• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 3: EDEBİYAT VE SİNEMA

3.3. Edebiyat ve Sinema Arasındaki Farklar

Edebiyat ve sinema ilişkisi her ne kadar kökü sinemanın ilk yıllarına dayansa da tarihsel gelişimleri, yapısal özelikleri, iletişim kurma araçları, üretim süreçleri gibi konularda farklılıklar içermektedir.

Edebiyat ve sinemanın meydana geldikleri tarihlerin farklı oluşu önemlidir. Sinemaya en çok uyarlaması yapılan tür olan roman, sinemadan çok daha önce ortaya çıkmıştır. Ayrıca sinema, diğer sanatların neredeyse tamamının varoluşundan ayrı bir toplumsal süreç içinde şekillenmiştir (Bazin, 2013:66). Edebiyat ile sinema varoluşlarını birbirinden farklı sosyolojik ortamlarda gerçekleştirmiştir.

Bu noktada edebiyatın iki bin yıllık geleneğe sahip olduğunu ifade eden Andrey Tarkovski (2008:155), sinema ile edebiyatı bütün halinde örtüştürmenin veya mukayese etmenin doğru olmayacağını belirtir. Bu ki alanı ortaya çıkardıkları kişilikler açısından değerlendiren Andrey Tarkovski’ye göre sinema sanatının ortaya çıkardığı kişilikler edebiyat sanatının kişilikleri ile farklılık gösterir. Bunun sebebi ise sinema sanatının henüz kendi dilini oluşturmaya çalışıyor olmasıdır.

Andre Bazin (2013:64-65) tarihi gelişimine bakıldığında sinemanın, edebiyat kadar uzun bir geçmişe sahip olmadığını belirttikten sonra farklı bir gelişim izlediğini şu cümlelerle aktarır:

Sinema gençtir, fakat edebiyat, tiyatro ve müzik sanat dalları tarih kadar eskidirler. Bir çocuğun büyüklerini taklit ederek eğitimine başlaması gibi sinemanın da evrimi kutsal sayılan diğer sanatların evriminin belirleyicilerinin bir finali görünümü içindedir…Sinema çok kısa bir zaman içinde popüler bir sanat şeklini almıştır. Edebiyatta 500 yıl içinde ulaşılan mesafe sinemada 20 yıl içinde katedilmeye çalışılmıştır.

Edebiyat ve sinema arasındaki önemli ayrılıklardan biri de kullandıkları dildir. Bu konuda Sema Fener (2015:191) şunları ifade etmektedir:

Edebiyat ve sinema anlatımı farklı gösterge sistemleri kullanırlar, edebiyatın tek aracı dil iken, sinemada dil kullanımı yanı sıra ve de daha baskın olarak görsel (resim) ve işitsel (diyalog ve müzik) anlatı kullanılır. Özellikle görsel anlatımın olanakları bugünün bilgisayar teknolojileriyle neredeyse sınırsızdır. İki medyumun arasındaki bu anlatım farkları içeriğin bütünüyle filme taşınmasını olanaksız kılarak anlamın önceki metinden uygun bir şekle sokularak alınmasını gerekli kılar.

Edebiyat ile sinema anlatım malzemesi bakımından da birbirinden ayrılmaktadır. Edebiyatta söylenilmek istenilen duygu veya düşünce dil aracılığıyla sağlanmaktadır. Sinemada ise anlatım görüntüler aracılığıyla sağlanır. Andrey Tarkovski (2008:159) sinemanın aracısız olarak izleyici ile buluştuğunu ifade eder. Edebiyatın ise dil aracılığıyla yani “göstergeler sistemiyle” ifade edildiğini belirtir. Bir başka deyişle ona göre bir edebiyat eserinin anlaşılması bir simge ve sözcüklerle temsil edilen kavramlar aracılığıyla gerçekleşirken sinemada bir eser, dolaysız ve duygusal algılanmaya açıktır.

