• Sonuç bulunamadı

2. BÖLÜM: SİNEMANIN ORTAYA ÇIKIŞI VE SANAT DALINA

2.1. Teknik ve Sanat Olarak Sinemanın Ortaya Çıkışı

Sinema sözcüğü; Yunanca hareket anlamına gelen ‘kinema’ ile yazmak anlamına gelen ‘graphein’ kelimelerinin birleşiminden türetilen Fransızca cinematographie’nin (sinematografi) kısaltılmış halinden gelmektedir. 1895 yılından itibaren sürekli keşiflerle gelişimini sürdüren günümüzde bütün sanatların bileşimi niteliğinde bir konuma sahip olan sinema, bir sanat ve aynı zamanda endüstri dalıdır. Sinema; filmlerin hazırlanma, düzenlenme ve yönetilmesi bakımından bir sanat dalı olarak kabul edilirken; filmlerin dağıtımı ve işletmeleri bakımından da bir endüstri dalıdır. Sinema ayrıca filmlerin gösterildiği salon anlamına da gelmektedir (Çapan, 1990:5-6). Sanatsal ve teknik alandaki gelişmeler sinemayı da etkilemektedir. Güner Öztuna (1983:16) “TV’den önce, sanatların en yenilerindendir ve klasikleri, modernleri, tarihi yönü, eleştiri ekolleri, teorileri ile önemli, olgun ve ciddi bir sanat ve bilim dalıdır” şeklinde yaptığı tespitiyle sinemayı endüstri ve sanat dalı olmasının yanında bilim dalı olarak da nitelendirir.

Sinema, Türkçe Sözlük’te (2011:2116-2117) şöyle tanımlanmıştır: 1.Herhangi bir hareketi, düzenli aralıklarla parçalara bölerek bunların resimlerini belirleme ve sonra bunları gösterici yardımıyla karanlık bir yerde, bir ekran veya perde üzerinde yansıtarak hareketi yeniden oluşturma işi. 2. Film göstermeye yarayan özel bir makineyle görüntülerin beyaz perdeye yansıtıldığı salon veya yapı. 3. Güzel sanatların dalı olarak yansıtılmaya uygun olan filmleri gerçekleştirme ve yaratma sanatı, beyaz perde, yedinci sanat.

Faruk Uğurlu (1992:136-137) sinemayı “Herhangi bir hareketi düzenli aralıklarla parçalara bölerek bunların resimlerini kaydetme, sonra bunları gösterici yardımıyla

karanlık bir yerde perde üzerine yansıtarak hareketi yeniden canlandırma işi” olarak tanımlamaktadır.

E. Gülbuğ Erol (2005:222) sinemanın temellerinin Rönesans dönemi isimlerinden Leonardo Da Vinci’nin geliştirmiş olduğu metafizik kurallardan hareketle atıldığını belirtir. Ona göre sinema, “…karartılmış salonda perdeden yansıyan somut bir gerçekliktir. Görüntüler saydam bir film şeridindedir, ışığın yardımıyla ardı ardına perdeye düşmektedir”.

Sema Fener (2015:14,20) sinemanın bir teknolojik buluş, elde ettiği verileri geniş kitlelere ulaştıran bir iletişim aracı ve bir endüstri olmak üzere farklı yönleri olan bir alan oluşuna dikkat çeker. Sinemanın endüstriyel tarafının; kayıt, kayıt sonrası işlemler ve gösterim olmak üzere üç aşamadan oluştuğunu belirtir. Metin Erksan (1987:84) sinemayı biçimsel olarak “Geçmiş, şimdiki, gelecek; doğal, ekonomik, toplumsal, politik, teknolojik, askerî, tarihî, kültürel, sanatsal, ruhsal, dinsel, cinsel, güncel, estetik, etik; olayların, olguların, oluşumların, yapıtların, insanın iç, dış ve bilinç altı dünyasının, insan ilişkilerinin sinema tekniği aracılığıyla; görsel, işitsel ve düşünsel bir öğe olgusuna

dönüşmesidir” şeklinde tarif ederken; anlam ve kavram olarak şöyle tanımlamaktadır:

İnsan’ı öğrenmek, düşünmek, bilmek, anlamak, tanımak, çözümlemek, yermek, övmek. İnsan’ı içinde bulunduğu politik, ekonomik, toplumsal, ruhsal vb. ortamların, çıkmazların, çelişkilerin, karşıtlıkların bilincine vardırmak. İnsan’ın dünya düzeninin hem koruyucusu, hem de değiştiricisi olduğunu irdelemek. İnsan’ı; tüm gereksinmeleri, içgüdüleri ve düşünceleri içinde incelemek, araştırmak, tanımlamak, algılamak, düşündürmek, konuşturmak.

Aytekin Can ve Faruk Uğurlu’nun (2010-77-78) daha çok teknik özelliklerini göz önünde bulundurarak yaptıkları sinema tanımı şöyledir:

Sinema belirli bir kavramı en uygun biçimde anlatan görüntülerin yer aldığı film parçalarıdır. Sinema sanatçısı bu görüntüleri belli bir düzenleme ile amacına ulaştırmaya çalışır. Bu düzenlemede boş filmin özelliklerinden, optik kurallarından, cisimlerin ve alıcıların hareketlerinden, çekim çeşitlerinden, alıcı açılarından, görüş noktalarından, oyundan ve film efektlerinden yararlanarak eserine en elverişli yapıyı vermeye çalışır.

Her sanat dalında olduğu gibi sinema da yaşama ve insana dair birikimlerini anlatmak amacı gütmektedir. Resmin boyayla, edebiyatın sözle, müziğin notayla yaptığı bu aktarımı sinema görüntüyle yapmaktadır. Aynı zamanda görme ve işitme duygusuna hitap ettiği için sinema, görsel ve işitsel bir sanattır. Peş peşe görüntüler aracılığıyla hitap ettiği kitleye mesajlar verir. Özel efektlerden de faydalanarak yaptığı anlatım ile dünyanın her yerinden seyirciye ulaşma imkânına sahip bir sanat dalıdır. Yalnızca görüntüler aracılığıyla her ülkede anlaşılabilmesi ise onun görüntüler sayesinde evrensel bir dil oluşturduğunun

göstergesidir. Aynı zamanda sinema ekip çalışmasına dayalı bir sanat ve endüstri dalıdır. Bugün gelinen teknolojik aşamada sinemada tek başına bir kişinin bir yapımı meydana getirmesi mümkün olmamaktadır. Yapım aşaması, yapım öncesi ve sonrası, senaryo yazımı, kurgu gibi pek çok alanda uzman kişilerin birlikte çabası sonucu kendini var etmiş bir sanattır sinema (Künüçen, 2001a:36).

Sinema diğer sanat dallarından farklı olarak tek bir buluşun değil birden fazla sıraya dizilmiş icadın sonucunda meydana gelmiştir. James Monaco (2001:223) bu konuda; “Sinema, modern elektrikli ve elektronik iletişim sistemlerini biçimleyen diğer teknolojik yeniliklerin çoğundan daha fazla olarak kolektif bir icattı. Telefon, telgraf ya da telsizden farklı olarak sinema her biri farklı bir mucide atfedilebilen küçük keşifler serisine dayanır. Tek bir kavramın bile birkaç yaratıcısı vardır” sözleriyle sinemanın ortaya çıkışına ve onu besleyen kaynakların çeşitliliğine dikkat çekmektedir. M.Ö. 4. yüzyıldan başlayarak, M.S. 19. yüzyıl sonuna kadar süren çalışmaların sonucunda, adım adım günümüz sinemasının başlangıcı sayılan sinematografa ulaşılmıştır (Esen,2010:3). Fransız eleştirmen ve kuramcı Andre Bazin31 (2013:24-26) ilk sinematografik çalışmanın Edward Muybridge tarafından

büyük ve karmaşık yapıdaki aletle bir atın hareketlerini kaydederek gerçekleştirdiğini ifade eder. Muybridge bunun için bir cam tabakanın üzerine nemli kolodyum maddesi koyar. Zamanla daha modern modelleri ortaya çıkacak olan kamera, ilk kez bu şekilde kullanılmıştır. Lumiere Kardeşler (Auguste ve Louis Lumiere) ise selüloz şeritlerin bu iş için kullanılacağını anlayınca kağıt film ile aynı şeyi yapmayı başarmışlardır. Andre Bazin (2013:26), sinemanın ortaya çıkışında etkili olan diğer gelişmeleri şöyle tarif etmektedir:

Film tarihçisi olan P. Potoniee sinema sanatının kaynağının sanıldığı gibi fotoğrafın icadı sayesinde değil, stereoskopun icadı sayesinde olduğunu söylemektedir. Araştırmacıların bu işte bir gelecek olduğunun farkına varmaları için gözlerini açan olay bu olmuştur. Sinemanın bir pazar olabilmesi buna bağlıdır. Uzaydaki devingensizliği gören insanlar fotoğraf karelerinin birleştirilerek hayatın kendisinin yeni baştan yaratılabileceği gerçeğine ulaşacaklarını görmüşlerdir. Bu doğanın olağanüstü bir taklidi olacaktır. Görüntünün hareketliliği içinde sesin ve rölyefin (resmin) birleştirilmesinin tek bir mucidi yoktur. Edison kinetoskopunu fotoğrafa bağlamıştır. Demenay konuşan portreler üretmiştir. Nadar ise Chevreul ile birlikte yaptığı ilk görüşmede ‘Benim hayalim kayıt cihazı fotoğrafı, fonograf ise onun konuşmasını alırken konuşmacıyla yüzyüze görüşmektir.’ ifadesini kaydederek bu yolda önemli bir adım atmıştır (Şubat 1887).

Ali Sait Liman (2011:38) sinema sanatının doğuşunu, kısa tarihi serencamını esas alarak şöyle yorumlamaktadır:

31Andre Bazin (1918-1958) İkinci Dünya Savaşından sonraki sinema düşünürlerinin en önemlilerinden

biridir. Sessiz sinemanın sonuna kadar gelip duraklayan sinema kuramını ve düşüncesini sesli sinemayı da içine dahil edecek şekilde genişletmiştir. Özellikle sesli sinema çağında sinema dili ve deyişi konularında

Sinema doğası gereği teknolojiden yararlanarak varolan ve yaygınlaşan bir sanat dalıdır. Sinemanın teknoloji ile ilişkisinin teorik temelleri Rönesans ve Sanayi Devrimi arasındaki geniş bir zaman dilimine yayılmıştır. Bu süreçte, farklı bilim dallarında üretilen bir dizi teknik buluş ve icatlarla birlikte sinematografa giden yol açılmıştır. Buna karşın, sinemanın doğuşu, sinematograf aygıtının mekanik olarak icadıyla değil, bir filmin bir mekânda toplanan seyirci grubu ile yani toplumla buluştuğu gün yani 28 Aralık 1895’te gerçekleşmiştir.

Andre Bazin (1966:110), sinemanın kısa tarihinin işte bu etkilendiği sanatların evriminin ve bu sanatların sinema üzerine yaptıkları etkileşimin bir sonucu olduğunu belirtir. Böyle düşünüldüğü zaman; yani sinemanın diğer pek çok sanat dallarının bileşimi olduğuna inanıldığı zaman, sinemanın başlangıcını Lumiere Kardeşler’den daha da önceye belki de elektrik, kamera ve fotoğrafın icadına götürmek mümkündür. Sinema elbette bu buluşlardan etkilenmiştir. Ancak sinemayı bu diğer sanat dallarından ayıran ‘hareketli görüntü’nün keşfedilmesi Lumiere Kardeşler tarafından gerçekleştirilmiştir. Nitekim Lumiere Kardeşler, cinematographie üzerinde çalışmışlar ve 1894 yılında Paris’te sergilenen Edison’un geliştirdiği Kinetoskop’u yakından inceleme şansı bulmuşlardır. Bu aletten aldıkları ilhamla Lumiere Kardeşler kendi filmlerini çekmeye başlamışlardır. 1895 yılında ‘Fabrika Çıkışı’ adlı ilk filmlerini gerçekleştiren Lumiere Kardeşler, ilk kez izleyici ile buluşturdukları ve dünya sinema tarihinde kabul edilen ilk filmleri ‘Trenin Gara Girişi’ adlı filmi çekmişlerdir. Paris’te açık havada halka gösterilen bu film ile sinema başlangıcını yapmıştır. Lumiere Kardeşler’in geliştirdiği cinematographie aygıtı, kısa zamanda tüm dünyaya adını duyurmuş ve yayılmıştır (Çomak, 1998:299).

