• Sonuç bulunamadı

Osmanlı’da Adâlet Dairesi ve Önemi

BÖLÜM 1: OSMANLI DEVLETĠ ÖNCESĠ TÜRK-TÜRK ĠSLÂM

2.4. Osmanlı Devleti’nde Adâlet Dairesi

2.4.2. Osmanlı’da Adâlet Dairesi ve Önemi

Osmanlı yönetim geleneğinde, devletin, devlet adamları ve görevlilerinin Adalet Dairesi’nin dıĢına çıkmaları, halka karĢı haksızlık ve ağır iĢlemler yapmaları zulüm olarak nitelendirilmiĢtir. Kamu görevlilerinin ve yönetici seçkinlerin Ģer’i ve örfi hukuk normlarına aykırı eylem ve iĢlemlerde bulunarak, halkın hakkına tecavüz etmeleri, zalimlik olarak nitelendirilmiĢtir. Aynı Ģekilde kamu görevlilerinin kendilerinden aĢağı rütbe ve derecedeki görevlilere karĢı da bu suçları iĢlemeleri de aynı çerçeve içinde değerlendirilmiĢtir. Osmanlı Devleti’nde haksızlığa uğrayan insanların uğradıkları haksızlıkla ilgili olarak Ģikâyette bulunabilme geleneği oluĢturulmuĢ, Ġstanbul ve çevresinde zulümden yakınanların yazılı ya da sözlü olarak divana doğrudan baĢvurabilmeleri sağlanmıĢtır. TaĢrada haksızlıklara uğrayanlar ise bu konuda uğradıkları haksızlıkları hazırladıkları bir dilekçe ile mahkeme siciline kaydettirip, kadıya verebilme haklarına sahiptiler. Kadılar da Ģikâyet dilekçesi ile ilgili ve gerekli iĢlemleri yapıp dilekçeyi Divanı-ı Hümayun’a göndererek, buradan gelecek olan sonuca göre iĢlem yapmıĢlardır (Karatepe, 2004: 131-132).

Kanunlara uyulmaması veya kanunların bozulması ve devlet kurumlarının yeteri seviyede iĢlememesi, yönetimin ve yöneticilerin bozulmasına, adaletin yerini zulmün

almasına ve sonuç itibariyle devlet düzeninin bozulmasına sebep olacağı fikri, Osmanlı yönetim düĢüncesinde her döneminde önemli bir yer tutmuĢtur. Osmanlı devlet düzeninde, bozulmaların baĢlamasını fark eden dönemin ilim adamları, yaĢanan bozulmanın sebeplerinin baĢında adalet dairesinin geldiğini ifade etmiĢlerdir. Adalet dairesinin bozulmasının nedenini ise bu dairenin baĢında bulunan hükümdardan kaynaklandığı sonucuna varmıĢlardır. Osmanlı ilim adamları ve uleması Adalet dairesindeki bozulmanın padiĢah tarafından düzeltilerek tekrar eski haline getirilmesinin yolu olarak ise padiĢaha; bozulan otoritesinin yeniden kurulması ve adaletin ihmal edilmemesi, adil, akıllı ve dinine bağlı sadrazamlar ve yöneticilerin seçilmesi sık sık görevden alınmaması, liyakate dikkat edilmesi, rüĢvetin önlenmesi, saray harcamalarında israfın önlenmesi gerektiğini, halka baskı ve zulüm yapılmasının engellenmesi gerektiğini bildirmiĢlerdir (Çamalan, 2006: 73-86).

Adalet Dairesi’ni XVI. Yüzyılın ikinci yarısında Kınalızâde Ali Efendi (1516-1571), klasik Müslüman düĢünürlerinin ahlâk felsefesi ile ilgili eserlerinden derlemek suretiyle meydana getirdiği “Ahlâk-ı Alâi” (Devlet ve Aile Ahlakı) isimli kitabında Ģu Ģekilde ifade etmiĢtir (Kınalızâde Ali Efendi, [t.y.]: 282-283):

Adalet, bütün dünyanın düzenini temin eder. Dünya bir bağdır (bahçedir), duvarı devlettir. Devletin nizamı (nizamını kuran) Allah kanunudur. Allah kanunu ancak Melik (Devlet BaĢkanı) korur. Mülk (Saltanat/devlet), ancak ordu ile zapt edilir. Orduyu, ancak mal ayakta tutar.

