• Sonuç bulunamadı

Hukuk ve Adalet İlişkisinin Tarihi Gelişimi

1.2. Adalet Kavramının Benzer ve İlgili Kavramlarla İlişkisi

1.2.3. Hukuk Kavramı

1.2.3.2. Hukuk ve Adalet İlişkisinin Tarihi Gelişimi

Birçok araştırma, Çin ve bilhassa Mezopotamya uygarlıklarında, hukuk ve adalet düşüncesinin ve ilişkisinin eni-konu bilindiğini ve tartışıldığını göstermektedir. Sümer uygarlığı sırasında yazının kullanılmaya başlanmasıyla bu tür kavramlara yazılı olarak rastlamak mümkün olmuştur. Babil Kanunları, antik Yunan düşünce uygarlığından çok daha önce oluşmuştu. Mezopotamya uygarlığının da etkisi ve yansımaları sonucu Yunan şehir devletleri ortaya çıkacaktır. M.Ö. 7. yüz yılda, Antik Yunan mitolojisi kaynaklarında adalet, hak-haksızlık, zulüm gibi terimler yer almaktaydı. Buna göre, antik dönemde hukuk, adalet gibi kavramlar ya da eş anlamlı karşılıklarının, masallar,

destanlar, şiirler ile mitolojik özellikteki sözlü kültürlerde mevcut olduğu ifade edilebilir (www.hukuk.gazi.edu.tr/hukukfelsefesinotlar.doc).

M.Ö. 5. yüz yılda yaşayan Yunan filozofu Heraklit, hukuka ilişkin görüşleriyle kendinden sonrakileri etkilemiştir. O, dünyayı bir değişim süreci olarak görmekteydi. “Aynı nehirde iki kez yıkanılamaz” derken, her şeyin bir değişim süreci içinde olduğunu anlatmak istiyordu. Ona göre, her şeyin aynı zamanda bir zıddı vardı. Bir şey, en iyi onun tersi olanla anlaşılabilirdi. Heraklit’e göre, evren bir “evrensel akıl” tarafından yönetilmekteydi. Bu evrensel akıl tanrısal nitelikteydi. Ona göre adalet, ilk kez insana bir yasa olarak bu evrensel-tanrısal yasa tarafından öğretilmişti. Pozitif (olan) ve doğal ( olması gereken) yasa ayrımını ilk kez açık şekilde Heraklit’te görmekteyiz (www.hukuk.gazi.edu.tr/hukukfelsefesinotlar.doc). Aslında, böyle bir ayırım bile, hukuk ile adalet arasındaki ilişkinin doğurduğu bir duyarlılık olarak dikkat çekmektedir.

M.Ö. 5. yüz yılın sonlarında, Sofistler diye adlandırılan felsefi akıma mensup düşünürler, bu kez hukukta ve felsefede insanın önemini vurgulayacaklardır. Onlara göre, her şeyin ölçüsü evrensel akıl değil “insan”dır. Ancak, her şeyin merkezine alınan bu insan, ahlaki bir varlık olarak değil, somut insan olarak her şeyin ölçüsüdür. İnsan, kendi çıkarlarını düşünen bir yaratıktır. Bu nedenle onun tarafından oluşturulan her hukuk kuralı, her zaman adaleti gerçekleştirmeyebilir. Sofist bazı filozoflar, hukukun ve adaletin de herkese göre değişken olduğunu iddia etmekle hukuku göreceli bir konuma sokmuşlardır. Örneğin, Protagoras, değişmez doğru düşüncesini temelden reddederek, hukukun uyulması gereken kesin kurallar olmadığını savunmakta ve böylece bu göreceli görüşlere önderlik etmekteydi. Diğer yandan, Kallikles’e göre, hak sahibi olmak için güçlü olmak gerekir. Yasalarda konan kurallar aslında güçlülerin arzu ve isteklerini tatmin amacına yöneliktir. Doğal yasa da güçlülerin lehinedir. Güçlü olanlar, aynı zamanda hukuku da belirler. Sofistlerce ortaya konan hukukun, onu belirleyenlerin isteklerinin bir ifadesi olduğu görüşü, farklı şekillerde günümüzde de yansımalarını bulmaktadır: Bazı sofist filozoflarca savunulan hukukun, doğal yasalardan değil, onu belirleyenlerin iradelerinin bir ürünü olduğu görüşü, 20. yüz yılda pozitivistler ve modernistlerce geliştirilir. Pozitif hukukçulara göre, kanun koyucu tarafından belirlenen her şey, aynı zamanda itaat edilmesi zorunlu hukuktur.

