• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: OSMANLI DEVLETĠ ÖNCESĠ TÜRK-TÜRK ĠSLÂM

2.1. Osmanlı Devleti’nde Hukuk ve Yönetim AnlayıĢı

2.1.3. Osmanlı Devleti’nin Merkez TeĢkilatı

2.1.3.1. PadiĢah-Sultan

Osmanlı merkez teĢkilatının baĢında, siyasi ve idari sistemin merkezinde bulunan, yönetimin temel taĢı olan ve bütün yetkileri elinde toplayan kiĢi padiĢahtır. Osmanlı hükümdarları devletin kurulduğu ilk yıllarda “bey” ve “gazi” gibi unvanlar kullanırlarken, Osmanlı devletinin zamanla güçlenerek geniĢlediği dönemlerde, “cihan hükümdarı” unvanını kullanmıĢlardır. Türklerin en büyük hükümdarı olduklarını belirtmek için “hakan”, Ġslâm dünyasının lideri ve Hz. Peygamber’in siyaset ve devlet iĢlerindeki halefi olarak “halife”, Doğu Roma’nın varisi olarak “kayzer”, Mısır hükümdarı olarak “sultan”, Allah’ın insanlık üzerindeki gölgesi, müminlerin emiri, müslümanların imamı, Mekke ve Medine’nin hizmetkârı ve ayrıca “han”, “Ģah”, “hünkâr” gibi unvanlar da kullanmıĢlardır. Buna karĢılık halk kendilerine genellikle “padiĢah”, batılılar “sultan”, saray mensupları ise “hünkâr” diye hitap etmiĢlerdir (Ortaylı, 2007a: 169; Dursun, 1988: 43; Dursun, 1992: 146-147; Karatepe, 2004: 107-108, Yediyıldız, 2002: 192).

Yıldırım Bayezid’den itibaren Osmanlı PadiĢahları gösteriĢli bir protokolü ve mutlak bir hükümdar kiĢiliğini benimsemiĢtir. Ancak Osmanlı PadiĢah tipini oluĢturan, koyduğu kanunlar ve düzenlemiĢ olduğu protokol esaslarıyla ortaya çıkaran kiĢi Fatih Sultan Mehmed’dir. Fatih Sultan Mehmed (II. Mehmed) kendinden önceki hükümdarların kullandıkları “Sultan” unvanın yanında “PadiĢah” unvanını da kullanmıĢtır. Yavuz Sultan Selim’in 1516’da kazandığı Mercidabık savaĢından sonra resmi olarak

“Halifelik1” (kendisi Halife unvanını kullanmasa da, Mekke ve Medine’nin hizmetçisi/koruyucusu unvanını kullanmıĢ) Osmanlı’ya geçmiĢtir (Ġnalcık, 1958b: 69; Ortaylı, 2007a: 170; Dursun, 1992: 147).

Osmanlılarda hâkimiyetin ve hanedanın kaynağını, dini ve geleneksel olarak iki yönden açıklamıĢlardır. Dini yönden egemenliğin kaynağı, Ġslamî hilafet ve velayet müessesesine ve Ġslâmiyet’in kabulü öncesi Türk egemenlik anlayıĢına dayanmaktaydı (Oğuzoğlu, 2005: 31).

Osmanlı Devleti’nin ilk dönemleri hakkında sağlam kaynakların olmamasına rağmen o dönemi anlatan gezginlerin yazdıkları seyahatnamelere ve XIV. yüzyılın sonuna doğru yazılmaya baĢlanan Osmanlı tarih kaynaklarına göre, Osmanlıların, Ġslâmiyet’in kabulü öncesi Türk egemenlik anlayıĢını da devam ettirdikleri ifade edilmiĢtir. Bu anlayıĢa göre Osmanlı ailesinin soyu Oğuzlara dayandığından dolayı Osmanlı ailesinin egemenlik hakkı kutsal bir hak olarak görülmektedir. Çünkü Osmanlı ailesi Ġslâmiyet’in kabulünden çok önce “Gök Tanrı”nın egemenlik verdiği Oğuz Han’ın soyundan gelmiĢlerdir. Osmanlılar, Ġslâmiyet’in kabulü öncesi Türk devlet geleneğine göre ülkenin hanedan üyeleri arasında paylaĢtırılması ve müĢterek malı sayılması anlayıĢı olan ülüĢ sistemini uygulamıĢlardır. Osmanlı padiĢahlarının tahta geçiĢleri genellikle Ģehzadeler ve bürokrasiyi oluĢturan diğer gruplar arasındaki mücadelelere sebep olmuĢtur. KuruluĢ döneminde tahta geçiĢ konusunda herhangi bir kanunun olmayıĢı siyasi mücadelelerin çıkmasına neden olmuĢtur. Nitekim Ertuğrul Bey öldükten sonra erkek kardeĢi Dündar Bey ile oğlu Osman arasında beyliğe kimin geçeceği hakkında çıkan anlaĢmazlık bunu en iyi biçimde göstermektedir. Bu anlaĢmazlığın sonucunda Dündar Bey öldürülmüĢtür. Orhan Bey döneminde de ülüĢ sistemi uygulanmaya devam edilmiĢ, kardeĢleri yönetimde ona yardım etmiĢ, hatta oğlu Süleyman, Rume li’ne geçtikten sonra babası hayatta olmasına rağmen ülüĢ sisteminin bir sonucu olarak hükümdar gibi davranmıĢtır (Mumcu, 1985: 39-41; Ġnalcık, 1959: 82-89).

