• Sonuç bulunamadı

2. BÖLÜM: SİNEMANIN ORTAYA ÇIKIŞI VE SANAT DALINA

2.2. Türkiye'de Sinema Tarihi

2.2.1. İlk Dönem (1910-1922)

Sinemanın tanınması ve benimsenmesi aşamasında bazı film çekim denemeleri olmuştur. Ancak çekilen filmler arasında herhangi birisini ilk olarak kabul etmek için filmlerin yalnızca çekilmekle kalmayıp izlenmiş olması, filmi çeken yönetmen ya da yapımcının uyruğu gibi ölçütler öne sürülmüştür. Bu görüş doğrultusunda farklı kabuller ortaya çıkmıştır.

İcat edildiği tarihten bir yıl gibi kısa bir süre sonra ülkemize de getirilen sinemanın genel kabul itibariyle Lumiere Kardeşler tarafından Osmanlı toplumuyla tanıştırıldığı bilinmektedir. Esasında Lumiere Kardeşler’den ziyade onlar gibi bu işle uğraşan Pathe Film temsilcileri bizde ilk gösterimi yapmıştır. Nurullah Tilgen (2009:113) “Bugüne Kadar Filmciliğimiz” adlı makalesinde sinemanın ülkemize gelişini şöyle ifade etmektedir:

Pathe Fransız film makineleri şirketinin Türkiye vekili olan Sigmund Weinberg adlı Romanya tebaalı bir Polonya musevisi makinelerinin reklamını yapmak gayesi ile evvela Galatasaray’da bir birahanede ve sonra da yine Beyoğlu’nda şimdiki Saint Antonie Kilisesi’nin bulunduğu yerdeki Concordia adı eğlence yerinde ve daha sonra da İstanbul cihetine geçerek Şehzadebaşı’nda şimdi Pazar barakaları bulunan Feyziye Kıraathanesi’nde halka 30-40 metre uzunluğunda kısa filmler göstermek suretile işe başlamıştır. Halkımız tarafından büyük rağbet gören bu filmlerin altında yazı yoktu ve seyirciler bu filmleri dikkatle takip ederek anlamağa çalışırlardı. Ertesi yıl Cambon adında bir Fransız elinde Weinberg’in Pathe markalı makinesinden daha mükemmel bir makine ile memlekete gelmiş ve bugünkü Şenses Tiyatrosu’nun bulunduğu Variete Tiyatrosu’nda filmler göstermeğe başlamış ve daha fazla rağbet görmüştür. Zira bu adamın makinesi daha iyi olmakla beraber gösterdiği filmler de daha uzundu. Cambon’un ondan üstünlüğü, Weinberg’i bu sahada hamle yapmağa mecbur etti. Ertesi yıl o da daha mükemmel Pathe makinesi ve uzun filmler getirmekle beraber yazısız ve sessiz olan filmleri halkın iyi anlayabilmeleri için bir yenilik yaptı, film gösterilirken bir memur ayağa kalkarak film hakkında izahat veriyordu. Cambon ise bu şekilde izahat vermeği iyi bulmamış ve filmlerin altına Türkçe izahat bastırmıştır. İki rakip halkın rağbetini kazanmak için bu şekilde yıllarca birbirlerile çarpışmışlardır.

Türk Sinema tarihi konusunda kalıcı tespitlerin sahibi Nijat Özön (2013:35) sinemanın Türkiye'ye girişini şöyle anlatmaktadır:

Türk toplum yaşayışına sinema Lumiere operatörlerinden çok Pathe temsilcilerince sokulmuştur. Charles Pathe, sinemanın büyük bir iş geleceği olduğuna inanıyordu. Ancak Lumiere Kardeşler icat ettikleri aygıtı Pathe'ye vermek istemediler. O da, kendisi "chronophotographe" adlı aygıtı 1896 Nisan ayında meydana getirdi. Bu aygıt ile Lumiere Kardeşler ile rekabete başladılar. Pathe'nin aygıtı Türkiye'ye 1897 yılı başlarında bu rekabet sonucu girmiş oldu. Bir gramafon yapıcısı olan Pathe'nin Türkiye temsilcisi Romanya uyruklu bir Polonya Yahudisi olan Sigmund Weinberg idi. Weinberg, Pathe'nin ürünlerini halka tanıtmak reklam yapmak amacıyla ilk sinema gösterilerini düzenledi.

