• Sonuç bulunamadı

2. Kuramsal Tartışmalar ve Temel Kavramlar

2.2. Queer Teori

2.2.1. Queer (ve) Kimlik

2.2.1.1. Queer Teori Nedir?

On sekizinci yüzyıldan itibaren, temel haklar arayışını, öncesinde kadınlar ve sonrasında da tüm insanlar adına sürdüren feminist kuram, eşitsizliklerinin oluşmasının temelinde kadın-erkek ikiliğinin, bunu ortaya çıkaran biyolojik farkların ve buna bağlı olarak da ataerkil tahakkümün, kültürü ve sosyali etkileyecek şekilde biçimlenmesinin yattığını savunur. Ataerkinin doğal, ilahi, fiziksel, vs. kökenli olması/oluşması gerektiğini öne sürdüğü bu ayrım, kadınların yüzyıllarca ezilmesine ve erkeğin aşağısında konumlandırılmasına sebep olmuştur. Özellikle 1970’lerden itibaren, feminizm kuramsal olarak gelişme adına ivme kazanmış, biyolojik cinsiyet ve toplumsal cinsiyet terimleri ortaya atılmış, bedenin ve cinsiyetin sosyo-kültürel ve tarihsel bir yapıda nasıl biçimlendirildiği açıklanmıştır. Joan Scott’un tarihsel bir kategori olarak toplumsal cinsiyeti irdelemesi, Simon de Beauvoir’in kadın cinsiyetini yine kültürel bir oluşum içinde “kadın doğulmaz, kadın olunur” şeklinde incelemesi, Betty Friedan’ın evdeki kadının mutsuzluğunu ve ona toplum tarafından yüklenen bu yükün, bedensel özelliklerle alakasının olmadığını savunması, biyolojinin kader olmaması gerekliliği, soruna getirilen yüzlerce farklı bakış açısından birkaçı olarak sayılabilir. Feminizmde cinsiyetin tanımı aynı zamanda özel ve kamusal alan ya da Marksizm, Sosyalizm, Liberalizm gibi farklı teori ve ideolojiler üzerinden de yapılmış, kadının konumu ve sorunlu durumunun nasıl ortadan kaldırılabileceği tartışılmıştır. Günümüze kadar verilen hak mücadeleleri hem akademi hem de alanlarda sonuçlar vermiş, özgürlük mücadelesi adına büyük adımlar atılmıştır. Kadın-erkek eşitliği düşüncesi üzerinden inanılmaz bir yol kat eden feminizm, tarih süresince alanını genişleterek daha kapsayıcı olmaya devam etmiş, zamanla farklı sınıflardaki kadınların, marjinlerdeki kadınların, erkeklerin, LGBT+ bireylerin de destek

47 vererek kendi alanlarına ilerledikleri, belki de gelmiş geçmiş en sorunlu ama en mükemmel kuram olma özelliğine sahip olmuştur.

Queer teori ise 90’lı yıllardan bu yana hem akademide hem de aktivistlerce tartışılagelen bir konudur ve sayısız alanla bağlantıya geçerek “eleştirel ve dönüştürücü bir metodoloji olarak algılanmaya” (Yardımcı & Güçlü, 2013, s. Yayın Kurulu) başlamıştır. Cinsiyet, cinsellik, cinsel arzu gibi defalarca tanımlanmış terimlere meydan okuduğu gibi, kendisi için de bir tanım yapılmasına meydan okur gibidir. Hatta tanımlanamıyor olması en belirgin özelliği ve belki de en çekici yönü haline gelmiştir.

Yine bu sebeple queer teori “normal” bir teori olarak düşünülemez ve Butler’ın da dediği gibi “queer’ı normalleştirmek onun mutsuz sonu olacaktır” (Butler, 1994, s. 21). Queer teorinin kendisi için belli bir tanımlama yapılmasına karşı çıkmasının en önemli sebebi ise “normatif akademik bir disiplin olmaya ne kadar yaklaşırsa, “queer teori” o kadar az queer olduğunu iddia edebilecek” (Jagose, 2015, s. 1) olmasıdır.

