• Sonuç bulunamadı

Postmodern Düşünce Sisteminde Adalet Kavramı

1.1.2. Batı ve İslam Medeniyetinde Adalet Kavramı

1.1.2.2. Günümüz Düşünce Sisteminde Adalet Kavramı

1.1.2.2.2. Postmodern Düşünce Sisteminde Adalet Kavramı

Modern düşünce, aydınlanma döneminden beri gelen bilimci ve rasyonalist (akılcı) anlayışları ve açıklamaları temsil etmektedir. Modernizmin tetiklediği bilimsel düşünce ve teknolojik gelişmeler, ülke ve toplumların üretim gücünü ve ekonomik faaliyetlerini harekete geçirmiştir. Başta, gelişmiş Batı ülkelerinde olmak üzere, modern bilimin düşünce sisteminin yarattığı yeni ekonomik sınıflar içerisinde, en fazla güç kazanan sermaye sahipleri olmuştur. Buna karşılık, modern bilim ve düşünce, yeni teknolojinin yanı sıra egemen güçleri de ihya etmiştir. Burada, bilimsel bilginin ve düşüncenin rasyonalist ya da deneyci olmasından yola çıkılmış olsa bile, piyasa güçlerinin ve hakim sınıfların (mesela, şirket başkanları, üst düzey bürokrat ve siyasetçiler, mesleki ve sivil örgütlerin yöneticileri v.b.g.), diğer toplum kesimleri üzerinde şiddetli bir hakimiyet kurmuş olmalarına ortam hazırlanmıştır. Bu anlamda, postmodernist anlayış, uygulamada irrasyonalizme (yani aklın sınırları dışında hareket etme alışkanlığına) yaklaşmıştır. Postmodernizmin öncü ismi Lyotard’a göre, akıl önemlidir ama, ancak onun sahasını sınırlandırmak, ayrıca sosyal, psikolojik, hayali ve teknik tecrübelerden bağımsız tutmak gerekir (Bolay, 1996; 322–334). Postmodern düşünce, modernlik sonrasındaki geleneksel bağlarından ve dayanaklarından kopmuş olan bilimsel bilgi ve düşünce alanında, pratikte yaşanmakta bulunan bireysel dayanıksızlığa ve sosyal çözülmeye, yeni bir adlandırma ve kavramsallaştırma getirme çabasından doğmuştur. Çünkü, modernlik, yaşanılan hayatın akılcılaştırılması yönünde büyük iddialar taşısa bile sonuçta yaşanılan hayata büyük bir geçicilik kazandırmış ve

böylece, gerçekte hayatın istikrarını, dengesini ve kalıcı sağlamlık yönlerini bozmuştur ve hatta bunlarla tam bir çelişki halindedir (Lefebvre,1998; 86).

Bu anlamda, modernlik sonrasının da yani postmodern dönemi temsil eden, özellikle irrasyonalist açıklamaları temel eksen alan başlıca “adalet” kavramlarıyla ilgili düşünceler aşağıda özetlenmiştir.

Yüzyılımızın en önemli sosyal bilimcilerinden biri olan F.A.Hayek, rasyonalist olmayan ve kendiliğinden gelişen sosyal düzen fikrine bağlı olan düşünürlerden biridir. Onun adalete ilişkin görüşlerini de bu bağlam içinde düşünmek gerekir (Erdoğan, 2001;176). Hayek, adaletin, ancak bireysel davranışların sonuçlarına uygulanan bir değer ölçüsü olduğunu, kendiliğinden doğan düzenin sonuçlarının ise adalet açısından analiz edilemeyeceğini söylemektedir (Kurt, 1995; 58). Hayek’e göre; adalet veya adaletsizlik ancak, herkese uygulanabilir adil kurallara tabi bireylerin yaptıkları bilinçli eylemlere atfedilebilir. Toplum bir “kişi” olmadığı için, onun adil veya gayri adil davrandığından söz etmek olanaksızdır (Erdoğan, 2001; 176). Hayek’in adalet teorisinin en temel karakteristiği, bir eylemin adil olup olmadığının tespitinde kullanılacak referansın bilinçli insan eylemi olup olmadığıdır. Hayek’e göre, ancak birey davranışları, adil ya da gayri adil olarak değerlendirilir (Kurt, 2006;208).