İlk film gösterimi ile ilgili Rıza Kıraç (2012:23) “Yazılı kaynaklara ve Abdülhamit’in kızı Ayşe Osmanoğlu’nun anılarına bakılırsa Türkiye’de ilk film gösterisi Yıldız Sarayı’nda yapılmıştır. Halka açık ilk film gösterisi ise 1896 ya da 1897 yılında

Beyoğlu’nda Hammalbaşı sokaktaki Avrupa Pasajı’nda yapılır” diyerek ilk gösterilerin 1896-97 yıllarında ve sarayda yapıldığını belirtir. Bu konuda Nurullah Tilgen (2009:114) şunları aktarmaktadır:

Canlı resimler tabir edilen sinema Sultan Abdülhamit tarafından da iltifat görmüş ve Weinberg makinesile saraya davet edilmiştir. Bu canlı resimlerden pek hoşlanan Padişah, zaman zaman bu Polonyalıyı saraya davet eder ve sarayın sinema-tiyatro salonunda yeni getirdiği filmleri seyrederdi. Sinema yahut o zamanki diğer bir tabirle Sinematograf mekteplere de daha o zaman girmiş bulunuyordu, İstanbul Sultanisi’nde Dahiliye Şefi olan Fuat Bey adında bir genç, sinemayı ilk getiren zata müracaat ederek ondan film göstermeyi ve makinenin tüm parçalarını para vererek öğrenmişti.

İstanbul halkının sinemayı benimsemesinde Rekin Teksoy'un (2007:11) düşüncesi şöyledir:

İstanbul halkının sinemayı hemen benimsemesinde, sinemanın kaynakları arasında yer alan "gölge oyununun" ülke kültüründe önemli bir ağırlığa sahip olması da etkili olmuş olabilir... Geleneğinde Karagöz oyunu bulunan bir toplumun sinemayı benimsemesi zor olmamış, dahası, sonraki yılların Yeşilçam sinemasının film anlayışıyla Karagöz arasında bağlantı kurmaya kalkanlar bile olmuştur.38

Rekin Teksoy (2007:9), bu tespitinin ardından Lumiere Kardeşler’in operatörlerinden olan Promio’nun aksi görüşünü de şöyle ifade eder:

Lumiere Kardeşlerin 28 Aralık 1895 tarihinde Paris'te halka açık ilk sinema gösterisinin ardından sinematograf Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti İstanbul'a da ulaştı. Ancak, Lumiere Kardeşlerin operatörlerinden Promio, kamerayı Osmanlı'ya sokmada karşılaştığı zorluklara değinirken en çok Osmanlı'ya sokmada zorlandığını söyler.

Sinema, önyargılar nedeniyle ilk zamanlarda biraz yadırganmış olsa gerektir. Nitekim Osmanlı topraklarında sinema ile uğraşan ilk isimler, yönetmenler ve yapımcılar yabancı uyruklu vatandaşlar olmuştur. Ancak bunda sinematograf adlı aletin icadının da yabancı mucitler tarafından yapılmasının etkisinin büyük olduğu unutulmamalıdır.