Amaçları aynı olan edebiyat ve sinemanın sonuca ulaşmakta kullandıkları dil konusunda ayrıldıklarını ifade eden Nijat Özön (1964:798) sinemanın görüntülerle yaptığı işi romanın sözcüklerle yaptığını belirtir. Bu durumu da şöyle somutlaştırır: “Romancının somut bir varlık olan kediyi belirtmek için kullandığı ‘kedi’ sözcüğünün uyandırdığı kavram ile sinemacının ortaya koyduğu ‘kedi’ görüntüsü hiçbir vakit aynı değildir. Romancının kedisi okurların aklına bir sürü kedi getirir, oysa sinemacının kedisi görüntüdeki kedidir”.

Çınar Ünal (2014) ise “Bu zamana kadar gördüğüm en heyecan verici manzaraydı” cümlesinin bir edebiyat eserinde kullanıldığı zaman her okuyucuda farklı bir imge çağrıştırabilme özelliğine sahip iken sinemada durumun farklı olduğunu belirtir. Ona göre izleyici, “Bu cümlenin görsel karşılığını yönetmenin hayal süzgecinden süzülen görüntüyle görür”.

Romancının birkaç sayfada anlatmaya ve tanıtmaya çalıştığı herhangi bir kahraman ya da nesneyi sinema yalnızca kısa bir görüntü ile aktarabilir. Üstelik bu görüntü romancının anlatmaya çalıştığından daha net ve eksiksiz olmaktadır. Bu durum görüntülerin sözcüklere üstünlüğünü ortaya koymaktadır. Ancak soyut kavramları aktarma hususunda da sözcükler görüntülerin önüne geçmektedir. Romancının tek sözcükle ifade edebildiği bir kavramı aktarmak için sinemacı çeşitli teknikleri kullanmak zorunda kalabilir. Aynı sebepten romancı kahramanların iç dünyalarını oldukça kolay şekilde ifade ederken sinema bu konuda zorlanmaktadır. Sinemacı çoğunlukla bir kahramanı dış görünüşüyle anlatır. Sinemacı da bu açığı ‘dış ses’72 ya da ‘iç konuşma’ yöntemiyle kapatır

(Özön, 1964:799). Ancak Rıza Kıraç’a (2012:88) göre bir senarist, yazılı anlatım olan

edebiyat eserini görselleştirme aşamasında dış ses, iç konuşma ya da herhangi bir anlatıcıya başvurmadan görselleştirmeyi gerçekleştirirse başarılı olacaktır.

Senaryo ile edebiyat eserinin yazım aşaması sırasında da farklılık gösterdiğini belirten Bülent Oran (1973:16-17) kendisi ile yapılan bir röportajda “hangisinin daha zor olduğu” sorusuna şöyle cevap vermektedir:

Elbette ki senaryo… Hatta diyebilirim ki yazı türlerinin en zoru… En tehlikelisi, en nankörü. Belki de en tatsızı.. Nedeni şu… Hikâye ile romanda insan kendi kişiliği kendi zevkince yazar.. Sakıncası da korkusu da azdır. Senaryoculukta ise (tabii iş profesyonel yönden ele alınınca) yazar, çoğu zaman kendi kişiliğinden sıyrılıp başka kafa, başka ortam ve düşüncelerin baskısı altında çalışmak zorunluluğunu duyar. Bu da sıkıcı bir şey… Senaryocu kısıtlıdır.

Senaristi bir “kiralık katile” benzeten Bülent Oran (1973:16-17) senaristin filmi yazarken ilk gayesinin iş yapma olduğunu belirtir. Ayrıca bir filmin sinema salonunu dolduran farklı kesimlere hitap etmesi gereken özellikleri barındırması zorunluluğundan dolayı senarist, yazma aşamasında özgür değildir. Diğer taraftan edebî eserin yazarının kendini beğendirmek gibi bir gayesi bulunmamaktadır73.

