• Sonuç bulunamadı

Türk-İslam Kültüründe Denge Sağlayıcı Düzenlemeler

3.7. İş Tatminsizliği Kavramı ve Sonuçları

4.1.2. Türk-İslam Kültüründe Denge Sağlayıcı Düzenlemeler

Sorokin, biyolojide nasıl, bir canlının yaşayıp gelişebileceği en mükemmel çevre tipinin olması gibi, aynı şekilde sosyolojide de bir topluluğun dengeli bir sosyal gelişmeye maruz kalabileceği en mükemmel kültür tipinin varlığına dikkat çekmektedir. Bu bağlamda, Sorokin’in kültür sınıflandırmasında yer alan kültür tiplerinin en

mükemmeli olan ideal kültür tipinin, şu anda mevcut olmasa bile, daha önceki henüz yozlaşmadığı zamanlardaki Türk-İslam kültürüne uygun düştüğü söylenebilir. Burada, söz konusu edilecek olan husus, öncelikle ideal kültürün kavramsal bir çerçevesini çizmektir. Sonrada, bu çerçeveyi doldurmaya geçmişte en fazla başarılı olmuş kültürlerden biri olarak Türk-İslam kültürünün özelliklerine işaret etmektir.

Türk-İslam kültürünün, İslamiyet’ten önceki Türk kültürü ile İslamiyet sonrasındaki en önemli medeniyet zirvesi olan Yükselme Devri Osmanlı Türk toplumundaki Türk-İslam kültürünü, ideal kültür unsurları açısından analiz etmek uygun olur. Türklerin, İslamiyet’ten önce de, eşitlikçi ve adalete yol açan bir kültüre sahip oldukları çok önemli bir tarihi gerçektir. Bunun içindir ki, İslamiyet, Türk kültürüne bir yama gibi vurulmamış, eski Türk kültürünün canlı ve tamamlayıcı bir kültürel devamı olmuştur. Türklerin, İslamiyet’i kolayca benimsemeleri de bundan ileri gelmiştir (Bilgiseven, 1992;14). İslamiyet öncesi Türk tarihi içerisinde, Göktürk ve Uygur Türk devletlerinin çok önemli bir yeri vardır. Birbirinin devamı niteliğindeki bu iki Türk devlet ve topluluğunda, özellikle ekonomik ve sosyal kaynakların dağıtımı bakımından, son derece eşitlikçi ve paylaşımcı bir ekonomik düzen kurulmuştur. Bu çerçevede, bu iki Türk toplum yapısında, özel ve kamu mülkiyeti belirli bir aristokrat sınıfın doğmasını önlemek; ayıca ülkedeki servet ve imkanların belirli bir zümrenin elinde, diğer insanların üzerinde, bir baskı ve tahakküm aracına dönüşmesine engel olmak amacıyla ortak kamu mülkiyeti sürekli korunmuştur. Bundan başka, bir şekilde, toplumun ortalamasından daha fazla servet ve ekonomik kaynak biriktiren kişi ve ailelerin sahip oldukları bu imkanlardan, ihtiyaçlarının dışındaki fazla kısımları, “yağmalı toy”, “başakçılık”, ve “ülüş sistemi” gibi yardımlaşma gelenekleri ile dağıtımı sosyal bir zorunluluk haline getirilmiştir (Eroğlu, 2007; 252-254). Böylece, bu iki Türk toplumunda tesis edilen mülkiyet ilişkileri ve paylaşımcı sosyal geleneklerin yardımıyla, “varlıklılar” ile “yoksullar” arasındaki adaletsizlik ve eşitsizlik durumları en az düzeye indirilmeye çalışılmıştır.