38 Bunlardan birisi Mustafa Sözen (2009:139) olmuştur. Sözen, Yeşilçam sinemasını “Anadolu uygarlığını

oluşturan çeşitli toplumların, Anadolu’ya göç eden Türklerin atalarının ve İslam dünyasının kültürel birikimine dayanan; hem Doğu hem de Batı kaynaklı etkileri içeren, sözel yapılı seyirlik geleneği üstünde gelişen bir sinema diline sahiptir. Seyirlik geleneğinin Türk sinemasına etkileri küçümsenmeyecek kadardır. Bugün Türk sinemasında modern meddahlık yapan ve ‘anlatıcılıktan’ sinemaya geçmiş senarist ve yönetmenlerin yaptıkları filmlerde sözel yapıya dayanan anlatılar kurması ve bunun da en büyük ve en çok seyirci çekmesi tesadüf değildir” cümlelerinde olduğu gibi Türk gölge oyunlarından ilham aldığını belirtmektedir. Ayrıca Ali İhsan Kürekci (2014:175-176) “Beyazperdede Yaşayan İki Gölge: Karagöz ve Sinema” başlıklı makalesinde; sinemanın ve gölge oyununun her ikisinin de hayalin yaşatılması ve kalıcılığın sağlanması fikirlerinden hareketle meydana gelen sanatlar olduğunu ayrıca her iki sanatın da temelinde insanların çevresindeki nesneleri gerçeğe en yakın şekilde dışardan görme arzusu bulunduğunu ifade etmektedir. Yine her iki sanat dalının da insanların eğlenme ihtiyacını giderdiğini belirtir. Bu hususta ayrıca bkz. Güngör, Arif Can (2010). “Derviş Zaim Sinemasında Geleneksel Türk Sanatlarının Kullanılması: Filler ve Çimen-Ebru, Cenneti Beklerken-Minyatür, Nokta-Hat”. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi,

Osmanlı topraklarında film gösterim tarihi, en eski 1896 yılına gidebilmektedir. Bu girişimlerin hangi filmler olduğu, kimler tarafından çekildiği gibi bilgilere yer verilmemiştir. Daha çok ilk film gösterileri üzerinde durulmuştur.

Şükran Kuyucak Esen’in (2010:6) Rauf Beyru’dan aktardığına göre ise ilk film İstanbul’da değil İzmir’de çekilmiştir. Bu filmin 1896 yılında çekildiğini söyleyen Rauf Beyru, kanıt olarak da o yıllarda yayınlanan Ahenk gazetesinde yer alan haberleri göstermektedir.

İbrahim Yıldıran’ın (2009:227-228) belirttiğine göre Meşrutiyetin ilanını takip eden yıllarda Cuma Selamlığı adlı merasimlerde film çekim ekipleri de yer almaktaydı. Bu doğrultuda Osmanlı Türkiyesinde çekilen ilk filmin tarihi 1905'e kadar gitmektedir. Selahattin Önder ve Ahmet Baydemir (2005:118) ilk filmin 1905'te çekildiğini ancak yapımcısının belli olmadığını ve Selim Sırrı Tarcan’ın çekimde rehberlik yaptığını belirtirler. Çekim yeri Yıldız Camii'nin avlusu olarak belirtilen filme ait herhangi bir belge bulunmamaktadır. İbrahim Yıldıran (2009:225), kesin olmamakla beraber çekildiği tarihin 28 Temmuz 1905 olduğunu söyler. Bundan bir hafta öncesinde 21 Temmuz 1905’te II. Abdülhamit’in Cuma Selamlığı merasimi, bir çekim ekibi tarafından kayıt altına alınmıştır. Taşnaksutyun militanları Cuma selamlığı sırasında II. Abdülhamit’e bir suikast düzenlerler. Abdülhamit bu suikastten kurtulurken beraberindeki 26 kişi hayatını kaybeder. Bu suikastın canlı şahidi Abdülhamit’in kızı Şadiye Sultan, bu bilgileri günlüğünde yazmaktadır. 1905’te çekilen, ilk film olarak düşünülen filmin de kesin olmamakla beraber bu tarihlere yakın bir zamanda çekilmiş olması ve mekân olarak da Yıldız Cami avlusunun gösterilmesi; Yıldıran’a bahsi geçen filmin aynı film olduğunu düşündürür. Görüldüğü üzere ilk film olarak kabul edilen bu filmin; kim tarafından çekildiği, gösterilip gösterilmediği, yönetmeni ya da konusu hakkında herhangi bir bilgi yoktur.