Antik düşüncede ortaya konan insan doğasının, hukukun ortaya çıkmasına kaynaklık ettiği görüşü, Sokrates tarafından da ortaya konmuştur. Sokrates, insanın

hukuku anlaması için kendini tanıması gerektiğini öne sürmekteydi. Sokrates, akli eleştiriler yaparak evreni kavramaya çalışırken insan doğasını da dikkate almaktaydı. Onun amacı objektif gerçeğe ulaşmaktı. Sokrates, eleştiri temelli olmayan düşüncelere ahlaki ve estetik bir değer atfetmemekteydi. Ona göre, asıl önemli olan insanın, kendi kendini, böylece insan doğasını tanımasıydı. Sokrates de görüşünü benzer bir şekilde formüle etmekteydi; “yasa, insanın sinesinden ve insan ruhundan gelir”. Sokrates’in bu felsefi yaklaşımının izleyicileri daha sonraki yüzyıllarda Çiçero ve Agustinus gibi filozoflar olacaktır (www.hukuk.gazi.edu.tr/hukukfelsefesinotlar.doc). Sokrates, aslında insan doğasına ilişkin bu görüşlerini ortaya koyarken bir objektif ahlak oluşturmaya çalışmaktaydı. Bu objektif ahlak arayışında amaç, adaleti, hakkı, erdemi ortaya koymaktı. O, bu uğraşıyla insan erdemini ve adalete uygun bir hukukun nasıl elde edilebileceği ile ilgilenmekteydi. Böylece, Sokrates, ahlak-hukuk ilişkisini ya da diğer deyişle ahlak hukuk bağlantısını kurmayı amaçlamaktaydı. Sokrates’i günümüzde de hatırlamamıza vesile olan bir özelliği, felsefesini kendi hayatına da uygulamasıydı. Bu bağlamda, onun ortaya koyduğu bir başka görüş de kanun adaletiydi. Ona göre, bir konu yasa ile düzenlenmişse düzenlenen husus, aynı zamanda adalet üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılıyordur. Başka bir deyişle ifade edilecek olursa, kanun hiçbir zaman adalete aykırı olmamalıydı. Bu nedenle kanuna uymak da adaletin bir gereğiydi. Ona göre, ortada bir yasa varsa bu yasaya uymak site yurttaşı için bir zorunluluktu. Ölüme mahkum edildiğinde sevenlerinin onu mahpushaneden kaçırarak ölümden kurtarma önerisini reddetmesi, tarihi bir hikaye olarak günümüze kadar ulaşmıştır. Ona; kendisinin haksız olarak mahkum edildiği ve bu nedenle kaçması gerektiği ifade edildiğinde, “haklı olarak mahkum olsaydım, daha mı iyi olurdu?” anlamındaki veciz sözü, adaleti esas alan hukuk felsefesi açısından derin anlamlar taşımaktadır (www.hukuk.gazi.edu.tr/hukukfelsefesinotlar.doc).

Sokrates gibi onun öğrencisi Platon da, değişmez mutlak bilgiye ulaşmaya çalıştı. Ona göre, gerçek bilgi, insandan insana değişmemeliydi. Platon’a göre, objektif gerçeği ancak filozoflar keşfedebilirlerdi. Fakat, Platon’un objektif gerçek adı altında ortaya attığı fikirler, daha sonra totaliter ve baskıcı siyasal ideolojilere ilham kaynağı olacaktır. Platon, devlete ilişkin görüşlerini ortaya koyarken, en iyi yönetim tarzının aristokrasi olduğunu savunur. Demokrasi, herkesi eşit gören bir yönetim tarzı olduğu için adaletsiz bir irade biçimidir. Platon’a göre insanların eşit yaratıldıklarını öne sürmek haksızlıktır. Nasıl ki, bir insan bedenindeki beyin ve eller, ayaklar genel olarak