28 Aralık 1895 günü Lumiere Kardeşler'in Paris'teki Grand Cafe'de halka yaptıkları ilk gösteri ile sinemanın beyazperde üzerindeki serüveni başlar (Özön, 2013:30). 33 kişiye yapılan bu ilk gösteri (Jeancalos’tan akt. Kaynar, 2009:192) ile ilgili Andrey Tarkovski (2008:48) şu bilgileri vermektedir:

Henüz hiç birimiz, geçen yüzyılda gösterilen ve gösterilmesiyle birlikte her şeyi başlatan Tren Geliyor adlı dahiyane filmi unutmuş değiliz. Auguste Lumiere’in bu herkesçe bilinen filminin tek çevrilme sebebi, o günlerde keşfedilen film kamerası, şeridi ve gösterim aygıtıydı. Yarım dakikadan fazla sürmeyen bu şeritte, güneş ışığına boğulmuş bir istasyon, bir aşağı bir yukarı gezinen hanımefendiler, ve beyefendiler ve nihayet dosdoğru kameranın üstüne gelen bir tren görülmektedir. Ve tren yaklaştıkça o günün seyircilerinin paniği daha da artmış, hatta yerlerinden fırlayıp salonu terk edenler bile olmuştu. Film sanatı işte o an doğmuştur. Söz konusu olan yalnızca teknik bir olay ya da görünür dünyayı yansıtmanın yeni bir biçimi değildi. Hayır, orada o an, estetiğin yeni bir ilkesi doğmaktaydı.

E. Gülbuğ Erol (2005:223) sinemanın bu ilk yıllarda bir sanat değil bir kaydedici olduğunu Mayer’den aktarır. Çünkü ilk filmler senaryosuz ve yönetmensiz açık havada çekilmekte olup belgesel niteliğindedir. V. İ. Pudovkin (1968:310-311) sinemanın ilk günlerindeki filmlerin “…bir yenilik olarak, selüloit üzerine bir trenin hareketlerini,

sokaktan geçen kalabalığı, bir vagonun penceresinden görünümün geçişini saptamak için girişilen ilkel çabalardan ibaretti. Bundan dolayı film başlangıçta, yapısından ötürü sadece bir ‘canlı fotoğraf’tı… Oyuncuları dilsiz olan ve selüloit üzerine olduğu gibi geçirilen, sonra da perdeye yansıtılan bir oyun…” şeklinde olduğunu bildirmektedir.

Sinemanın ortaya çıktığı bu ilk dönem ve Lumiere Kardeşler’in çalışmaları ile ilgili Zahit Atam’ın (Andrew, 2010:XVİİİ) yorumu şöyledir:

Sinemanın teknolojik olarak icat edilmesi ve kitlesel beğeniye sunulabilir hale gelmesi Batılı ülkelerin eseridir. Mucit olarak Lumeire Kardeşlerin adı geçse de aynı dönemde aynı erek üzerinde pek çok bilim adamı ya da mühendis çalışıyordu. Luimere Kardeşler, icatlarının sonuçlarından birisi olan izleyici tarafından izlenebilen hareketli görüntüyü kaydedip gösterebilen aletlerinin üretimi ve bu cihazların satılması üzerinde yoğunlaşacakları yerine film işine girip çekip-çektirip bunların gösteriminden para kazanma yolunu seçmeleri bir öngörüsüzlüğe işaret etmektedir. Onlar icatlarının ömrünü kısa olarak görüyorlardı ve icatlarının tarihsel evrimi konusunda hiç de ufukları açık değildi. Luimere Kardeşler, belirli gerçek görüntüleri çekip bu görüntü kaynaklarını olabildiğince merak uyandıracak alanlardan seçerek para kazanma yolunu seçtiler. Onlar, sinemayı bir temsil aracı olarak değil bir sunum alanı olarak gördüler. Daha on yıl geçmeden sinema 7 kıtada yayılmıştı. Ancak başlangıçta sinema küçümsendi. Çünkü başlangıçta avamın eğlencesi olarak görüldü ve sinema teknik bir buluş olduğundan dolayı sanat olarak kabul edilmedi.

Andre Malraux (1968:360) ilk sinema filmlerinin oyuncuların gerçek ya da tasarlanmış bir mekânda piyes canlandırıyor gibi yaptıkları hareketlerden meydana geldiğini belirtir. Bu filmlerde kamera ise yalnızca belli bir açıdan bu hareketleri kaydetmektedir. Ancak sinemanın bir anlatım aracı olduğu sınırlı mekân anlayışından uzaklaşılması ile gerçekleşmiştir. Mekânın genişletilmesini kamera açıları, çekim ölçekleri gibi teknik ilerlemeler takip etmiş sinema bugünkü anlatım imkânına zamanla kavuşmuştur.

Andre Bazin (1966:112), sinemanın ilk seyircisi hakkında şunları söyler: “İlk sinemacılar, varlıklarını seyircisini ele geçirmek üzere oldukları sanattan, yani sirk, gezici tiyatro ve müzikholden sağlamışlardır.” Rıza Kıraç (2012:22) sinemanın ortaya çıktığı ilk yıllarda diğer gösteri sanatlarının gölgesinde küçük çadırlarda, publarda, gece kulüplerinde ilk gösterimini yaptığını on yıl gibi kısa bir sürede bütün dünyaya yayıldığını söyler. Ancak bölgesel savaşlar ve özellikle Birinci Dünya Savaşı, sinemanın yayılım hızını ve film üretim sürecini sekteye uğratmıştır.

Şaşkınlıkla izlenilen ilk filmlerin aynı zamanda büyük heyecan yarattığını belirten Mehmet Arslantepe (2007:18), sinemanın ilk gelişmeleri Avrupa’da yaşadığını ancak güçlü bir sanayiye dönüşmesinin Amerika’da gerçekleştiğini ifade eder. Avrupa’da sinemaya ilk bakışta bir sanat olarak bakılmamış ve şüpheli yaklaşılmıştır. Seyirci

sayısının yetersizliği de sinema ile uğraşanları yeni arayışlara itmiştir. Bu anlamda çalışmalar Avrupa’da başlayıp Amerika’da gelişmiştir.

İlk filmlerde sinema yalnızca var olan görüntüyü kaydetmek ve aktarmaktan ibaret olmuştur. Bu nedenle ilk film yapımlarında bugünkü anlamda bir iş bölümü bulunmamaktadır. Bu dönemlerin sinema ile uğraşanların yapımlarını geniş kitlelere duyurmak gibi bir amaçları yoktur. Ancak zamanla sinemanın “gerçeği yeniden üretme” aracı olduğunun anlaşılması ile yapım süreci daha karmaşık bir hal almıştır. Çünkü artık yalnızca belgeselci filmler değil kurmaca filmler de üretilmeye başlamıştır. Böylece ilk dönemlerde yalnızca sinematografçının yaptığı işlerin paylaşılması mecburiyeti doğmuştur. 20. asrın başında sinema artık kitlesel bir eğlence aracına dönüşmüştür. Bu değişim dönüşüm içinde sinema farklı alanların birlikteliği ile vücut bulan ekonomik, teknik boyutları olan bir yatırım alanı olma yolunda ilerlemiştir(Çelikcan 2014:51-52).