Çekilen ikinci film olarak kabul edilen diğer yapım 1909'da gerçekleşmiştir. Bu film Sigmund Weinberg tarafından çekilmiştir. Yalnızca, Servet-i Fünûn Dergisi'nde bu filmle ilgili yayımlanmış bir fotoğraf bulunmaktadır (Önder, Baydemir, 2005:118). Yukarıda Nijat Özön'ün de dediği gibi Weinberg, Romanya uyruklu bir Polonya Yahudisi'dir ve ‘chronophotographe’ adlı aygıtın mucidi Pathe'nin ülkemizdeki temsilcisi olmuştur.

Sinema tarihimizde üçüncü film olarak kabul edilen film ile ilgili Burçak Evren (1995:123) "Makedonya asıllı Manaki Kardeşlerin 5-26 Haziran 1911'de V. Sultan Mehmet Reşat'ın Manastır ve Selanik ziyareti sırasında çekilen filmdir" diyerek filmin yönetmeni, çekim yeri, konusu hakkında bilgi vermektedir. Manaki Kardeşler (Yanaki Manakia ve Militiades Manakia) 1907'den itibaren Balkanlar'ın tarihini ve göreneklerini içeren filmler de çekmişlerdir. 1907'de Jöntürk Hareketi, 1906'da Bir Vlak Düğünü, 1906'da Grevana'da Bir Panayır, 1908'de Bir Puntus Köyünde İlkokulun Açılışı filmleri olmak üzere (Çomak, 1988:300).

İlk filmlerimizden sayılabilecek bir diğer yapım 1913 tarihinde Hamidiye Kruvazörünü konu alan filmdir. Ancak bu film de günümüze ulaşmamıştır. Burçak Evren (1995:123) dönemin gazetelerinde filmin çekim aşamalarının anlatıldığı ve gösterildiğine dair kanıtlar olduğunu tespit etmiştir.

Yukarıda bahsi geçen filmler ya da çekimler, araştırmacıların çoğu tarafından Türk sineması tarihi çalışmalarında Türk filmi olarak kabul edilmemiş yapımlardır. Bunun nedenleri farklıdır. Kimi yapımlara ait herhangi bir belge bulunmamaktadır. Bazı yapımların konusu, yönetmeni, çekim aşamaları, gösterilip gösterilmedikleri gibi belge niteliğindeki kanıtlara ulaşılamamıştır. Varlığı bilinen yapımlar ise Türk asıllı bir yönetmen tarafından çekilmedikleri için Türk filmi sayılmamaktadır. Bu filmlerin sinema çalışmalarında kayda değer bulunup incelenmelerinin sebebi Türkiye'de çekilmiş olmalarıyla ilgilidir. Bu filmler çoğunlukla kısa süreli, konusuz, haber niteliğinde yapımlardır.

Sinemanın ilgi görmesine rağmen Osmanlı döneminde bir sanat olarak görülmeyişi, üretim konusunda eksikliklerin olduğunu ortaya koyar. Bu nedenle de yapımcı, yönetmen ya da film çekimi ile uğraşanların pek çoğu yabancı uyruklu vatandaşlardır. İlk yıllarda sinemanın durumunu Nijat Özön (2013:38-39), şöyle açıklamaktadır:

Sinema, İkinci Meşrutiyet'in ilanına kadar (23 Temmuz 1908) Türkiye'de bir sığıntı olmaktan kurtulamadı. Daha çok ramazanlarda karagöz, ortaoyunu, meddah gibi çeşitli eğlenceler yanında, tiyatrolarda, kıraathanelerde programı zenginleştirmede kullanılan "gavur işi" bir eğlence olarak kaldı39. Meşrutiyetin ilanı üzerine sinemayı bu sığıntı durumundan çıkaran yine Weinberg oldu.

