• Sonuç bulunamadı

2. Kuramsal Tartışmalar ve Temel Kavramlar

2.2. Queer Teori

2.2.3. Performans, Performativite ve Dışlama

63

64 uğratması demek yalnızca cinsellik/cinsiyetle ilgili durum için değil, aynı zamanda insanlar arası iletişimdeki normatif etkilerin de dönüştürülmesidir. Zaten heteronormatif etkinin herhangi bir alana nüfuz etmemiş olma ihtimali oldukça düşüktür. Buna ek olarak heteronormatif olmayan söylemin bile kendi içinde birtakım normatifleri vardır. Bu sebeple, yeni toplumsal imkanların var olabilmesi için söylemsel ifadelerin yeniden anlamlandırılması gerekir. Söylemin yasaklanmaya çalışması da yeniden üretimden öteye geçmeyecektir. Bu sebeple Butler, dilsel varlıklar olan bizlerin, ötekine bağlı olan kırılgan varlıklar olduğumuzu, yaralayıcı, saldırgan ve tehdit içeren ifadelerin atfettiği anlamın tekrar eden edimler sonucu var olduğunu, bu ifadelerin bir yeniden konumlandırma/anlamlandırma sayesinde konuşana karşı çevrilebileceğini, böylece tehditin performatif bir altüst edişle bir dönüşümü mümkün kılabileceğini, kelimelerin olumlayıcı anlamda yeniden bağlamlaştırılılabileceklerini ve yasaklamanın aksine bu dizgenin dönüştürücü bir etki yaratabileceğini savunmaktadır (Özkazanç, 2015, ss. 36–

38). Nihayetinde “Queer teori söylem analizi üzerine bir çalışmadır. Kelimelerin önemini ve dilin gücünü oldukça dikkate alır” (Giffney, 2009, s. 7).

Dilimizde de karşılığı bulunmayan performatif terimi en geniş anlamıyla toplumsal cinsiyeti icra etmek olarak anılabilir. “Örneğin toplumsal cinsiyet kimliği, cinsiyetlendirilmiş bir şekilde konuştuğumuzda, sürekli icra ettiğimiz cinsiyetlendirilmiş kurumları, pratikleri, stilleri, davranış normlarını, sosyal aktiviteleri, ontolojik kategorileri, vb. takip ettiğimizde pekiştirilir ve korunur” (Herstein, 2010, s. 54). Farklı bir şekilde söylemek gerekirse, cinsiyete biçilmiş kimlik rollerine göre hareket ettiğimizde yalnızca kendi kimliğimizi bu çerçevede oluşturmakla kalmaz, aynı zamanda var olan sosyal yapıyı/kavrayışı da yeniden üretmiş oluruz. Bu sebeple, Butler’ın performativiteyle anlatmaya çalıştığı bu kırılamaz gibi duran döngünün, cinsiyeti farklı şekilde icra ederek mümkün olduğudur. Cinsiyet Belâsı’nda Butler performativite teriminden ilk olarak bahsettiğinde, kelime, performansla karıştırılmış ve icrayı

65 gerçekleştiren bir özne olmayışı fikri oldukça kafa karıştırıcı bulunmuştur. Fakat bunlara değinmeden önce performativitenin kökenine inmemiz ve bunun için de öncelikle

“performatif ifadelerin” ne anlama geldiğine bakmamız gerekir. ‘Performatif dil’ ilk olarak John L. Austin tarafından How to Do Things with Words (1962) kitabında anlatılmıştır. Austin için betimsel (constative) dil ile performatif dil arasında fark vardır.

Performatif dil küfretme, söz verme, bir nikah töreninde söylenen sözler gibi edimleri içerir. Örneğin, nikah töreninde, uygun şartlar altında “kabul ediyorum” demek, bunu söyleyen kişiyi bir anda bekar konumundan evli konumuna geçirir. Diğer bir deyişle, nikah provasında söylenen aynı sözün herhangi bir bağlayıcılığı yoktur. Yani dil/söylem ya da sözün geçerli olabilmesi için şartın da sağlanmış olması gerekir. Austin, performatif ifadeleri şöyle tanımlar: “(1) Performatif ifadeler doğru ya da yanlış değildir, yani doğrulukları ölçülebilir değildir; aksine bunlarla ilgili bir şeyler yolunda gitmediğinde

“mutsuz”, her şey yolundaysa “mutlu”durlar. (2) bir performatifin söylenmesi ise bir tür eylemin ya parçası ya da kendisidir” (Austin, 1962, s. 5). Yani bu teoriye göre performatif

“adlandırdığını üreten ya da meşrulaştıran söylemsel bir pratiktir” (Butler, 2014, s. 24).