Edebiyatta okur, sayfalar boyunca anlatılan her olayı ya da durumu yazarın belleğinden bağımsız olarak kendi tecrübeleri doğrultusunda okur ve anlar. Buna karşın sinemada durum farklıdır. Sinemada bir yazar, kendisini öznel dünyasının yaratıcısı olarak hissetmektedir. Andrey Tarkovski’ye göre (2008: 158-159) sinema, yazarının kendi düşünce dünyasını yansıtabildiği tek sanat dalıdır. Sinema sayesinde insan kendini kanıtlama eylemini sınırsızca yerine getirir. Tarkovski (2008:160) bu konuda bir örnek de vermektedir:

Leo Tolstoy Sivastopol Öyküleri’nde bir askeri hastanenin korkunçluğunu en ince ayrıntısına kadar gerçekçi bir biçimde betimler. Ancak bu ürkütücü ayrıntıları ne kadar titiz ve gerçeğe uygun biçimde betimlerse betimlesin, okuyucu, doğalcı bir acımasızlık içinde verilmiş bu görüntüleri kendi deneyimleri, arzuları ve görüşlerine göre uyarlama imkânına sahiptir. Zira okuyucu kendi tasarımlarının yasalarına uygun olarak her metni seçici biçimde algılar.

Roman ve sinema dil gereçlerinin farklı olması sebebiyle de birbirinden ayrılmaktadır. Romanda kullanılan dilin kültür birikimleri, içerikleri, çağrışım olanakları sayesinde okuyucuda farklı anlamlar çıkmaktadır. Sinema dili ise bu düzeyde bir çeşitlilikten yoksundur. Bu nedenle sinema, soyutlayıcı bir anlatım düzeniyle nesnel

73 Nebi Özdemir (2006: 20) bu fikrin son dönemlerde gelişen teknolojik ilerlemeler, hızla tüketim toplumu

olma yolundaki adımlar neticesinde artık yazarların da kendini beğendirmek gayesi ile eser ürettiklerini, hatta senaryo yazarlığında olduğu gibi beğenilme/çok satma endişeleri ile birkaç yazarlı edebiyat eserlerinin yazılmaya başlandığını Türk edebiyatı ve Medya başlıklı makalesinde dile getirmektedir.

varlıklara bağlılıktan kurtularak sınırlarını belirlerken, roman dilini somutlama tekniklerine yöneltmektedir (Aykın, 1983b:489).

Edebiyat eseri ile senaryonun ayrıldığı noktalardan biri de kurgulanma şekilleridir. Bir edebiyat eserinde birbirinin peşi sıra sıralanan cümleler arasında bir senaryoda olduğu gibi ‘organik bir bağ’ bulunmamaktadır. Edebiyat eserinde yer alan cümlelerinde hepsinde bir olay anlatılmadığı için cümleler zaman ve anlam açısından birbirinin devamı olmayabilir. Ayrıca bir edebiyat eserinde zaman ile ilgili bilgiler cümlelerin sonu ya da başında verilir. Oysa senaryoda sürekli bir olay akışı olduğu için zaman ile ilgili bilgiler genelde cümlelerin içinde yer alır. Diğer yandan edebiyat eserlerinde anlatım mutlaka kronolojik bir sıra izlemek sorunda değildir; senaryoda ise bu gerekli bir özelliktir (Aslanyürek, 2014:73-74).

Sinema ve edebiyatın anlatım özellikleri bu sanatlarda anlatılan mekânın anlaşılması noktasında da farklılık gösterir. Sinemada öykünün mekânı “sözcüğü sözcüğüne” verilmektedir. Anlatılan olayların geçtiği mekânlar, boyutlar, açılar gerçek dünyadaki haliyle birebir benzemektedir. Edebiyatta ise mekân soyuttur ve okuyucunun ya da dinleyicinin belleğinde canlandırması sonucu hayat bulur (Chatman, 2008:90).