39Nebi Özdemir (2012:269-270) sinemanın ilk yıllarında Karagöz gibi geleneksel temaşa sanatlarının

ardından gösterilmesi ve günümüzde gelinen nokta ile ilgili şu tespitleri yapar: “Bir bakıma geleneğin aktörleri kendilerini yok edecek rakiplerini kendi elleriyle halkla tanıştırmışlardır. O döneme kadar halkın uzun Ramazan ekseriyetle geleneksel ya da modern tiyatro gösterilerini seyrederek geçirirken 19. asrın

Weinberg, 1908 yılında Tepebaşı'nda Şehir Tiyatosu'nun eski Komedi Bölümü olan yerde Pathe Sineması'nı yaptırarak Türkiye'de ilk sürekli sinema salonunu kurdu. Ancak Türkiye'de sinema işletmeciliğinin asıl başlangıcı Birinci Dünya Savaşı'nın patladığı yıla rastlar.

Nurullah Tilgen (2009:113-114) de bu sinemanın açılışı ve burada gösterilen filmlerle ilgili şu bilgileri vermektedir:

1908 yılında Weinberg, Tepebaşı’ndaki Şehir Tiyatrosu eski komedi kısmını inşa ettirerek Pathe Sineması’nı açtı. Bu suretle sinema olarak İstanbul’da ilk bina burası oldu. Weinberg, mütemadiyen Batı’da çevrilmekte olan filmlerden de getirmeği ihmal etmedi. Kovadis, Demirhane Müdürü, Şerlok Holmes’in Maceraları gibi büyük ve mevzulu filmleri de getirtti. İstanbul’da yayılmağa başlayan film gösterme işi eğlence yerlerine kadar girdiği gibi Ramazan gecelerinde Tiyatro, Karagöz ve Meddah gibi, sinema da devamlı olarak gösterilmiştir. İstanbul’dan sonra ilk sinema binası 1912 yılında Kordon boyunda inşa edilmiş ve sonra da diğer şehirlerimize gitmiştir.

Ali Sait Liman (2011:42-43) G. Scognamillodan, sinemanın bu ilk yıllarda bir salona kavuşma sürecini ve bu salonların kimlere hizmet verdiğini şöyle aktarır:

Konaklar, tiyatrolar, birahanelere derken, sinema sonunda gösterilere çok daha uygun salonlara yerleşiyor ve bu salonlar kısa sürede Cadde-i Kebir’e yayılıyor. Ama, der Rakım Çalapala, ‘Meşrutiyetin ilanına kadar sinema seyyarlıktan kurtulamamıştı. Abdülhamit devrinde şehrin sayılı binalarına elektrik tesisatı yapılabilmişti. Elektrik padişahın iradesiyle alınabilirdi. Kibar bayanlar sinemayı konaklarda hususi seanslarda seyrederlerdi. Meşrutiyetin ilanından sonra uzun yıllar sinema, tiyatroda olduğu gibi, kadınlara ayrı, erkeklere ayrı gösterilmiştir.

Sinemanın eksiklerine ve zorluklarına rağmen Osmanlı topraklarında yaygınlaşmaya başlaması ile insanları bir araya getirici özelliğini Hakan Kaynar (2009:196) “Sinema vapur ve tramvay gibi şehirlilerin karşılaştığı kamusal mekânlardan biriydi. Her ne kadar ilerleyen yıllarda gösterilen filmlerin versiyonuna göre bilet fiyatları çeşitlenip, ucuz ve lüks diye ikiye ayrılsa da sinema yine de farklı duygu farklı kültürdeki insanları aynı temaşanın karşısında buluşturdu” sözleriyle ifade eder.

Halka açık ilk sinema gösterileri ve ilk yerleşik sinema salonları İstanbul'da açılmıştır (Teksoy, 2007:10). Başlangıç dönemi olduğu için bu salonlarda sinema, İstanbul halkının tamamına hitap eden bir etkinlik değildi.