Performatif kelimesi Austin’ın belirttiği üzere “[. . .] perform fiili ve eylem isminden türemiştir: yani bir şeyi söylemek, eylemin performe (icra) edilmesidir (Austin, 1962, ss.

6–7). Diğer bir deyişle performatif söz edimleri sadece bir şey söylemekle kalmaz, aynı zamanda bunu (eylemi) yaratırlar ya da bunu eylem haline dönüştürürler. Fakat bunun gerçekleşmesi için – iki kişiyi evli ilan etme, gemiye Queen Elizabeth adını verme, ya da yağmurun yağacağına dair iddiaya girme – belirli şartların oluşması ve bu sözlerin belirli kişiler tarafından söylenmesi gerekir. Öte yandan performans, daha çok bir şeyi sunmak ya da göstermekle ilgilidir ve tiyatro oyunları, konserler, müzikaller ya da sanat galerilerindeki sergiler gibi artistik kaygı içeren gösterileri ya da dini seremonileri içerir.

Mesela bir tiyatro oyunu, bir grup izleyici önünde oynanan ve sahnelenmek üzerine hazırlanmış bir kurgu ve aktörlerce aktarılan/sunulan bir performanstır. Fakat dini

66 törenler süreğen geleneklerin, inançların yeniden üretilmesini sağladıkları için, performans olmanın yanı sıra aynı zamanda performatiftirler; bu yüzden de bu tür gösterilere performatif performanslar demek yanlış olmayacaktır.

Butler, Austin’in teorisi üzerinden kendi performatif tanımını oluşturmuş ve (toplumsal) cinsiyetin devam eden ve toplumsal olarak oluşturulan, sürekli performatif eylemlerden oluşan çoğunlukla söylemsel bir süreç olduğundan bahsetmiştir. Diğer bir deyişle, cinsiyetlenmiş kimliğimiz üzerinden konuşarak söylediğimiz her şey, zaten çoktan oluşturulmuştur ve biz bu var olan şeyi kopyalar, yeniden üretir ve pekiştiririz.

Ara sıra birbirleriyle aynı anlama gelen performans ve performatif terimleri için – ki bu bazen yanlış okumalardan da kaynaklanmıştır – Butler “Performatifliğin tam anlamıyla ne olduğunu söylemek zor, çünkü “performatiflik” denen şeyin ne anlama geldiği konusunda kendi görüşlerim bile zamanla, çoğunlukla getirilen fevkalade eleştiriler sayesinde değişti” (Butler, 2012, s. 19) ve “Kuramın performatifliği dilsel bir şey olarak kavramakla onu teatral bir şey olarak göstermek arasında gidip geldiği oluyor. Zamanla ikisinin kesinlikle ilişkili olduğu kanaatine vardım” (Butler, 2012, s. 31) diyerek bir açıklık getirmiştir. Butler’ın iki kitapta da anlattığı üzere performansı önceleyen bir özne vardır fakat performatifin bir öznesi yoktur, yani performans bir rolün görünür olma biçimiyken, performativite bedenin görünür olma biçimidir. Butler bunu kısaca “Metin özneyi yerinden ediyor olsa da burada bir şahıs var” (Butler, 2012, s. 22) diyerek açıklar.

Fakat performatifin öznesi, verilen rolü icra eden aktör değil, özneyi önceleyen düzeni tekrarlarla yeniden üreten öznedir. “Butler’a göre, insan öznesi performans/yapı18 ilişkisinin bir etkisi olarak üretilir ve bu sebeple de performansı önceleyen bir özne yoktur” (Herstein, 2010, s. 59). Yani Butler için performatiflik öznenin yaptığı bir şey değil, öznenin tekrarlarla kurulduğu bir süreçtir; tek seferlik bir edim değil, sürekli tekrar