Malı bir araya getiren (toplayan) halktır.

Halkı idare altına ancak Cihan PadiĢahı’nın adaleti alır.

Kınalızâde Ali Efendi burada Adalet Dairesi’ni, “devleti düzenleyen ana unsurun Ģeriat (kanun) olduğunu, mal olmadan Ģeriatın-kanunun konulamayacağını, askersiz hükümdarın da devletine ve milletine hâkim olamayacağını, mal olmadan hükümdarın asker toplayamayacağını, malı toplayacak olan ve vergi verecek olanın halk olduğunu, halkı da padiĢaha kul edecek ve halkında padiĢahın idaresi altında tutulmasını sağlayacak yegâne unsurun da gene adalet olduğu” belirtilmiĢtir.

XVII. yüzyılda yaĢamıĢ Koçi Bey’in, 1631 yılında kaleme aldığı ve IV. Murat’a sunduğu devlet iĢlerinin ve yeniçerilerin içerisindeki bozulmalarını örneklerle anlatan layihalarında adalet dairesi hakkında; “Osmanlı saltanatının Ģevket ve kudreti asker ile sağlanacağını, askerin var olması ve ayakta durması için hazineye gerek olduğunu, hazinenin gelirinin ise reaya (halk) tarafından sağlandığı ve reayanın var olması ve ayakta durmasının ise ancak adalet ile olacağını” belirtmiĢtir (Koçi Bey, 1972: 50).

XVIII. yüzyılın baĢlarında yaĢamıĢ olan Defterdar Sarı Mehmet PaĢa “Devlet Adamlarına Öğütler” adlı eserinde, Adalet Dairesi konusunda, “bütün yöneticilerin adalete uygun davranmaya çalıĢmaları gerektiğini ve özellikle de padiĢahların bu konuya herkesten daha fazla önem vermeleri gerektiğini ifade etmiĢtir.

Mülk durmaz eğer, olmazsa rical, Lâzım amma ki ricale emval. Mal tahsili raiyetten olur. Bağ ü bostan zirâatten olur. Olmasa adl reaya durmaz, Adl’siz ger(eğer) ikamet kurmaz Adl’dir asl-i nizam-ı âlem Adl’siz saltanat olmaz muhkem. Mülkde zelzele gaflettendir. Terk-i ahkâm-ı Ģer’iat’tendir. Bâğıban etmeyecek çeĢmini baz Bağına herkes eder desti dırâz.

Defterdar Sarı Mehmet PaĢa’ya göre adalet, hazinenin artmasına ve halkın rahat içinde yaĢamasını sağlayacaktır. Hazine ise halkın çokluğundan, onların çalıĢmasından ve vergilerini ödemelerinden dolayı artacaktır. Memleketin geliĢmesi, düzen içinde halkın yaĢayabilmesi hep adalet ile sağlanabilecektir (Defterdar Sarı Mehmet PaĢa, 1969: 22-23).

Defterdar Sarı Mehmet PaĢa, gene adalet dairesi ile ilgili olarak (Defterdar Sarı Mehmet PaĢa, 1969: 76);

“Sultanlık ancak devlet adamlarıyla (rical), devlet adamları ancak mal ile mal bayındırlıkla, bayındırlık da ancak adalet ve iyi yönetme ile olur” Yani “Devlet düzeni rical iledir ve askerin ayakta durması hazine parasıyladır ve hazine toplamak ülkenin bayındırlığı iledir ve iyi hâl iledir. Ülkenin bayındırlığı da adalet, iyilik ve zalimlere karĢı koyma siyaseti iledir. BaĢka türlü olmaz” demiĢtir.