Queer, kısa tarihine rağmen bir mihenk taşı görevi görür. Queer için 1990lardan bu yana birçok farklı tanım yapılmış, bu tanımlar bazen birbiriyle çelişmiş ve hatta yanlış okumalar sonucu farklı çıkmazlara bile sürüklenmiştir. Bazen yalnızca LGBT+ bireyleri kapsayan şemsiye bir terim olarak anılmış, bazen de anti-normatif cinsel kimliklerin tamamını içine alan bir konumda durmuştur. 1991’de misafir editörlüğünü yaptığı

“differences: A Journal of Feminist Cultural Studies” dergisinin önsözünde, Teresa de Lauretis queer teori adına birbiriyle alakalı üç projeden bahseder. Bunlar tüm cinsel formasyonların kıstası olarak heteroseksüelliğin reddi; lezbiyen ve gay çalışmaların tek ve homojen bir nesne olmayışı durumu; ve ırkın cinsel öznelliği şekillendiren birçok şeyden biri olması konusundaki ısrarın gereksizliğidir. de Lauretis bu üçünün bir arada tartışılarak “cinsellik anlayışımızın değiştirilip, yeniden yapılanabileceği ve cinsel olanla ilgili düşünce yapımızı değiştirebilecek” (de Lauretis, 1991, s. iv) sistemli bir kuramın

48 oluşabileceğini düşünür. Terimi akademik çalışma alanına taşıyan de Lauretis’in hayallediğinin aksine kuram sistematik bir hâl almamış, tam tersine sistemsizliği ve değişkenliğinden beslenen bir teori hâline gelmiştir. Kendini sonsuz defa yeniden formüle edebilecek bu yeni teori Lee Edelman’ın da söylediği üzere “öznenin şekillenişinin başka bir şekilde deneyimlenebileceği bir olasılıklar alanı” (Edelman, 1994, s. 114) olarak okunabilir. Queer teori özellikle normatif olmayan özneler üzerine kurulmuştur. Mevcut kimlik kategorilerinin yeterli olup olmadığı asıl çıkış noktalarından biridir. Post-yapısalcılıktan14 da hayli beslenen queer teori, anti-kimlikçi tartışmalarının bir kısmını post-yapısalcılığa dayandırır çünkü post-yapısalcılık da tıpkı queer teori gibi her şeyin tek bir anlama sahip olabileceği ya da işaret edebileceği fikrini reddeder. Oysa yapısalcı bakış örneğin, erkeğin iktidarı temsil ettiği bir yapıda, kadının ona tabiliğini ve bu toplumsal yapının kapalı sisteminden herhangi bir kaçış noktası bulunmadan cinsiyet kimliklerinin oluşacağını savunarak, tek yönlü bir anlama ulaşır. Teorinin kökenlerini ise açıkça tanımlamak zordur çünkü feminizm, gey ve lezbiyen hareket, AIDS aktivizmi ve daha birçok akım ve kültürel teoriden beslenmiştir. Ama en kısa tanımıyla Queer teori var olan monolitik sosyal normların yeniden yapılanması için bu normların neden ve nasıl var olduğunu ve nasıl dönüştürülebileceğini ortaya koymakta ve bunları dönüştürmektedir. Ve başlangıçta homoseksüeller için aşağılayıcı bir kelime olarak kullanılan queer, kültür ve toplum tarafından marjinalleştirilmiş cinsel kimlikleri kapsayan bir terim haline gelmiştir. (Jagose, 2015, s. 9)

Queer kuram oluşurken sıklıkla referans verilen kuramcılardan biri olan Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi’nde cinselliğin otorite/iktidar tarafından tanımlanan ya da var edilen bir şey olduğu fikrine karşı çıkar. Bunun yerine cinselliğin iktidar ve iktidarın

14 Post-yapısalcılık Ferdinand de Saussure’ün temellerini attığı yapısalcı dilbilime karşı ortaya çıkmıştır.

Derrida, Foucault, Deleuze, Lacan ve Lyotard tarafından temellendirilmiştir ve üç Fransız feminist dilbilimci olan, Kristeva, Cixous ve Irigaray’ın düşünceleri post-yapısalcı olarak düşünülebilir.