Andrey Tarkovski’ye (2008:159) göre edebiyat yazarı ya yaşanmış bir olayı ya da bir olayın hayalini kurar ve bunu sözcüklerle resmetmeye çalışır. Sinema ise doğal akışta zaman ve mekânda yaşanan anı yalnızca kaydeder. Bu kesik kesik görüntülerden daha sonra bir film bütünlüğü oluşturur. Başka bir ifadeyle edebiyat eserinde yaratıcı öncelikle bir olayı yaşar ya da hayalini kurar ve bu olayı kendi zihin dünyasında şekillendirdiği biçimde okura sunar. Sinemada ise olay, herhangi bir katkı olmadan olduğu gibi aktarılır. Sinemada aracı yoktur.

Elis Yıldırım (2010:16) sinema ve edebiyatın üretim aşamalarında da farklılık gösterdiğini belirtir. Buna göre edebiyat çoğunlukla bireysel bir anlatı türüdür. Sinema filmi ise toplu bir çalışmanın ürünüdür. Aynı zamanda edebiyat eseri bireysel bir tüketim biçimi olmasına karşın sinema filmi çok sayıda insanın aynı anda izlemesiyle gerçekleşir. Her ne kadar ilk sinema filmlerinde yaratıcı tek bir kişi olsa da sinema bugün her biri alanında uzmanlaşmış kişilerin ortak çalışmasının ürünüdür.

Edebiyatın bireysel sinemanın ise çoklu bir uğraş olması konusuna değinen James Monaco (2001:249) sinema ile daha eski sanatlar arasındaki en önemli farkın yeni sanatın

kitlesel üretilebilirliği, çok sayıda insana ulaşabilmesi olduğunu belirtir. Bunun da dönüştürücü bir etkisi vardır. Şöyle ki: sanat yapıtı ile sanatsever arasındaki geleneksel ilişki ona göre tersine çevrilmiştir. Gelinen noktada sinema öylesine yaygınlaşmıştır ki geçmişte olduğu gibi seyircinin ya da sanatseverin filme ulaşması zor değildir. Başka bir deyişle sinema kendi kendisine bir talep olmaksızın seyircisine ulaşır. Aylin Sayın (2005:7) üretim şekilleri ve kendilerine özgü yapısal özellikleri dolayısıyla edebiyat ve sinemanın okuyucu ya da izleyici ile buluşabilmeleri noktasında da farklılıklar görüldüğünü belirtir. Edebiyat eserleri sınırlı sayıda okuyucu ile buluşurken sinema filmi dünyanın en ücra köşelerine bile ulaşabilmektedir.

Üretim şekilleri farklı olan edebiyat eseri ile sinemanın okuyucuyu/izleyiciyi etkileme oranları da birbirinden farklıdır. Andre Bazin (1966:128) bu konuya “romanın kendi araçları vardır, romanın maddesi görüntü değil dildir, tek başına olan okuyucu üzerindeki gizli etkisi, filmin karanlık salonlarındaki kalabalık üzerindeki etkisiyle aynı değildir” sözleriyle açıklık getirmektedir. Roman okuyucusu eseri kelime kelime hayal eder ve kendisi de eseri anlamak adına bir zihinsel süreç yaşadığı için romanın kalıcılığı ve etkisi daha büyüktür. Atıf Yılmaz bir edebiyat eserinin yüzde yüz oranında bir algılanmaya açık olduğunu ancak bir sinema filminin ancak yüzde otuzunun algılandığını belirtir. Buna göre sinema filmlerinde bazılarını bu yargının dışında tutmak kaydıyla çok yoğun şeyleri anlatmaya elverişli olmadığını ifade eder (Özdemir, 2012:227).

Romanda ya da bir edebiyat eserinde her şey anlatma yolu ile aktarılır. Romancının anlatma yeteneği ne kadar yüksek olsa da bir sinema filminde olduğu kadar dramatizasyon gerçekleştirilemez (Hawtorn’dan akt. Demir, 2002:33). Sinemada ise yine bir anlatma vardır ancak burada göstererek anlatma esası söz konusudur. Dramatik etki sağlama hususunda sinema edebiyata göre daha etkilidir.