Adalet Dairesi’nde, din-devlet-toplum iliĢkileri, toplumun çeĢitli sınıf ve kesimleri arasındaki çevrimsel iliĢkiler çerçevesinde fonksiyonel bir bakıĢ açısıyla ele alınmakta ve formüle edilmektedir. Osmanlı Devleti yöneticilerinin en ö nemli vazifesi ülkede “adalet”i uygulayabilmek ve adalet üzerine bir toplum düzeni temin etmektir. Kınalızâde Ali Efendi, Adalet Dairesi’ni, baĢka bir yerde üç kısımda özetlemekte, adaletin korunması için toplumda üç Ģeyin gerekli olduğunu vurgulamaktadır: Bu üç Ģeyden birincisi “namus-u Rabbanî”, yani Ģer’-i Ġlâhi’dir. Ġkincisi “hâkim-i insani”, yani otoriter devlet baĢkanı (toplumsal otorite) ve/veya adaletli hâkim’dir. Üçüncüsü ise “dinar-ı mizan”, yani paranın ayarıdır. Birinciye uymayan kâfir ve münafık; ikinciye uymayan asi ve isyankâr ve üçüncüye uymayan hain ve hırsızdır (OkumuĢ, 2005: 47). XV. yüzyıl Osmanlı tarihçilerinden Naima Mustafa Efendi (1655-1716) de adalet dairesi üzerinde özellikle durmuĢtur. Naima, Kınalızâde Ali Efendi’nin sekiz madde halinde verdiği adalet dairesini, dört maddede ele alarak bu dört maddedeki herhangi bir bozulmanın devletin gevĢemesine ve zayıflayıp, gerilemesine sebep olacağını belirtmiĢtir. Ona göre, insan vücudu dört unsurdan oluĢtuğu gibi insan toplukları da dört temel unsurdan oluĢmaktadır. “Erkân-ı Erbaa”1 dediğimiz bu unsurlar ulema, asker, tüccar ve reaya’dır. Naima adalet dairesini “mülk ve devlet, asker ve rical iledir. Rical mal ile varlık bulur. Mal reayadan gelir. Reaya ise adalet ile muntazamu’l-hâl olur. Bütün bir devleti sarıp kuĢatan zaaf, daima bu dört unsurun bozulmasından” kaynaklanmıĢtır (Naima, 1967:39-42). Buna göre asker olmadan devletin de var olamayacağı, askere sahip olabilmek için mal ve servete ihtiyaç olacağı, servetin de halktan toplanacağı ve halkın da ancak adalet içinde yaĢamasıyla refaha ve zenginliğe

1 Ule ma zü mresi insan vücudunda dolaĢan kana benze mektedir. Asker balgam (lenf veya serum) makamındadır, tüccar safraya ve reaya sevdaya benzemektedir. Bu dört unsur birbirinden faydalanmakta ve insan vücudu da sıhhat bulmaktadır. Ġnsan vücudu için böyle olan b ir durumun aynısı bu dört sınıfın birbirinden faydalanması ile devletin vücudu sıhhat bulmaktadır. Devlet hazinesi ise mide makamındadır. Eğer devlet hazinesine gıda/mal girmez ve boĢ kalırsa reaya hazinenin boĢ kalmaması için çalıĢıp hazineyi doldururlar. Fakat halk tabakası, olası b ir zu lü m veya haksızlıktan dolayı kırılmıĢ ve kazançlarını yeterince sağlayamıyorsa hazineye yardım etmezler ve hazine boĢ kalır. Bu yüzden eski hükümdarlar halkını zalimlere karĢı koruyup, kasaba ve köylerin harap o lmamasına, köyünden Ģehre gelerek ziraatı terk eden birinin bu iĢine de mani olurlard ı (Naima, 1967:39-42).

kavuĢacağını, adaletin olması içinde devletin var olması gerektiğini ifade etmiĢtir (OkumuĢ, 2005: 48; Shaw, 2004: 149).

Kâtip Çelebi (1608-1656) adalet dairesini insan vücuduyla karĢılaĢtırarak tanımlama yoluna gitmiĢ, “insan vücudunun, dört unsur tabiatından olan, dört karıĢımdan meydana geldiğini, ancak duygu ve güç vasıtasıyla kendisini yönetmeyi baĢarabileceğini” belirtmiĢtir. Ġnsan vücudu gibi “toplumlarda bu dört temel esastan oluĢtuğunu, duygu ve güce eĢdeğer olan, devlet yöneticileri aracılığı ile nefsin yönetimini ve dizginlerini elinde tutma makamında olan yüce sultan idaresine bağlı kılınmıĢ olduğunu” ifade etmiĢtir. Kâtip Çelebi’nin belirttiği dört esas, “ulema, asker, tüccar ve reaya”dır. Bunları da gene insan organları ile anlatarak Ģu sözleriyle adalet dairesini açıklamıĢtır (Kâtip Çelebi, 1982: 22-24);