Yavuz Sultan Selim’den itibaren padiĢahlar Ġslâmiyet’in kabulü öncesi Türk hükümdarlık gücüyle, halifeliğin Osmanlı’ya geçmesiyle Ġslâm devlet baĢkanlığını da

1

Henüz hila fetin devralın mad ığı za mandan önce de I. Murad ve Fatih Sultan Mehmed’in (Fatih Kanunnamesi’nde) halife unvanını ku llan mıĢlard ır. Osmanlı PadiĢahları 1779’ da Kırım’ın Rusya tarafından ilhakının tanındığ ı Aynalı Kavak AnlaĢ masına kadar halife unvanını pek kullan mamıĢlard ır (Ġnalcık, 1958: 69; Ortaylı, 2007: 187-189, 198).

kiĢiliklerinde birleĢtirerek, kendilerini devletin varlık ve sürekliliğinin bir sembolü olarak görmeye baĢlamıĢlardır. Devletin gücü ve hükümdarın otoritesinin arttığı oranda, Osmanlı PadiĢahı’nın Ģahsı, insanüstü bir nitelik kazanmaya baĢlamıĢ, sarayda bile ancak sınırlı sayıda kimselere onunla konuĢabilme ve görüĢebilme izni verilmiĢtir (Ġnalcık, 1958b: 71-72; Karatepe, 2004: 109).

KuruluĢ döneminde genellikle eski Türk adetlerine göre beyliğe en büyük oğullar getirilirken, sonraları payitahta en yakın vilayete gönderilmiĢ (diğerlerine göre önce gelmesi açısından) olan oğul’a tahta geçme Ģansı verilmiĢtir. I. Murad, taht kavgalarına ve kanlı mücadelelere de sebep olduğu için ülüĢ sistemini değiĢtirerek, yönetime diğer hanedan üyelerinden değil, yalnız hükümdar olarak bulunan kiĢinin çocuklarının getirilmesi uygulamasını baĢlatmıĢtır (I. Murad ve II. Murad’ın tahta geçiĢlerinde babalarının vasiyeti kadar vezirlerin de büyük rolü olmuĢtur). I.Bayezid’den itibaren tahta çıkan Sultanın muhtemel bir iç savaĢı engelleyebilmek için kardeĢlerini ortadan kaldırması bir teamül haline gelirken, bu uygulama Fatih Kanunnamesi’nde1

“münasip” olarak ifade edilirken, Ģeriatı temsil eden ulema tarafından bu uygula maya ülkenin güvenliği ve geleceği için uygun görülerek izin verilmiĢtir. Kanunnamede yer alan bu hüküm ile veraset sisteminden çok hâkimiyetin caiz gördüğü kardeĢ katli kanunlaĢmıĢtır (Ġnalcık, 1958b: 73-74; Ġnalcık, 1959: 89-92; Dursun, 1988: 43; Ortaylı, 2007a: 170; Dursun, 1992: 148; Karatepe, 2004: 109-112; Topçu, 1993: 7; Mumcu, 1985: 40-43; Üçok ve diğ., 2002: 167).

XVII. yüzyılın baĢlarına kadar geçerli olan ülüĢ sisteminin bir gereği olarak eyaletlere vali olarak gönderilen Ģehzadeler, gittikleri yerlerde devlet yönetimi konusunda tecrübe kazanmaları sağlanmıĢtır. PadiĢahın ölümüyle merkeze en yakın olan ve/veya merkezdeki bürokrasinin de desteğini Ģehzadenin padiĢah olabilmesini sağlayan bu uygulamanın sona ermesi ile Ģehzadeler artık sarayda kalmaya baĢlamıĢlardır. 1617 yılına kadar saltanat babadan oğla geçerken, I.Ahmed’in padiĢah olmasıyla kardeĢ katli uygulaması sona ermiĢ, “ekber”(en büyük) ve “erĢed” (en olgun-akıllı) sistemi ile tahta hanedanın en yaĢlı üyesi geçmeye baĢlamıĢtır. (Ortaylı, 2007a: 170; Dursun, 1992: 149).