18 Sosyal yapı

67 eden bir ritüeldir. Yine kendi sözleriyle açıklamak gerekirse “Benim savım, “yapılanın ardında bir yapanın” olmasının şart olmadığı, daha ziyade “yapanın” yapılan içinde ve yapılan vasıtasıyla değişken bir biçimde inşa olduğudur” (Butler, 2012, s. 233). Beden bağlamında doğallaştırılmasıyla etkilerini gösterir, bir bakıma, kültürel olarak meydana gelen zamansal bir süreç olarak kavranmalıdır. Eylemin performatif tekrarı sayesinde toplumsal cinsiyetli kimlik kurulmaktadır. Yani cinsiyetli kimlikler ben buyum, şu değilim fikri üzerine kurulur ve böylece diğer kimlikler dışlanarak kendi oluşturulur.

Yine Butler için performatif cinsiyet bir oluşma/olma/vücut bulma (becoming) sorunudur. Ve hepimiz bir şey olmaya çalışırken başarısız oluruz ki bu iyi bir şeydir.

Fransız bir TV kanalı tarafından hazırlanan bir belgeselde, bu durumu şöyle özetlemektedir:

Cinsellik/Cinsiyet denen şey ilginçtir çünkü belirli bir toplumsal cinsiyetin, belirli bir cinsiyeti olduğunu düşünebiliriz. Evet, bazı açılardan bunlar birbirlerine bağlıdır. Fakat aynı zamanda biliriz ki birbirleriyle bağlantıları da yoktur. Kadın olmak, heteroseksüel olmak, biseksüel ya da lezbiyen olmak ya da bunlardan herhangi biri olmamak. Bu, bizim toplumsal cinsiyetimize ait bir sorundur.

Örneğin, “Elbise giyeceğime ölürüm daha iyi” diyen arkadaşlarım var. Bunların bazıları kadın, bazıları erkek. Ya da “Pantolon giyeceğime ölürüm” diyen kadın ve erkek arkadaşlarım var. Bu sadece basit bir “Jouissance” sorusu değildir. Aynı zamanda bir korku, bir endişe, bir kaybediş ya da kimlik kaybı/yer kaybı korkusudur. Bir kimliğimiz olduğunda ya da bu kimliği oynadığımızda (sahneye koyduğumuzda) bile, bir yerde bu kimliği kaybetme olasılığınız vardır. [. . .] bu bir oluş/vücut bulma” (becoming) sorunudur. Toplumsal cinsiyet denen şey bir yapamayış/bir başarısızlıktır ve hepimiz başarısız oluruz. Bu iyi bir şey.

Toplumsal cinsiyet yeri diye bir şey var mıdır? Ben henüz bulamadım. Çünkü

68 kurulmuş birçok kategori gibi toplumsal cinsiyet de bir ambivalans (ikirciklik, iki değerlilik)tır. Biz “olmak” için onu bulur, pratiğini yapar ve yineleyerek yeniden oluştururuz. (Zajderman, 2006)

Cinsiyet performativitesi özneyi özne kılan tekrarlar bütünü ya da süreçtir der. Ve bu açıdan bakıldığında “Eğer toplumsal cinsiyet performatif ise bu öznenin bilinçli ve istekli bir biçimde kabulünden değil tekrarlama yoluyla özneyi desteklemesindendir. Bu itibarla, performatiflik öznenin önkoşuludur” (Jagose, 2015, s. 108). “Fenomenoloji bazen dile öncül seçen ve yapan bir öznenin varlığını varsayıyor gibi görünse de (ki bu özne tüm kurucu eylemlerin tek kaynağı olarak ortaya çıkar), kurucu doktrinin daha radikal bir kullanımı sosyal özneyi özne olmaktan çok nesne olarak kurgular” (Butler, 1988, s. 519) şeklinde özetler. Diğer bir deyişle, Butler’ın da çoğu kez birçok yerde vurguladığı üzere, performatiflik öznenin yaptığı bir şey değil, öznenin kurulduğu bir süreçtir. Yani “Toplumsal cinsiyetin performatifliği, bugün hangi cinsiyeti seçsem acaba türünden bir tercih yapma meselesi değildir” (Butler, 1993, s. 22) ve “Dolayısıyla performatiflik, tek bir “eylem” değildir çünkü her zaman bir norm veya normlar dizisinin yinelenmesidir ve eylem benzeri bir statü edindiği ölçüde bir yineleme olduğunu gizleyip farklı gösterebilir” (Butler, 2014, s. 24), ve bu tekrarlayan edimler öznenin kurulduğu ve sürekli yeniden kurulduğu düzlemdir.