Türkler, Müslüman olduktan sonraki dönemde kainatın, tek ilahi varlığın yerdeki ve gökteki egemenliğinin canlı bir devamı olduğuna inanmışlar ve bu bağlamda, kainatta bütünlük ve adalet sağlamaya çalışmışlardır. Bu sebeple onlar birey ile toplum, toplum ile devlet ve milliyetçilikle beynelmilelciliği bir terazide dengelemişlerdir. Şu halde, Müslüman Türkler, kainatı Allahın birliği ve bütünlüğü

içinde kabul etmişler ve böyle inanmalarından dolayı da “Kuvvet Haktır” ilkesine değil, ideal kültürlerin temelini oluşturan “Hak kuvvettir” ilkesine bağlı kalmışlardır. Türklerin, paylaşımcı ve eşitlikçi bir inanca sahip olmalarından kaynaklanan başka bir kültürel özellik, her yeni devleti kurduklarında devletin töresini tespit ederek egemenliği, daima halka ait kabul etmeleridir. Böylece, Türkler, kurdukları her devlette bir Kurultay meydana getirmişler ve bütün halk temsilcilerini önemli kararlar arifesinde toplanan kurultaylara katılmakla yükümlü tutmuşlardır (Bilgiseven, 1992; 14). Bu uygulamada, Türkler, toplumdaki sosyal statü ve itibarı tayin eden sosyal kaynakları da her kesim arasında adalet ve hakkaniyet içerisinde nispeten paylaşmayı bilmişlerdir.

Eski Türk kültürünün adaletçi ve eşitlikçi niteliğini besleyen başka bir niteliği, Türklerin kainatı, Allahın canlı bir devamı olarak kabul etmiş olmalarıdır. Bu inançlardan dolayı, angarya ve sömürü engellenmiştir. Kainatı ve kainattaki bütün canlıları, tek olan Allah’ın tecelli ettiği birer varlıklar olarak kabul eden bir din olarak İslamiyet, elbette adalet ve hakkaniyet idealine bağlı olacaktır (Bilgiseven, 1992; 15). Bu inanç ve anlayış, insanlara, her yerde “Hakkı” görme düzeyine ulaştıracağı için dört duvar arasına çekilerek kendi başlarına kalmak yerine, içten ve dıştan “Hak” tarafından kuşatıldıkları hissini verir. Ayrıca, İslamiyet’e göre insanlar nerede, ne zaman, ne eylem yapıyorsa, yaptığı her faaliyet, Allah tarafından görülmekte ve bilinmektedir. Bu bağlamda, Kuranı Kerim’de, “ne zaman sen, herhangi bir durumda bulunsan, ne zaman ondan bir şey okusan ve siz ne zaman bir şey yaparsanız, o işe daldığınız vakit biz mutlaka üstünde şahidizdir; Ne yerde, ne gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden uzak (ve gizli) kalamaz…(Yunus, 61)”denilmektedir. Böyle olunca da, insanlar, çarşı ve pazarda, okulda ve iş yerinde, ailede ve toplum içinde, insanlar arasında ve tabiatta, her nerede olursa olsunlar, kiminle ilişki kurarsa kursunlar, kendilerini Allah’la baş başa oldukları algısına ulaşırlar. Yani, hakiki bir Müslüman nereye bakarsa, ne yaparsa; her şeyde Allah’ı görür ve yaptığı her şeyde Allah tarafından gözlendiğini bilir. Böyle bir algılamaya sahip olan bir insan ise asla başkalarına haksızlık, adaletsizlik, kötülük veya herhangi bir ahlaksızlık yapma girişiminde bulunamaz (Bigiseven, 1990; 30).

Dördüncü olarak, eski Türk kültürünün ideal kültür niteliği taşımasına imkan veren özellik, statü düzeniyle ilgilidir. Bilindiği gibi, iki türlü statü düzeni vardır. Bunlardan birincisi, statülerin bireylere doğuştan verilmesi düzenidir. İkincisi ise bireye kendi statüsünü (kendi şeref ve itibarını) bizzat elde etme imkanını veren statü

düzenidir. Eski Türklerde, bireyin kendi çabasıyla statü elde etmesini sağlayan bir düzen hakimdi. O kadar ki, Kağan çocukları arasında dahi, yaşça büyük veya küçük olmasına bakılmaksızın, alplikte ve bilgelikte kim daha üstün durumda ise o kağanlığa getirilmek üzere seçilirdi. Kağan olmakla elde edilen kutluluk ise Kağanlığa layık görülen bireye gökten verilmez, onun yükselerek bu kutluluğu gökte elde ettiğine inanılırdı (Bilgiseven, 1992;14). Aynı şekilde, İslamiyet öğretilerine göre, “insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışması da sonradan ona mutlaka görülecektir. Sonra, ona karşılığı tastamam verilecektir.” (Necm,39-41). Bu durumda, hem eski Türk kültüründe, hem de İslami inanç sisteminde, insanların kazandıkları ve elde ettikleri her şeyde kendi çaba ve kazanımları övülmüş ve teşvik edilmiştir.