vücudun hayatiyeti için aynı derecede önemli değiller ise toplumsal beden sayılan herhangi bir toplumdaki yurttaşlar arasında da bir hiyerarşi bulunmalıdır. Bu hiyerarşide, en üst sınıfı filozoflar oluşturur ve devleti de onlar yönetmelidirler. Daha aşağıda yer alan savaşçılar sınıfı da, toplumu saldırılar karşısında korumakla görevlidirler. Diğer kesimler ise tarım ve diğer gıda ihtiyaçlarını karşılamakla görevlidirler. Platon, “hukuku kim ortaya koymalıdır?”, sorusuna “bilge kral” cevabını vermektedir. Kral, hukuku en iyi bilendir. Çünkü o, toplumun en bilgilisidir. Platon ortaya koyduğu bu yaklaşım ile kendini kral olması gerektiğini ima eder gibi bir tavır içerisindedir (www.hukuk.gazi.edu.tr/hukukfelsefesinotlar.doc).

Aristo ile beraber, antik Yunan düşünce dünyasında doğal hukuk zirveye ulaşmıştır. Aristo, yirmi yıl Platon’un derslerini dinlemiş ve zamanla kendi öğretisini geliştirmiştir.

Aristo, öğretisinde ikili bir adalet ayrımı geliştirmiştir:

1- Doğal adalet, doğal yasalardan kaynaklanır.

2- Yasa adaleti, pozitif hukuk kurallarından kaynaklanır.

Doğal adalet, tabiatta var olan dengelerdir. Bunda, insanların bir rolü, katkısı ve etkisi yoktur. Fakat, yasa adaletinde durum farklıdır. Çünkü, yasaları insanlar hazırlar ve bunu yaparken kendi durumlarını ve belirli çıkarlarını gözetebilirler. Bu anlamda yasalar, bazen belirli bir gruba avantaj ya da dezavantaj sağlayabilir. Bu nedenle Aristo, olgunluk döneminde, yasaların mükemmelliğinden şüphe duymaya başlamıştır. Ona göre, her yasa tam olarak uygulanma kabiliyetine sahip olmayabilir. Aynı zamanda, bazı yasalar haksızlıklar da doğurabilir. Yasanın olduğu gibi uygulanması bir haksızlığa yol açmakta ise hakkaniyet ilkesi ile doğacak bu haksızlık önlenebilir. Hakkaniyet ilkesinin uygulaması haksızlıkları önleyebileceği gibi hukuka olan güveni de koruyacaktır. Böylece halen günümüzde de sıkça gündeme gelen adalet sorunu, Aristo tarafından ayrıntılı olarak ortaya konmuştur. Genellikle çağdaş yazarlar da, bu yönüyle adaletten söz ederken Aristo’nun fikirlerine müracaat ederler (Altıntaş, www.hukuk.gazi.edu.tr/hukukfelsefesinotlar.doc).

Bugünün modern devletlerinde, hukukun en önemli kaynağı yasalardır ve yasa da yasa koyucuların düşüncelerini dile getirir. Buna göre hukuki düzenlemeleri, yasa

koyucunun tamamen öznel ve keyfi görüşünden kurtarmak suretiyle hukuka, ona tabi olanlar üzerinde etkili bir güç kazandıracak olan akıldır. Modern düşüncede, akıl, herkeste aynı mantık yasalarına bağlı olduğu ve herkes için nesnel bir gerçekliği temsil ettiği içindir ki, onu yansıtacak olan bir yasa hukuk biliminin araştırma konusu olmaya hak kazanacaktır. Buna karşı denilebilir ki, aklın ve mantığın nesnelliğini reddetmek olanaksızdır; ancak, aklın ve mantığın nesnelliğinin, bütün bireylerde üstün bir geçerliliği varsa, sadece o zaman ortak bir mantığa bir varlık kazandırabilir (Aral, 2001;59–62). Ayrıca, yaşanılan, postmodern tecrübeler göstermiştir ki, akıl her zaman gerçeği temsil etmede sorunlar yaşayabilmektedir. Üstelik, aklın, birçok akıl dışı etkenlerin baskısı ve etkisi altına girdiği de çok sık görülen bir durumdur. Ayrıca, bugünün modern devletleri için, hukukun en önemli kaynağının yasalar olduğu şeklindeki düşünce gerçek iktidar-hukuk ilişkileri bakımından oldukça tartışmalı bir konu haine gelmiştir.