Cinsel kimliği ve performansını oluşturan son öğe ise dışlama (abjection19)dır.

Dışlama, en kısa tanımıyla sınıflandırılamayan ya da toplumsal normlara uygun görülmeyen öznelerin ötekileştirilmesi denebilir ya da tehlike altında olan sınırların korunması için bu bireylerin dışarı itilmesi olarak da adlandırılabilir. Kelime olarak sürgün etmek ve toplumdan dışlamak anlamları da vardır. Butler için dışlanan “özne olma statüsünden hoşlanmayanlar tarafından yoğun bir şekilde nüfuslandırılmış “yaşanılamaz”

19 Abjection kelimesi bazı çevirilerde “dışkılama”, abject ise “dışkılanan” olarak kullanılmıştır. Biz bu iki terimin Türkçe’ye çevirisi için “dışlama” ve “dışlanan” kelimelerinin kullanılmasını uygun görüyoruz.

69 ve “yaşama elverişsiz” yerleri” tanımlar (Butler, 2014, s. 10). Terim aslen Julia Kristeva’ya aittir ve Powers of Horror: An Essay on Abjection’da (1982) bahsettiği üzere dışlanan “kimliği, sistemi ve düzeni rahatsız eden” ve “sınırlara, konumlara ve kurallara saygı göstermeyen”dir (Kristeva, 1982, s. 4), bu yüzden de bilinmez, korkutucu ve kirleticidir. Cinsiyet açısından düşündüğümüzde ise kadın-erkek terim/tanımları içerisinde herhangi bir yere oturtulamayan kimlikler düzenin/sistemin dışına itilirler.

Butler, Kristeva’nın kuramsallaştırdığı bu terimi yeniden tartışmaya açar. Özellikle normatif heteroseksüel kimliklerin nasıl “homoseksüel dışlama figürleri” (Butler, 2014, s. 150) reddetme ya da dışlanma sürecinden geçerek kendi sınırlarını belirlediğini tartışır.

Dışlama genel anlamda bir çıkarma (expulsion) ve tiksinme (repulsion) sürecidir. Özne, kendi kimliğinin bir parçasını alır ve çıkartır, bunu da “ben olmayan” olarak etiketler,

“Dışlanan, bedenden atılanı, dışkı olarak boşaltılanı, kelimenin tam anlamıyla ‘öteki’

kılınanı ortaya çıkarır (Butler, 2012, s. 220). Butler için bu süreç önemlidir çünkü bu “iç”

ile “dış”, “tutarlı özneyi istikrarlı kılan ve pekiştiren ikili bir ayrım ortaya koyar” (Butler, 2012, s. 221). Yani bedenin bittiği yeri belirler ve bu yerde öteki başlar. Öznenin içi ya da dışı olan şey (içerdiği ya da çıkardığı), doğuştan gelmez. Özne tarafından sonradan yaratılır. Dışlanan, özneyi nesneden, beni ötekinden ayırandır. Örneğin, homoseksüeller ve transgenderlar da heteronormatif anlayışa karşı birer tehdittirler. Onların varlığından rahatsızlık duyan heteronormatif özneler kendilerini bu bireyler tarafından tehdit edilmiş hissederler ve özneliklerini korumak için sürekli olarak dışlananla özdeşleşmek ve onu dışlamak zorunda kalırlar. “Ben, ‘o’ olmayanım” şeklinde vücut bulan bu özdeşleşme, heteroseksist düzenin tekrar tekrar kurulmasına hizmet eder. Butler için dışlanan kesinlikle cinsiyet ya da hetoronormatiflikle sınırlı da değildir. “Yaşanılamaz” olarak nitelendirilen her hayat onun “dışlanmışlık” alanına girer. Frames of War’da da bu konuya değinen Butler, dışlanmış olma durumunu savaş ve ölüm üzerinden anlatırken, bazı hayatların daha değersiz olduğunun düşünüldüğünü 11 Eylül Saldırısı ve Irak’ın

70 İşgali gibi örneklerle açıklar. Onun için “yaşamaya değmez” olarak tanımlanan hayat “[.