Sinema ile edebiyatın hitap ettiği kitlelerde beklenen<umulan> özellikler de farklılık göstermektedir. Nevhis Cem Aşkun (2016:129) sinema ve edebiyatın seyirci/okuyucu gruplarının niteliği konusundaki farklılığı hakkında şunları söyler:

Diğer yandan sinema kendisine bağladığı insanların sınıfsal özellikleri açısından titiz bir ayırımcı kimliğiyle ortaya çıkmaz, başka deyişle kitaplıklardaki edebi yapıtlar kendilerine uzanan ellerde belli bir kültürel yeterlilik düzeyi ararken, sinema salonlarının bilet gişeleriyle sinema yapıtlarına yer veren televizyon ekranları insanlarda bu tür bir yeterlilik koşulu aramamaktadır. Daha hoşgörülü bir davranış içindedirler.

Nevhis Cem Aşkun’un sinema seyircisinde aranmadığını belirttiği yeterlilik hususu, edebiyat eserini okumanın film seyretmekten daha zor olduğu sonucunu düşündürmektedir. Andrey Tarkovski bu konuda “Bin kez okunmuş bir kitap bin ayrı kitaptır” diyerek bir edebiyat eserinin okurun hayal gücüne bağlı olarak her okumada farklı algılandığını belirtir. Edebiyatta ortaya konulan eserde okur etkin bir rol alırken sinemada izleyici daha edilgendir. “Seyirci koltuğuna kurulur, makinist de makaraları harekete geçirir” (Tarkovski, 2008:160). Atıf Yılmaz sinemanın tamamlanmış ve kısa sürede geçerliliğini yitiren bir sanat olmasından kaynaklı edebiyat gibi zamana meydan okuma ve dönüşüm kabiliyetinin olmadığını ifade eder (Özdemir, 2012:226-227).

Edebiyat ve sinema, hitap ettiği kitlenin <seyirci/okuyucu> eseri özümsemesi bakımından da farklılık göstermektedir. Sinema görme duygusuna hitap eden bir sanattır. Edebiyat okuma yazmaya dayalı bir sanattır. Bu bakımdan sinema filmini izleyen seyircinin okuma yazma bilmesine gerek yoktur; yalnızca görme duyusu ile yapıtı izlemektedir. Edebiyat eseri, sinema filmine göre daha zor bir eyleme ihtiyaç duymaktadır (Cansız, 2011:35). Bu durumu Cemal Aykın (1983b: 487) “Sinema görsel ve işitsel algı olanaklarından doğrudan doğruya yaralanabildiği halde, roman, bütün algı çeşitleri için kendi anlatım aracı olan sözcük ve sözdizimi sınırları içinde, okuyucunun belleğindeki çeşitli algı anılarını canlandırabilme olanaklarıyla yetinmek zorundadır” şeklinde yorumlamaktadır.

Andrey Tarkovski (2008:165) seyircinin durumunu farklı bir açıdan ele almaktadır. O edebiyatın okurda mutlaka estetik bir duygu oluşmasını amaçladığını belirtir. Ancak

sinemada durum böyle değildir. Sinemada yönetmen, seyircinin

deneyimleriyle<yaşantılarıyla> ilgilenmez. Bu nedenle yönetmen kendi deneyimlerini mümkün olduğunca dürüst bir şekilde yansıtmaktadır.

Edebiyat sinemaya göre daha bağımsızdır. Sinema, nesnel gereçlere bağlı algı koşulları, ekonomik kaygı ve seyirci gibi etkenler dolayısıyla daha sınırlıdır (Aykın, 1983a:375-376). Edebiyatın bağımsızlığı yazarın yazım aşamasında özgür olması, okuyucu sayısının sinemanın ulaşabildiği seyirci sayısından azlığı dolayısıyla herhangi bir sansüre maruz kalmaması gibi hususlarda kendini gösterir. Sinema ise hatırı sayılır seyirci kitlesine ulaşması, henüz üretim aşamasında bir ekip çalışması olması ve film yapım şartlarıyla kısıtlanmış olması sebebiyle edebiyat kadar bağımsız değildir (Öztuna, 1983:17).