Yükselme devri Osmanlı toplumunda, kültürün hemen hemen ideal kültür sayılabilecek kadar mükemmel bir karakter taşımasında, bireysel çabayla statü elde etme düzeninin varlığı, büyük bir etki gücüne sahip olmuştur. Yükselme devri Osmanlı Türk toplumunda, köylünün, sipahinin ve devletin menfaatlerini paralel hale getiren ve bireylere her türlü sivil hakları veren bir adalet sistemi hakim olmuş ve batılı anlamda feodalite mevcut olmamıştır (Bilgiseven, 1990; 30). Aynı şekilde, kent ekonomisi bağlamında ahilik sisteminde, dengeli bir usta, kalfa ve çırak ilişkisi ile yine dengeli bir işletme-müşteri ilişkisi, büyük ölçüde adalet ve hakkaniyet ilkesi çerçevesinde gerçekleşmiştir. Bundan başka, ülkenin her yanına ve her kesimine ulaşabilen yaygın vakıf hizmetleri, yükselme döneminde Osmanlı Türk toplumunda insan eliyle sağlanabilir en adil ve eşitlikçi bir sosyal düzen ve yönetim mekanizması oluşturmuştur. Türkler imparatorluk içindeki çeşitli milli grupları, dinleri ve milliyet duygusu açısından hiçbir baskıya tabi tutmadıkları halde, kendi milliyet hislerini bastırmış ve ihmal etmişlerdir. Bunda, tarih boyunca hep hakim bir millet ve grup olmanın verdiği fedakarlık ahlakı rol oynamıştır. Bu inanç, birçok Türk devletlerinin ve özelikle Osmanlı Türk devletinin yayıldıkları yabancı ülkelerde adaletsizlik yapılmasını önlemiş, insanlara yapılan kötülüğün ve haksızlığın Allah’a karşı yapılmış terbiyesizlik olacağını, onlara idrak ettirmiştir (Bigiseven, 1990; 45).

Duraklama ve gerileme devrinden itibaren, önce İslamiyet’in değer hükümleri yozlaştırılıp, daha sonra bilimde de geri kalınması sebebiyle artık, Türk-İslam kültürünün ideal kültür olmaktan çıktığı çok açık ve bellidir. Bu durumda, Batı’yı taklit etmekle de ideal kültüre kavuşmak mümkün değildir. Çünkü, Batı, bizzat kendisi de

ideal kültüre muhtaçtır ve üstelik kendisi de ideal kültüre sahip değildir. Ayrıca, batı medeniyetinin bu son aşamasındaki pozitivist temelli modernizm insanların ve toplumların dini ve ahlaki ilkeler ile diğer metafizik süreçlerle bağını büyük ölçüde koparmıştır. Diğer yandan, serbest piyasacı, aşırı rekabetçi ve ne pahasına olursa olsun kazanma hırsı ile bitmek tükenmek bilmeyen bir tüketim çılgınlığı ile insanların her türlü haz ve hırsları kışkırtılmıştır. Bu durumda, modernist-kapitalist sistem ve bunların uzantısı olan postmodern kültür, bir taraftan da adaletsiz ve haksız uygulamalar konusunda insanları kışkırtmakta ve ayartmaktadır. Bu bağlamda, Batı medeniyetinin bu maddeci kültür yapısı, modernist-kapitalist bir yaşam biçimi aracılığıyla yeryüzünde hemen hemen bütün dünya kültürlerinde önemli bozulmalara ve sosyal çözülmelere yol açmıştır. O halde, yapılacak iş, maddeci-kapitalist ideolojik bakış açısı ve postmodern kültürün kirli bilgi sistemleri ile bozulmamış olan objektif ve gerçekten bilimsel bilgileri ile İslamiyet’in öncü ve tasavvuf düşünürleri tarafından yapılmış izahlarını, yeniden ele almak, bu izahlara çağımızda daha da gelişmiş olan bütün objektif bilimsel ve felsefi bilgiler açısından ilave yorumlar getirmek ve böylece Türk-İslam kültürünün değer hükümlerini, yozlaştırılmadıkları dönemdeki asli halleri ile genç nesillere tanıtmak ve benimsetmektir (Bilgiseven, 1992; 16-17). Ayıca, Türk-İslam kültürü, modern-kapitalist ve maddeci kültür anlayışının bir şekilde dünya kültürleri üzerindeki bozucu etkilerine karşın ideal kültür sıfatıyla yeni bir alternatif olma potansiyeline de sahiptir.