Günümüzde bir sinema filminde onlarca belki yüzlerce kişi görev yapmaktadır. “Bir filmi perdeye taşıyabilmek için inanılmaz bir çaba ve (eğer yüzlerce değilse) onlarca insan gereklidir” (Hunt, vd. 2014:14). Bu gelişme sinemayı bir endüstri kolu haline getirmiştir ve bu endüstri kolu kendine özgü bir üretim süreci belirlemiş bir standarda kavuşmuştur. Yeni mesleklerin oluşumu, bu mesleklerin iş bölümü her ülkede benzer ya da farklı yönleri olmakla birlikte bir film yapımında şu guruplar yer almaktadır:

Yapım- Yönetim Grubu: Yapım ekibi, Yönetim Ekibi

Yazım Grubu: Senaryo yazar, Diyalog yazarı

Sanat-Tasarım ve Uygulama Grubu: Sanat tasarım ekibi, inşa ekibi, kostüm ekibi, aksesuar ekibi, saç-makyaj ekibi

Kamera-Işık-Ses Grubu: Kamera ekibi, Ses ekibi, ışık ekibi

Yapım sonrası Grubu: kurgu ekibi, post prodüksiyon ekibi, ses post prodüksiyon ekibi

Kamera önü grubu: oyuncu, dublör, figüran (Çelikcan, 2014: 59).

Sinemanın daha üretim aşamasından itibaren böylesi bir ekip çalışması gerektirmesi onu milyar dolarlarla ifade edilen bir endüstri haine getirmiştir. Filmler için büyük yatırımlar gerçekleştiren yapımcılar, aynı zamanda sinemayı kârlı bir yatırım aracı olarak da görmektedirler (Mast’tan akt. Çelikcan, 2014:69). Agâh Özgüç’ün (1996:9) dediği gibi “Sinema pahalı bir oyuncaktır”.

Teknik bakımdan bu gelişmeleri yaşayan sinemanın sanat olarak algılanışı32 zaman

almıştır. Sinemanın sanat olarak görülmeye başlamasını Andre Malraux (1968:361) şu cümlelerle dile getirir.

“…filmin parçalara ayrılıp çekilmesinden yani belirli bir sahne karşısında, yönetmenin ve alıcıyı doğrudan doğruya çalıştıran ve yöneten kimsenin tam bir özgürlüğe kavuşmalarından sonra doğmuştur. Bundan sonradır ki, sinema yalnız anlamlı görüntülerin art arda sıralandırılması yoluna gitmiş ve yaptığı bu seçimde de sessizliğin yol açtığı boşlukları doldurmuştur”

Sinemanın sanat olarak algılanması ortaya çıktığı Batılı ülkelerde gerçekleşmiştir. Temelde sinemanın görsel ve hareketli resimlerden oluşması onun teknik yönüne işaret eder. Sinemanın sanat yanı da “…teknik olarak ortaya çıktığı Batı’da, Batı sanatının dinamiklerine bağlı olarak gelişmiştir” (Arslantepe, 2005:144). Sinema da diğer pek çok sanat gibi ortaya çıktığı toplumun temel ögelerinden beslenmiştir.

Seçil Toprak (2011:15) sinemanın sanat olarak kabul edilmesini ortaya çıktığı zamandan günümüze kadar geçirmiş olduğu evrimler, diğer sanat dallarıyla etkileşim içinde olması ve bu etkileşimden yeni bir oluşum meydana getirmesine bağlamaktadır33.

Nitekim sinema yalnızca teknik buluşlarla var olmamış; kendi içinde özgün bir dil yaratmıştır. Bu dille anlatım yapmakta ve hikâyeler anlatmaktadır. Zamanla sinema üzerine kuramlar geliştirilmesi de sinemanın sanat oluşunun göstergelerindendir.

Sinemanın icadında rol alanlar başlangıçta onun bir anlatım aracı olacağını düşünememişlerdir. Sinemanın anlatım aracı olduğu daha sonra sinema ile ilgilenen Georges Melies, Alexandre Promio, James Williamson gibi öncüler sayesinde anlaşılmıştır. Bu isimlerin öncülük ettiği teknikler, daha sonra geliştirilmiş olarak D. W. Griffith’in eserlerinde yer almıştır (Adanır, 2012a:130). Ardından sinema kendine çizdiği bu yolda emin adımlarla ilerleyerek, yeni anlatım yolları deneyerek günümüze ulaşmıştır.