Sinemanın bağımsızlığını sınırlandıran sebepler arasında günümüzde belki de en önemlisi ekonomik sebeplerdir.

Bu sınırlılık konu seçiminde de karşımıza çıkmaktadır. Andrey Tarkovski’ye (2008:169) göre edebî eserde nasıl bir konunun işleneceği konusunda yazar serbesttir. Hangi kitabı okuyacağına okur karar vermektedir. Aynı durum kısmen film seçimi için de gereklidir. Ancak sinemada maksimum kâr sağlamak amacı var olduğundan film yönetmen, yapımcısı, senarist gibi meslek gruplarının sorumluluklarının daha fazla olduğunu ifade etmektedir.

Ancak bağımsızlık meselesi edebiyat ve sinemanın yapısal özellikleri dolayısıyla yer değiştirebilmektedir. Sinemada anlatılan nesneler herhangi bir değişikliğe uğramadan seyirci ile buluşur. Edebiyatta ise betimlenmek istenilen nesnelerin sayısı sınırlıdır. Sinemada nesneler biçim, renk, boy, konum gibi herhangi bir özelliğinden feragat etmeden bütün olarak görüntülenir ancak edebiyatta bütünün bir anda algılanması mümkün değildir (Ricardou’dan akt. Aykın’ın 1983a:377).

Süre konusu da edebiyat ve sinemanın yapısal farklılıkları arasındadır. Romanlarda ve edebiyat eserlerinde süre sıkıntısı bulunmazken filmde Shakespeare’in “sahnemizin kısa, iki saatlik trafiği” dediği olguyla süre kısıtlanmıştır. Sinema filminin süresi kısıtlı olsa da bu kısıtlı zaman içerisinde yazıya aktarılmayan unsurları görüntüyle iletebilir. Anlatım tarzları farklı olan sinema ve edebiyat arasındaki en önemli ayrımı James Monaco (2001:44-49) şöyle ifade etmektedir:

Romanlar yazarları tarafından anlatılır. Yalnızca onun bizden duymamızı ve görmemizi istediğini görür ve duyarız. Filmler de bir anlamda yaratıcılarınca anlatılır ama yönetmenin tasarladığından daha fazlasını görür ve duyarız. Bir romancının bir sahneyi sinemada olduğundan çok daha ayrıntılı biçimde tanımlamaya çalışması absürd bir iş olurdu. Daha da önemlisi, romancının tanımlamalarının tümü olan dili, önyargıları ve (öznel) bakış açısından süzülerek gelir. Sinemada ise bir ayrıntıyı değil de diğerini seçme, tercih etme özgürlüğümüz vardır.

Edebiyat ve sinema arasında bakış açısı farklılığı söz konusudur. Edebiyat eserinde yazar, oldukça özgür olup hikâyesini birinci, ikinci ya da üçüncü bakış açısıyla anlatabilir. Oysa filmde yönetmen bakış açısını görüntüden ayrı düşünemez (Cansız, 2011:30) ve bir filmde bakış açısının değiştirilmesi ya da birden fazla bakış açısının kullanılması olayların anlaşılmasını olumsuz yönde etkileyecektir.

Sinemada edebiyatta olduğu gibi birinci tekil şahıs bakış açısıyla anlatımın başarılı olmadığını söyleyen James Monaco (2001:202-204) sinema ile edebiyat arasındaki bir diğer ayrımı şöyle dile getirmektedir:

Yazılı metinlerde her zaman sahneye bakma gereği duymayız: Yazarlar, her zaman betimlemez ya da anlatmaz, sık sık açıklar ya da teorize ederler. Ancak sinemada görüntünün varlığı nedeniyle, hatta ses kuşağı eşzamanlı olarak açıklama, teorize etme ve tartışma için kullanıldığında bile, her zaman betimleme öğesi söz konusudur. Düzyazı anlatı ile sinema anlatısı arasındaki en önemli farklılıklardan biri budur.