49 bilgisi ekseninde söylemsel olarak var edilen bir olgu olduğunu öne sürer. Cinsellikle ilgili ne söylenmiş, nasıl söylenmiş, bunlar tarih boyunca nasıl deneyimlenmiş ve nasıl rollere bürünmüş gibi soruların cevaplarını ortaya çıkarmaya çalışır. Foucault için cinsellik kültürel bir olgudur ve iktidarın söylemiyle var olur. Diğer bir deyişle Foucault cinselliğin açıkça tanımlanabilen bir şey olduğu fikrini reddeder çünkü ona göre cinsellik iktidar ve iktidarın bilgisi dahilinde oluşan söylemsel bir üretimdir. Foucaultcu söylem ise

[. . .] sosyal pratikler ile birlikte, bilgi, özne ve iktidar ilişkilerini üretme yollarıdır ki bu, bu tür bilgi ve ilişkilere bağlı olarak oluşur. Söylemler düşünme ve anlam üretme yollarından da öte bir şeydir. Bunlar beden, bilinçaltı, bilinç ve yönetmek istedikleri öznelerin duygusal hayatlarının ‘doğasını’ oluştururlar. Söylemsel ifadelerinin dışında ne beden ne de duygu ve düşüncelerin bir anlamı vardır fakat söylemin oluşturduğu akıl ve bedenlerin oluşma yolları daima, sıklıkla anayasal bazda, daha geniş bir iktidar ilişkileri ağının parçasıdır. (Weedon, 1997, s. 105).

Yine Weedon, Foucault’nun iktidar kavramını şöyle tanımlar; “İktidar bir ilişkiler bütünüdür. İktidar, söylemler ve söylemler tarafından üretilen öznelerin farklılığı, uygunluğu ve başıboşluğuna bağlıdır. İktidar, oluşturduğu ve yönettiği bireysel öznelerin söylem içinde yeniden oluşmasıyla tatbik edilir” (Weedon, 1997, s. 110). Foucault’nun çalışması iktidar, söylem ve cinsellik gibi konulara değindiği için queer teorinin gelişmesine katkıda bulunan eserlerden biri olur.

Judith Butler’ın Foucault’ya referans vermesinin ilk sebebi, Foucault’nun iktidarın dünyayı nasıl sistemli bir şekilde biçimlendirdiğini ve bunu da söylem yoluyla yaptığını açıklarken, değişimin nerede ve nasıl başlayabileceği, boşlukların neler olduğu sorularına cevap vermemesidir.

50 [. . .] eleştiri mutlaka bu söylemin ortaya çıkışına işaret edecek biçimde kaçış noktalarını izlemek, kopuşları ve süreksizlikleri, söylemin vaat ettiği anlaşılırlığı kurmada başarısız olduğu yerleri işaret etmek zorundadır. Foucault’yu izleyerek eleştirinin iki farklı görevi olduğuna işaret eden Butler’ın çalışmasının özgün yanı, bu iki analiz düzeyi arasında Foucault’nun kurmayı tam başaramadığı ya da eksik bıraktığı bağlantıyı göstermek olacaktır. (Özkazanç, 2015, s. 42)

