahzene kapatmıştır.