Syd Field (2016:332) sinema ve edebiyatın bakış açısı konusunda ayrıldığı noktaları şu cümlelerle ifade etmektedir:

Bir romanda hikâyenin dramatik aksiyonu, anlatı hattı, genellikle ana karakterin gördükleri üzerinden anlatılır; okuyucu karakterin düşüncelerini, duygularını, anılarını, umutlarını ve korkularını bilir. Romanda diğer karakterlerin bakış açılarından yazılmış bölümler bulunabilir ama dramatik aksiyon genellikle ana karakterin kafasında, yani dramatik aksiyonun zihin coğrafyasında cereyan eder. Senaryo ise elbette böyle değildir; senaryo, içinde diyalog ve betimlemeler barındıran, dramatik yapının bağlamına yerleştirilmiş ve resimlerle anlatılan bir hikâyedir. Sinema özüne bakıldığında davranışlar demektir.

Sinema ve edebiyat, anlatıcıları bakımından da birbirinden ayrılmaktadır. Edebiyat eseri yazar tarafından anlatılır ve okuyucu yalnızca yazarın seçtiği olay ve olguları görebilmektedir. Filmler de yönetmenleri tarafından anlatılır ancak yönetmenin seçtiğinden fazlası görülmektedir. Edebiyat eserlerinde çoğunlukla birinci ve üçüncü tekil şahıs anlatımı yaygın iken filmlerde olaylar genellikle kahramanın bakış açısıyla anlatılır (Yıldırım, 2010:15-16). Bu bakımdan edebiyat eseri yaratıcısı oldukça özgürdür ve Metin And (1964:793) edebiyat eserinin bu özgürlüğünü şöyle dile getirmektedir:

Romancı görüş açısını kolaylıkla değiştirebilir. İster “ben” romanı, isterse “o” romanı yazar, okuyucusuna doğrudan doğruya seslenebilir, canı isteyince şöyle topluca bir bakışla yetinebilir veya tiyatronun başlıca anlatı yolu söyleşmeye de başvurabilir. İstediğinde bilinçaltına iner, kişilerin iç söylenişlerini iletebilir.

Edebî eser ve senaryonun boyutları da birbirinden farklıdır. James Monaco (2001:48) bir senaryonun 125 ile 150 sayfa civarında olduğunu bir romanın ise bunun üç katı olabileceğini ifade etmektedir. Ona göre olayların bütün ayrıntıları kitaptan sinemaya aktarım esnasında kaybolmaktadır. Ancak televizyon dizisi bu açığı kapatabilir.

Kahramanları bakımından ele alındığında roman kahramanları film kahramanlarına göre daha karmaşık bir psikolojik yapıya sahiptirler. Dolayısıyla çoğu roman kahramanı ekrana uygun olmamaktadır. Romanı uyarlayacak yönetmen ve senarist burada kahramanı olduğu gibi aktarmak ya da bu farkı görmezden gelmek yolundan birini tercih etmektedir (Bazin, 2013:71-73). Romandaki kahraman “muhayyel kahraman” olarak belirsiz<soyut>

bir yapıdadır. Sinemadaki kahraman ise göz önünde somut bir kahramandır. Romanın kahramanı her okurun zihninde farklı canlanabilen bir yapıda iken sinemanın kahramanı yönetmenin zihninde canlandırdığı, o karakterin yaşamına uygun olarak tercih ettiği ve seyirciye sunduğu bir kahramandır.

Tasvirler konusunda da edebiyat ve sinema arasında farklılıklar söz konusudur. Edebiyat eserinde yazar uzun uzadıya tasvirlerde bulunabilir. Ancak bu uzun tasvirler sinemada yalnızca bir görüntü olarak geçer ve yazarın belirtmek istediği ayrıntılar gözden