Yani iktidar-özne ilişkisindeki bağlantının daha derinlemesine incelenerek, iktidar üzerinden öznenin faydalanabileceği bir dönüşüm sürecine geçişin nasıl olabileceğinin araştırmasını yapar Butler. Peki bu cinsiyet açısından ne anlama gelir? Butler’ın sözleriyle ikili “kategorilerin tutarlılıklarının sorgulandığı, cinsiyetin sosyal yaşamının şekillendirilebilir ve dönüştürülebilir hale geldiği [. . .] anların izini sürmek” (Butler, 2004, s. 216) gerektiği anlamına gelir. Butler’ın direnme ya da değişim olarak adlandırdığı şey bir bakıma oldukça bireysel bir karşı çıkıştır. Herhangi bir kuramsallaşma ya da örgütlenmeden bahsetmez. Baskıcı güçlere karşı gösterilen ya da gösterilmesi gereken direniş daha çok küçük boşlukların bulunup bir yıkıma dönüştürülmesi üzerinedir. Yine de queer’ın hem kelime hem de kuram olarak sahiplenilmesi organize, grupsal hareketlerin başlamasına öncülük etmiştir.

Diğer önemli sebep ise Butler’ın “beden” kavramını farklı okumasıdır. Butler, cinsiyet/cinsel kimliğin sadece iktidarın söylemi doğrultusunda oluşmadığını ve Foucault’nun dediğinin aksine bedenin ve bedensel performansın bir anlamı olduğunu savunur. Örneğin, kendisiyle yapılan bir görüşmede, bedenlerin neden önemli olduğu ve dışlama konusundan bahsederken, “O zaman dışlama bir süreçtir? Söylemsel bir süreçtir?” sorusuna “Kesinlikle öyle olduğunu düşünüyorum” der ve devam eder:

Öncelikle söylemlerin kesinlikle bedenlerin içinde yaşadığını düşünüyorum.

Söylemler bedenlerin içine yerleşirler; bedenler söylemleri yaşam kaynaklarının

51 bir parçası olarak içlerinde taşırlar. [. . . ] Söylemeye çalıştığım şey bir tarafta söylemsel bir oluşum, diğer tarafta bir bedenin olduğu değil. (Costera Meijer &

Prins, 1998, s. 282)

Beden ve söylemin iç içe olduğudur. Yani Butler için beden ve söylem birbirinden bağımsız hareket şeyler değildirler. Hatta birbirlerini oluşturan bir süreçtirler. Bu yüzden de bedenin sadece maddesel bir varlık değil, sosyal bir yapılanma olduğunu söyleyebiliriz. Diğer bir deyişle

[. . .] sosyal/konuşan (örn. Lacan’ın teorisindeki sembolik varlıklar) ya da çağırılan varlıklar (Althusser’in yaklaşımındaki gibi) olarak kurulmadan önce, insan değildik. Yani doğal (sosyal öncesi) bir insanlık durumu yoktur ve bu yüzden bir insan bedeninin zaten sosyal olarak kurulmuş bir insana ait olması diye bir şey söz konusu olamaz. [. . .] insan bedenleri yalnızca sosyalleşmiş değil fakat benzer şekilde performans sürecinden geçerek cinsiyetlendirilmişlerdir.

(Herstein, 2010, s. 49).

Kısaca, beden olarak adlandırılan şey doğum sonrasında fizyolojik ve sosyolojik olarak şekillenmiş ve insan oluşumuz erkek ya da kadın olarak bizim dışımızda gelişen bir süreçte temellendirilmiştir. Bu durumda, kadın ya da erkek cinsiyetli olarak sosyal normlarca tanımlanmak aslında kimliğin büyük bir bölümünü kapsayan bir tanım haline gelir. Butler bu durumu kısaca şöyle özetler “[. . .] “cinsiyet”, ne birinin sahip olduğu bir şey, ne de ne olduğunun değişmez tanımıdır: “cinsiyet”, “biri”ni tam anlamıyla yaşayabilir kılan ve dolayısıyla bir bedeni, kültürel anlaşılırlık alanı içinde, hayat boyu niteleyen normlardan biri olacaktır” (Butler, 2014, s. 9). Butler’a göre bu yaygın sosyal yapılanmaya direnmek kimliğin performanslarla ters yüz edilmesi ve parodisinin yapılmasıyla mümkündür.

52