Sinema da başlangıçta diğer sanat dallarında olduğu gibi haremlik-selamlık olarak seyirci ile buluşuyordu. Kadınlar ve erkekler için ayrı günlerde film gösterimi yapılmaktaydı. İlerleyen yıllarda aynı anda ve mekânda film izlemeye başladılar ancak arada bir perde bulunmakta idi. 1910’lu yıllarda kadınların sinemadan uzak tutulmaları gibi bir anlayış oluşmuştu. Belli istisnalar vardı ancak bu istisna yalnızca yabancı uyruklu vatandaşlar için geçerli idi (Kaynar, 2009:197). Nurullah Tilgen (2009:114) kadınların sinemada seyirci olarak yer alma serencamını şöyle ifade etmektedir:

İstanbul’dan evvel Türk topraklarından olan Selanik’te deniz kenarındaki Beyaz Kule denilen yerde gösterilen sinemaya kadınlar ilk zamanlarda gitmezlerdi. Diğer birçok eğlenceler gibi o da yalnız erkeklerin gideceği yerdi. Saraya giren sinema nihayet konaklara da girmeğe muvaffak oldu. Burada konak mensuplarına verilen hususi seanslarda kadınlar da sinema seyir etmek fırsatını buldular. Nihayet ilk defa olarak Pangaltı’da Asadoryan’ın açtığı bir sinemada haftanın muayyen günlerinde kadınlara sinema gösterilmeye başlandı. Bunu gören diğer sinemalar da gündüzleri kadınlara mahsus seanslar tertip ettiler. Nihayet Kadıköyü’nde Yoğurtçu Çayırı’ndaki sinemada ilk defa olarak kadın ve erkeklere aynı zamanda sinema gösterilmeye başlandı; fakat sinemanın içinde kadınlar ayrı, erkekler ayrı oturmakta ve aralarında yüksekçe bir çadır bölme bulunmakta idi.

Tepebaşı ile başlayan sinema salonlarının sayısı daha sonra İstanbul’un çeşitli yerlerinde özellikle Galata’da Beyoğlu ve Dileklerarası’nda artmış ve neredeyse her semtte sinema salonu açılmıştır. Öyle ki ahır ve hangar gibi binalar dahi sinema salonuna devşirilmiştir (Üsdiken’den akt. Kaynar, 2009:194).

Türkler tarafından işletilen ilk sürekli sinema salonu 19 Mart 1914 tarihinde ilk film gösterisinin yapıldığı Feyziye Kıraathanesi'nin yerinde açılmıştır. Bu salonun adı Millî Sinema olmuştur. Nijat Özön (2013:41) bu vakitlerde sinemanın kimlere hitap ettiğini şöyle ifade etmektedir: "O vakitler sinema, Beyoğlu'nda yabancı uyrukluların, azınlığın ya da İstanbul yakasından büyük bir serüveni göze alarak karşı yakaya geçen birkaç delikanlının eğlencesiydi. Kadınlar, bu yeni eğlenceden daha da uzak kalmışlardı." Aynı konuya Selahattin Önder ve Ahmet Baydemir (2005:117) de şu cümlelerle değinir: "Türkiye'de sinemanın ilk dönem örnekleri 19. yy'ın ikinci yarısına doğru İstanbul'un o vakitler hemen hemen yalnızca yabancıların, azınlıkların ve levantenlerin neredeyse ‘ülke dışı’ ayrıcalık taşıyan karşı yakası Pera'da boy gösterdi." Sinemanın bu dönemde Türk vatandaşlardan yabancılara nazaran ilgi görmemesini, dönemin kalıplarına bağlayarak açıklamaktadır.

Sinemanın ortaya çıkışı ve yayılması aşamasında Osmanlı Dönemi dünya ile aynı sırada iken, gelişimi aynı çizgide olmamıştır (Coşkun, 2009:17). Burada etkili olan pek çok toplumsal unsur söz konusudur.

2.2.1.1. İlk Türk Filmi

İlk Türk filmi 14 Kasım 1914 tarihinde Fuat Uzkınay40 adlı bir yedek subay

tarafından çekilen "Ayastafanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı" adlı filmdir.