32Sinemanın sanat olarak ilerleyişi için bkz. Arnheim, Rudolf (2002). Sanat Olarak Sinema. Çev. Rabia

Ünal. Ankara: Öteki Yayınları.

33 Andrey Tarkovski (2008:51) için sinemanın sanat oluşu diğer sanatların bileşimi olduğundan değildir hatta

sinema bu etkilerden kurtulursa ancak sanat olma özelliği taşıyabilecektir. Tarkovski bu konudaki fikrini şöyle izah etmektedir: “Sinemanın bir sentez olduğu dram, şiir, oyunculuk, resim, müzik gibi pek çok yakın sanat türlerinin birbiriyle kaynaşmasıyla ortaya çıktığı söylenir. Ama aslında ‘kaynaşma’ sırasında bu sanat dalları sinema sanatına öyle korkunç şekillerle hücum ederler ki, film birden seçmeci bir kıyamete ya da, şartların daha elverişli olduğu durumlarda, sözde bir uyuma dönüşür, tabii bu arada sinema sanatının gerçek ruhundan eser bile kalmamış, ruhu da o an uçup gitmiştir. Sinemanın, eğer bir sanat olacaksa, diğer yakın sanat türlerinin ilkelerinin bir bireşimi olamayacağını tespit etmekte yarar vardır. Ancak o zaman sinema sanatının meşhur ‘sentez olma niteliği’ sorusu cevaplandırılabilir. Edebi bir düşünceyle resimsel bir yorumlamanın birleşiminden ortaya henüz sinema sanatına yaraşır bir görüntü çıkmaz, çıksa çıksa tanımlanamaz ya da gösterişli bir taklit çıkar. Sinemada zamansal hareket ve düzenleme yasalarının bile

Sinemanın kuramsal bir boyut kazanmasına ilk katkılar Sergei Eisenstein tarafından yapılmıştır. O, diğer kuramcılar gibi sinemanın sanat olması amacıyla hareket etmiştir (Sağıroğlu,2017:22). Sergei Eisenstein dışında sinema kuramları ile ilgili çalışmaları olan isimler Siegfiried Kracauer, Rudolf Arnheim, Andre Bazin, Hugo Münsterberg ve Christian Metz gibi isimlerdir.

İlk film kuramcılarından Ricciotto Canudo, sinemayı “yedinci sanat” olarak tanımlamıştır34. Ona göre sinema üç ritmik sanatın müzik, şiir ve dansın ve üç plastik

sanatın mimari, resim ve heykelin sentezidir. Ritmik sanatlar hem görmeye hem de harekete dayalı sanatlardır. Plastik sanatlar, mekân sanatlarıdır, görmeye yöneliktirler ve hareketsizdirler. Sinema temelde kare kare fotoğraflardan oluşmaktadır. Fotoğraflar saniyede 24 kare olarak insan gözünün önünden geçtiğinde hareket sağlanmaktadır. Hareketsiz fotoğraflardan hareket elde edilmektedir. Mehmet Arslantepe’ye (2012:20-21) göre sinema zaman ve mekân sanatıdır. İzlenmeye dayalı fakat hareketli bir sanattır. Kendi içinde bir temposu vardır. Mekân yaratabilir, zamanı kullanır ve zamanın akışını ya da dilimini değiştirebilir. Oğuz Makal (2014: 103), sinemanın bir diğer önemli özelliği olarak kurguyu görmektedir. Sinema pek çok sanatın özelliklerini kendi içinde eritmiştir ancak kurgu sinemayı canlandıracak bir özelliktir.

Fotoğrafın icadının ardından hareketli fotoğrafın da keşfedilmesiyle birlikte ortaya çıkan ve kısa zamanda tüm dünyaya yayılan sinema, görüntü ve seslerin birleşiminden