“Saygın ulema zümresi, bedende en önemli unsur olan kana eĢittir. Ġnsan vücudunun kaynağı ise kalptir. Kalp ise bedende hareket etmeyip kan aracılığıyla bedenin en ince noktalarına kadar ulaĢabilmesi sağlanmıĢtır. Âlimlerde kalp gibi, ilimleri ile doğrudan ya da dolaylı olarak bedenin organları derecesinde olan cahilleri ve halkı aydınlatırlar. Bedenin kalpten yararlandığı gibi onlar da âlimlerden yararlanırlar. Kalbin, bedenin canlılığını sağlaması gibi ilim de toplumun devamını ve düzenini sağlar. Asker balgam, tüccar safra derecesinde, reaya ise sevda derecesindedir. Mide derecesinde olan, devlet hazinesine de besin değerinde olan mal girmeyip boĢ kaldığında, zavallı reaya da malları ortaya döküp her defasında hazineyi boĢ bırakmamak için hazırlıklı olur. Ne var ki, reaya yoksullaĢtırılarak ve güçsüzleĢtirilerek geçimlerinden edilirlerse, hazine boĢ kalır. Bu bakımdan, geçmiĢ padiĢahlar reayayı zalimlerden korumuĢ, adaleti sağlamak ve gönüllerini hoĢ etmek için büyük özen göstermiĢlerdi. Doğruluktan ayrılmayıp, zalimlere fırsat vermemiĢlerdir”

Daha sonrada adalet dairesinin nasıl iĢlemesi gerektiğini “bu dört karıĢım kendi arasında, kaynaĢıp ayrılarak, birbirlerinden yararlanıyor ve böylece insan varlığı sağlık buluyorsa, bu dört sınıfın yaradılıĢı gereği birlikte yaĢamak zorunda olması nedeni ile birbirinden yararlanması da toplum düzenini ve devlet yapısını sağlığa ve düzene kavuĢturmuĢtur. Vücut yapısının bozulmaması için bu dört karıĢımın ölçülü olmasını gerekir. Eğer bunlardan birisi nitelik veya nicelik bakımından fonksiyonunu yitirip bozulur veya aĢırılaĢırsa, ya dıĢarı atılması ya da iyileĢtirilmesi gerekir” diyerek her zaman düzenli bir Ģekilde iĢlemesi gerektiğini birisinde yaĢanacak olan bir bozulmanın devlet yapısını ve düzenini bozacağını belirtmiĢtir (Kâtip Çelebi, 1982: 22-24).

Naima’ya göre her devletin yaĢamasının Ģartı siyaset olduğu, siyasetin de ya akli ya da Ģer’i olduğunu ifade etmiĢtir. Hükümdarın kanunlarla devleti idare etmesi akli siyaset, hükümdarın Kur’an ve sünnetin belirttiği kanunlara göre devleti idare etmesi de Ģer’i

siyaset olarak tanımlamıĢtır. ġer-i kanun ve kurallara uygun olarak devlet idare eden hükümdar ve vezirlerin iki cihanda rahat edeceklerini, Müslüman olmayan hükümdarların ise devletlerini akli siyaset ile idare ederek, devletlerin bekasını sağlayabileceklerini belirtmiĢtir. Nitekim “dünya küfür ile yıkılmaz, zulüm ile yıkılır” denmesinin de bundan kaynakladığını söylemiĢtir (Naima, 1967: 43).

Naima, hem Ġslâm devletleri için hem de gayrimüslim devletler için de adaleti Ģart koĢmuĢtur. Devletlerin varlığını koruyabilmeleri ve çökmemeleri için, adil olmalarının zorunlu olduğunu belirtmiĢtir. Ancak Naima bu noktada Müslüman devletlerle gayrimüslim devletlerin siyasetini birbirinden ayırmıĢtır. Ona göre Müslüman yöneticiler, adaleti yalnızca ġeriat’la sağlayarak, devletlerinin düzeni ve de vamı Ģeraite bağlı kaldıkları müddetçe sağlayabileceklerini ileri sürmüĢtür. Fakat Müslüman olmayan devletler, akli siyasetle idare olduklarından dolayı onların devletlerinin devamı ise baĢlarında bulunan hükümdarlarının zulme meyletmemeleri ile sağlanabilineceğini belirtmiĢtir. Naîma devletlerin çöküĢüne iliĢkin teorisinde makro düzeyde devletlerin varlıklarının devamını adalete bağlarken, mikro düzeyde ise Müslüman devletlerinin ve dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin varlığının devamını ġeriat’a bağlamaktadır (OkumuĢ, 2005: 49)