1

Fatih Kanunnamesinde “ ve evladımdan her kimesneye saltanat müyesser ola, karındaĢın niza m-ı â le m için katl itmek münasibdir, ekseri u lema dahi tecviz itmiĢtir” denilmiĢtir ( Ortaylı, 2007: 170; Dursun, 1992: 148).

“Ekber ve ErĢed” yani en büyük ve en akıllı kardeĢin tahta çıkması sistemi getirilirken, kuruluĢ devrinden itibaren eyaletlere vali olarak gönderilen Ģehzadelerin bu sistemle birlikte sarayda kapalı kalmalarına neden olmuĢ ve devlet yönetimi hakkında tecrübe kazanmaları da bir anlamda engellenmiĢtir.

Öte yandan, Osmanlı sultanları egemenliklerini güçlendirmek için Ġslâm dinine dayanmayı da ihmal etmemiĢlerdir. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in Halife’ye hükümdarlığını onaylattığı gibi I. Bayezit’te halifeye baĢvurarak kullandığı sultan unvanını onaylatarak kendisine Ġslâm Dininin koruyucusu unvanın verilmesini istemiĢtir. Buradaki amaç Osmanlı hükümdarının saltanatını bir ölçüde dine dayandırmak istemesinden kaynaklanmaktadır. Ç ünkü halifelik 1258 yılında Cengiz’in torunu Hülağu’nun Bağdat’ı almasıyla birlikte hem halifeyi hem de ailesini yok etmesiyle ortadan kalkmıĢtı. Abbasiler’in çok uzak bir akrabasını sözde halife ilan eden Mısır’da bulunan Memlüklüler halifeliği göstermelik olarak tekrar canlandırmıĢlardır (Mumcu, 1985: 39).

Müslüman Türk devletleri de dâhil olmak üzere Ġslâm hukukuna göre, devletin ve onun yüksek otoritesini temsil eden yürütme organın baĢı olan PadiĢah’ın en önemli görevi Allah’ın kendilerine tanıdığı yetkiler çerçevesinde Ģer’i hükümleri uygulamak ve halkın mal ve can güvenliğini sağlayarak, halkına adaletle hükmetmek olmuĢtur. Osmanlı padiĢahı, halife olarak Ġslâm devletinin baĢı, koruyucusu, icracısı, Ģeriatın tefsircisi ve dinin hamisi durumunda olmuĢ, kutsal bir buyruk olarak müminleri korumak, dinsizleri ve kâfirleri cezalandırmak için, egemenlik alanını sürekli geniĢletmek zorunda kalmıĢtır. PadiĢah, “Allah’ın kullarını refaha eriĢtirmek ve Allah’ın kulları arasında adaleti sağlamak” için sürekli çaba göstermiĢtir. Müslümanlar arasında ırk ve sınıf ayrılığı gibi unsurlar Ģeriat karĢısında her hangi bir ayrım yaratmadığı için bütün Müslümanlar eĢittir ve Ģeriat yolunda halkı sevk ve idare etmek için, Allah tarafından vekil olarak kılınan Halife’ye (Sultan’a) halk mutlak itaat etmekle yükümlü olmuĢtur. Osmanlılarda reayayı ilgilendiren fermanlarda “Reaya taifesi ki Tanrının bir emanetidir, onları himaye etmek ve kimsenin zulüm yapmasına müsaade etmemek PadiĢahın görevidir” Ģeklindeki formül daima tekrarlanmıĢtır (Ġnalcık, 1958b: 74-75; Cin ve Akgündüz, 1990: 204; Karatepe, 2004: 117; Lybyer, 2000: 141; Üçok ve diğ., 2002: 168-171).

Siyasal olarak geniĢ hak ve yetkilere sahip padiĢahların bir kısmı, bu yetki ve güçlerini adaletin sağlanmasında ve halkın hizmetinde kullanmıĢlardır. Yavuz Selim zamanında yaĢayan Celalzâde Mustafa Efendi(1494-1567), divan kâtibi olarak yaĢadıklarını ve Vezir Piri PaĢa’nın anlattıklarına dayanarak Yavuz Sultan Selim hakkında Ģunları yazmıĢtır (Oğuzoğlu, 2005: 32):

“Ġslam ülkelerinde tek kiĢiye haksızlık ve zulmedilmesini hoĢ görmezlerdi. Memlekette zulüm ve haksızlık olduğunu bilmemek ona göre en büyük günahtı. Gerçekten kendisini padiĢah bilmezlerdi. Yüce Allah’ın aciz, hakir kulu, yeryüzünde kullarının önemli iĢlerini kayırmağa koyduğu en aĢağı yaratığıyım, diye buyururlardı1”.