93 Harbi olarak adlandırılan 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Ruslar Yeşilköy’deki Ayastafanos’a kadar ilerlemişler ve bu ilerleyişin bir simgesi olarak altında bir dispanser ve hayatını kaybeden Rus askerlerinin cesetleri bulunan bir abide inşa etmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı yıllarda bu abidenin yıkılmasına karar verilmiş ve savaş müttefikimiz Avusturya ile yıkımın kayda alınmasına karar verilmiştir. Şaşa Film adlı bir şirket ile anlaşma sağlanmış ancak yabancı bir operatörün yıkımı kayda alması istenmemiştir. Ancak Osmanlı Türkiyesi’nde bu dönemde film çekim işleriyle uğraşan yerli rejisör neredeyse yoktur. Bugünkü İstanbul Erkek Lisesi olan İstanbul Sultani’sinde Dahiliye Müdürü olan Fuay Uzkınay adlı bir genç, mektepte talebelere film gösterimi yapıyordu. Ordu Film Alma Dairesi Müdürlüğü’nden emekliye ayrılmış olan Fuat Uzkınay, film çekimi değil ancak gösterimi ile uğraşıyordu. Birkaç tecrübenin ardından Uzkınay’a film çektirmeye karar verildi. 14 Kasım 1914 Cumartesi günü saat 09.30’da abide yıkılmaya başlanmış ve Uzkınay yıkımı 150 metreden kayda almıştır. Hamidiye krovazörünün denizden top ateşi ile vurduğu abide yıkılamayınca dinamit ile parça parça yıkılmıştır. 3 ay süren yıkım çalışması 300 metre uzunluğunda filme kaydedilmiştir (Tilgen, 2009:115).

Film günümüze kadar gelememiştir. Film, Merkez Ordu Sinema Dairesi'nin arşivinde yer almaktayken merkezin Ankara'ya taşınması sırasında üzerine başka filmlerin çekildiği bilinmektedir (Teksoy, 2007:12).

Ali Özuyar (1999: 25) sinema tarihçileri tarafından ilk Türk filmi olarak kabul edilen bu yapımı eleştirir. Filmin çekildiğine dair kanıtların olmadığından hareketle böyle bir filmin çekilmediğini iddia eder. Bu durumu düşündüren sebepleri de şöyle sıralar:

1. Filmi gören bir kişi bile yoktur.

2. Filmin nerede olduğu hiçbir zaman bilinmemiştir.

3. Dönemin resmi ya da özel gazete ve dergilerinde bu filmin çekildiğine dair herhangi bir haber bulunmamaktadır.

4. Fuat Uzkınay’ın kısa sürede kamera kullanmayı öğrenip öğrenmediği şüphelidir.

5. Fuat Uzkınay film hakkında hiç konuşmamıştır.

Ali Özuyar (1999:129) bu düşüncesi doğrultusunda Kara Kuvvetleri Foto Film Merkezi’nde yirmi yıl müdürlük yapmış olan Nusret Eraslan ile bir görüşme yapmış ve filmin çekilip çekilmediği ya da çekildi ise nerede bulunduğu hakkında sorular sormuştur.

Nusret Eraslan ise katalogda bu filmin ‘Ayestefanos’taki Rus Abidesinin Hedmî’ (yakılışı) adıyla kayıtlı olduğunu söylemiştir. Kendisinin bu filmi gördüğünü ancak filmin adı geçen olayla uzaktan yakından alakası olmadığını söylemiş ve filmin üzerine başka kayıtların yapılmış olabileceğini ya da kayıtların karışmış olabileceğini veyahut da taşınmalar sırasında kaybolmuş olabileceğini ileri sürmüştür41.

Diğer ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de sinema, toplumsal meseleler için de değerlendirilmek istenmiştir. Serdar Öztürk’e göre (2009:162) “Ordunun ve halkın savaşa yönelik moral duygularının yüksek tutulmasında sinema filmlerinin de katkısı olabileceğidir. Propagandaya yönelik belgeseller ve haber filmleri çekilerek bu amaç yerine getirebilecektir.” Nitekim Osmanlı Devleti döneminde sinema araçları, Enver Paşa emriyle getirilmiştir. Amaç Osmanlı ordusunun propagandasını yapmaktır. Bu amaçla da ordu bünyesinde “Merkez Ordu Sinema Dairesi” adıyla bir kurum kurulur (Kıraç,