. .] zaten hiç yaşanmadığı, zaten yaşamdan sayılmadığı için yası bile tutulamayacak”

(Butler, 2009, s. 38) hayattır. Yine, dışlanan nosyonunun kendisi için ne ifade ettiği sorulduğunda şöyle yanıt vermiştir:

Benim için dışlama, yaşamları yaşam olarak görülmeyen ve maddesellikleri

“sorun”muş gibi anlaşılmayan herkesi içerir. Örnek vermek gerekirse, Amerikan basını düzenli olarak batılı olmayanları bu şekilde gösterir. [. . .] Lübnanlı mültecilerin öldürülmesini ele alalım: onların bedenleri ya da yaşamları da yaşanılası değildir. [. . .] ya da Alman basınında Türk mültecilerin öldürüldüğünü veya yaralandıklarını gördüm. Alman faillerin sıklıkla isimlerini, karmaşık aile yapılarını ve psikolojik tarihlerini görürüz; fakat hiçbir Türk’ün karmaşık aile yapısı ya da psikolojik geçmişi Die Zeit tarafından yazılmamıştır, en azından ben okumalarımda böyle bir şey görmedim. (Costera Meijer ve Prins, 1998, s. 281) Kısaca, dışlanan aslında öznenin kimliğinin ve kuruluşunun bir parçasıdır. Ben, o olmayanım diyerek kendini kuran özne, kendi kimliğini istikrarlı hale getirebilmek için dışladığını bir bakıma içermek de zorundadır. Dışlananlar, ötekileştirilen ve marjinalleştirilenlerdir. Fakat 1990lardan bu yana abject özneler olumlayıcı politik bir strateji olarak bu marjinal kimliklerini sahiplenmeye başlamışlardır. LGBT+ bireylerin, örneğin, “Velev ki İbneyiz”, “Dünya yerinden oynar, İbneler özgür olsa”, “Susma Haykır, Lezbiyenler Vardır”, “Buradayız, Queeriz”20 gibi sloganları Onur Yürüyüşü’nde kullanmaları bu sahiplenmeye örnektir. Bunu dilsel ve bedensel bir dönüşümün performatifi olarak okumak da mümkündür.

Sonuç olarak, Butler’ın Cinsiyet Belâsı ve Bela Bedenler kitapları kimliğin ve öznenin kuruluşu üzerinedir. Butler’ın özne diye bahsettiği şey birey değil, kuruluşu

20 We are here, We are Queer!

71 devam eden ve performatif tekrarlarla yeniden ve yeniden oluşan dilsel ve bedensel bir yapıdır. Bu sebeple de insan hakları denen şeyin nasıl bir dışarıda bırakma riski taşıdığını ve daha da kötüsü, normlara uygun olmayanları nasıl aşağıladığı/indirgediği gözler önüne serdiği Undoing Gender kitabında da “İtiraf etmeliyim ki çok iyi bir materyalist değilim.

Ama ne zaman bedenle ilgili bir şey yazmaya çalışsam, sonunda kendimi dil hakkında yazarken buluyorum” (Butler, 2004, s. 198) demektedir. Çünkü Butler için kimliğin ya da kişinin kuruluşu dilden, kültürden ve tarihten bağımsız düşünülemeyeceği gibi, bunları oluşturan ve yön veren performanslardan da bağımsız değildir. Yani tıpkı dil gibi kimlik de sonsuz bir süreç, oluş ve olasılıklar bütünüdür. Bahsedilen iki kitabında da bizim aslında olmadığımızı (be), bir kimliği tekrar ve taklit yoluyla yeniden ve yeniden formüle ettiğimizi, oluştuğumuzu (become) savunur. Öyle ki Butler, cinsiyeti performansın bir etkisi/sonucu olarak görür. “Butler için kişisel ve politik ya da özel ve kamusal arasındaki ayrım baskıcı status quoyu desteklemek üzere hazırlanmış bir kurgudur: en kişisel edimlerimiz bile aslında hegemonik sosyal gelenekler ve ideolojiler tarafından sürekli olarak yazılagelmiştir” (Felluga, 2006). Diğer bir deyişle, biz tarih ve toplum tarafından yazılmış olan normların parodisini yaparak kimlikleniriz ve bu cinsel kimliklerimizden bağımsız değildir çünkü ancak dayatılanı içererek ve de dışlayarak oluşuruz.