Devlet yönetiminde güç ve yetki ellerinde olmasına rağmen padiĢahların çoğu, kendilerini Allah’a karĢı sorumlu olan en aciz kiĢiler olarak görmüĢlerdir. Bu da gösteriyor ki, gerek padiĢahların, gerekse diğer memurların görev ve sorumluluklarında, kanunla belirlenen rasyonel görev ve yetkilere ek olarak Ġslâm dinin büyük bir etkisi bulunmaktadır. Ancak, zamanla bazı padiĢahlarda ve memurlarda sorumluluk, hak ve adalet duygusu azalmıĢtır. Devletin kuruluĢ ve yükselme dönemlerinde halka hizmet ve adaletin sağlanmasında çok önemli olan dini motivasyon, gerileme döneminden itibaren zayıflamaya baĢlamıĢ bunun sonucunda halka zulüm edilmeye, görevlerde suiistimallere baĢlanmıĢtır (Oğuzoğlu, 2005: 34-35)

Osmanlı Devleti’nde, hem Ġslâmiyet’in kabulü öncesi Türk egemenlik geleneğinden, hem de Ġslamî geleneklerden dolayı, padiĢahlar çok geniĢ yetkilere sahip olmuĢlardır. Ancak Osmanlı devletinde Ģer’i hukukun yanında örfi hukukun da uygulanması padiĢahın sınırsız gibi görünen yetkilerini sınırlandırmıĢ, uygulamada padiĢahlar bu yetkilerini ilgili birimlere devretmiĢlerdir. Osmanlı padiĢahı egemenliğini Ģeriatın ve örfi hukukun müsaade ettiği sınırlar içerisinde kullanabilmiĢtir. ġer’i hukuk alanında yasama yetkisi bulunmayan padiĢahın yargılama yetkisi de olmamıĢtır. Özellikle hukukun üstünlüğünü kabul ederek, padiĢahlar adalete bağlı kalmıĢlardır (Oğuzoğlu, 2005: 32)

Egemenliği ve siyasal güçleri tek baĢına kullanan padiĢahın denetlenmesi de kolay olmamıĢtır. Buna karĢın kurumsal ve eylemsel iki denetim biçiminden söz etmek

1

Daha geniĢ bilg i için b kz. Cela lzâde Mustafa (1990), Selimnâme, Ha z: Ahmet Uğur- Mustafa Çuhadar, Kültür Bakanlığı Yayınları, No: 1132, Ankara .

mümkündür. Kurumsal denetime hukuksal denetim de diyebiliriz. PadiĢahlar biçimsel de olsa Ģeriat’a uymak zorundadır. ġeriat’ı devlette temsil eden ulemanın manevi baĢı olan Ģeyhülislâmın, Ģeriat’a aykırı bir iĢlem için fetva vermeyerek hükümdarı denetlemesi düĢünülebilir. Ancak uygulamada bu yöntem birkaç Ģeyhülislâm dıĢında, görevden alınma korkusu nedeniyle pek olmamıĢtır. Diğer denetim türü ise özellikle bunalım dönemlerinde, hükümdarın gücünün azaldığı, çevresinde bulunan yönetim kadrosunun yeteneksiz veya yozlaĢmıĢ olduğu dönemlerde, merkezdeki kullar ve ulemanın gruplaĢarak, askeri gücün de desteğini alarak padiĢahın tahttan indirilmesi, hatta öldürülmesidir. Bu yöntemde de gene ulemanın fetvalarıyla, hukuka uygunluk kazandırılarak yapılmıĢtır (Mumcu, 1985: 47).

Osmanlı egemenlik anlayıĢında kuvvetler ayrılığına yer verilmemiĢ, devletin yasama, yürütme ve yargı yetkileri hükümdarın Ģahsına bağlı olarak tek elden yerine getirilmiĢtir (Ortaylı, 2007a: 200; Karatepe, 2004: 114-115; Dursun, 1992: 151).

Osmanlı Devleti’nde askeri ve sivil, tüm kamusal görevlilerin baĢı padiĢahtır. Memurlar padiĢah adına ve onun vekili olarak görev yapmıĢlardır. Ġlk dönemlerde yürütme alanındaki yetkilerin çoğu doğrudan padiĢah tarafından kullanılırken, devletin büyüyüp, merkezi otoriteyi temsil eden tek güç haline geldiğinde padiĢah, yürütme yetkilerini büyük ölçüde vezir- i azama bırakmıĢtır. Buna rağmen padiĢahlar, savaĢ açma, barıĢ yapma ve yüksek dereceli kamu görevlilerini atama yetkilerini diledikleri zaman vezir- i azamdan geri alarak doğrudan kendileri de kullanabilmiĢlerdir (Karatepe, 2004: 115).