Çağdaş siyaset felsefesinin önde gelen özgürlükçü filozofu Robert Nozick, kendi adalet teorisini ünlü kitabı “Anarchy, State and Utopia’da” (1974) geliştirmiştir. Düşünür, bireyin özgür eylemlerini esas alan bir yaklaşımla, adaleti de kişisel kazanımların haklılığıyla ilgili bir mesele olarak görmektedir. Bu, onun genel siyaset teorisiyle tutarlıdır, çünkü aynı bireyci yönetim Nozick’in “minimal devlet” inin haklılaştırılmasında da kullanılmaktadır (Erdoğan,2001; 178 içinde Loughlin 1992). Bir anlamda, Nozick, devletin küçülmesini, hem örgütlerin gelişmesi, hem de adaletin sağlanması bakımından önemli ve gerekli görmektedir. Nozick, “adaletin hak ediş teorisi” (entitlement theory of justice) dediği adalet görüşünü açıklamak üzere, önce iki önemli ayırım yapmaktadır. İlk ayırım, adaletin “tarihsel ilkeleri” ile “amaç-durum ilkeleri” arasındadır. Buna göre, tarihsel ilkeler, insanların geçmişteki eylemlerinin ve durumlarının farklı hak edişlere yol açabileceğini kabul eder. Bunun tersine, amaç- durum ilkeleri ise dağıtımın belli amaçlara göre yapılması gerektiğini öngörürler. Faydacılık ve sosyal adalet teorileri bu türdendir. İkinci olarak, kalıplı ve kalıpsız adalet ilkeleri arasında ayırım yapılmamalıdır. Kalıplı adalet, insanların bir “doğal boyut”una,

bir özelliğine uygun olarak gelir dağılımına değer verir. Söz gelişi, insanların ihtiyaçlarına göre ödüllendirilmelerini öngören bir adalet ilkesi bu türdendir (Erdoğan, 2001;178). Bu durumda, Nozick’in kendi adalet teorisi, tarihsel ve kalıpsız bir adalet teorisidir. Bu bir hak etme (entitlement) teorisidir. Bu hak etmenin iki şartı vardır: Adil kazanım ve adil transfer. İlk şart, bireylerin mal varlıklarının hileye veya güç kullanımına başvurulmaksızın elde edilmiş olmasını ifade eder. İkinci şart, mal varlıklarının el değiştirmesinin de özgür mübadeleye dayanmasını gerektirir. Ayrıca, geçmişteki haksız kazanımların düzeltilmesi de gereklidir. Bu durumda, bu ilkelere aykırı olarak, toplumda zenginliği yeniden dağıtmaya dönük politikaların ahlaki temeli yoktur. Nozick de –Hayek gibi- herhangi bir kalıplı veya amaç durum adaletini gerçekleştirmeye çalışmanın, eninde sonunda özgürlüğün tahribiyle sonuçlanacağı kanaatindedir. Ona göre, zenginliğin yeniden dağıtılması amacıyla vergilemeye baş vurulması yanlıştır; çünkü böyle yapılması kişiyi başkaları için çalıştırmak demektir. Bu şekilde, kişinin mal varlıklarına devlet tarafından el konması, bir tür “zorla çalıştırma” (forced labour) niteliği taşır (Erdoğan, 2001;178 içinde Kelly, 1992). Bu durumda, Nozick’in düşünce ve bakış açısına göre adaletsizlik sayılır.

Postmodern düşüncenin adalet algısı, esas itibariyle modernliğin sarstığı ve altüst ettiği geleneksel değerlerin en iddialı kavramı olan “adalet” kavramını yeniden yaşanılan hayata kazandırma çabasına göre şekillenmektedir. Modern düşünce sistemi, “adalet” kavramını, metafizik süreçlerden, yani ilahi ve manevi bağlardan kopararak, akla ve deneysel süreçlere buradan da yaşanılan hayatın akışına indirgemiştir. Ancak, ilahi ve ahlaki süreçlerden koparılarak akla bağlanan adalet olgusu, pratikte egemen ve güçlü kişilerin, grupların, sınıfların ve ülkelerin lehine işleyen bir eşitsizlik örtüsü ve maskesi haline gelmiştir. Bunun üzerine, postmodern düşünce sistemi de, zaten teorik ve kavramsal bir bağlamda akla ve rasyonel düşünceye bağlı olan “adalet algısını”, şekil ve görüntü olarak da doğrudan piyasaya şartlarına bırakma kolaycılığına yönelmiştir. Postmodern düşüncenin en önemli özelliği görüntü ve imajdır. Yaşanılan hayatın her yönünü, bir görüntüye dönüştürmek tutkusu, toplumsal ve örgütsel anlamdaki “adalet” algısına da nüfuz etmiş durumdadır. Modern düşünce, “adaleti” ahlaktan; postmodern düşünce ise akıldan uzaklaşmıştır. Son durumda, “adalet” pratiği, rüzgarda savrulan yaprak gibi, güçlü ve egemen iktidar ilişkilerinin güdümüne bırakılmıştır. Modern düşünce sisteminin, pratiği ve uygulaması öyle olmasa bile, en azından teorik ve kavramsal iddiası, “düşünüyorum, o halde varım” şeklindeyken; postmodern düşünce ve

yaşam biçiminin temel yaklaşımı ise “görünüyorum, o halde varım” şeklindedir (Sarıbay, 1995; 108). Bu bakımdan, son zamanların “postmodern adalet” ölçüsü, adil olmak yerine “adil görünme” üzerine kurgulanmıştır.