Sonuç olarak, küresel sistem içerisinde gederek hızlanan adaletsizlik ve haksızlık uygulamalarına ilave olarak, zaten kendi iç dinamikleri bakımından da önemli sorunlar yaşayan Türk toplumsal yapısının hızla iyileştirilmesi ve dengeli bir toplum haline getirilmesi zorunluluğu vardır. Küresel sistemin adalet ve hakkaniyet ilkelerine dayalı bir dönüşüm yaşayacağı beklentisine kapılmak, çok hayali ve yersiz bir bekleyiş olur. Çünkü, küreselleşmenin etkili ve egemen güçlerinin ne tarihi geçmişlerinde, ne de şimdiki zamanlarında “adalet” ve “hakkaniyet” ile ilgili temel kültür kavramları mevcut değildir. Oysa, Türk toplumsal yapısının, kendi tarihi kültür gerçekliğine döndürülerek, yeniden adalet ve eşitlik sağlayan sosyal kurumlar, kuruluşlar ve kurallar yoluyla belirli bir dengeye taşınması mümkün olmalıdır. Çünkü, Türk toplumu, geçmişlerinin önemli bir zaman diliminde bu kavramlara ve algılamalara dayalı toplumsal süreçleri ve dengeleri sağlamışlardır. İstenir ve irade edilirse, aynı mekanizmalara tekrar sahip olabilme potansiyeli ve ihtimali her zaman vardır. Bundan başka, sosyal sistem

teorisinin temel varsayımlarına ve ilkelerine göre, örgütlerdeki adaletsizlik ve haksızlık durumlarının giderilmesi, büyük ölçüde içerisinde faaliyet gösterilen sosyo-kültürel sistemin soyut adalet algısına ve ideal kültür ortamının varlığına bağlı olduğu anlaşılıyor.

4.2. Örgütlerde Adalet (Denge) Sağlayıcı Bir İmkan Olarak Psikoteknik Yöntem

Örgütlerde yaşanan en belirgin adaletsizlik alanlarından birisi, hiç kuşkusuz personel seçimlerinde, atamalarında ve terfilerinde yaşanan haksızlıklar ve yanlışlıklardır. Personel seçimi ve işe yerleştirilmesi ile terfiler sırasında, bilerek ya da bilmeyerek yapılan her yanlışlık veya haksızlık, öncelikle işe yerleştirilen, atanan ve terfi ettirilen kişiler başta olmak üzere, örgüt içi ve örgüt dışı paydaşlardan toplumun geneline kadar, çok geniş bir kesimin etkilendiği, verimliliği, mutluluğu ve huzuru bakımından zincirleme bir etki dalgası yaşanmaktadır. Bu çerçevede, iş-işgören uyumunu sağlayan bir personel seçimi ve ataması ile önemli bir mevkiye “layık” ve “ehil olmayan” birinin terfi ettirildiği bir uygulama, eninde sonunda bir taraftan, çalışanların dengesini bozacak, diğer taraftan da örgütün etkinliğini ve verimliliğini düşürecektir.