• Sonuç bulunamadı

1.3. SÖYLEME YANSIYAN ĠDEOLOJĠ

1.3.1. Michel Foucault (1926-1984)

Foucault‟nun, araĢtırma alanına bakıldığında tamamen söylem üzerine odaklanan, Marksist ve yapısalcı modelleri eleĢtirerek bu kuramsal miraslarla bağını

44 koparmaya çalıĢan bir model geliĢtirmeyi amaçladığı görülür. “Foucault‟nun söylem kuramı, dilin anlam yaratma ve düzenleme işlevi sayesinde kapatmacı toplumsal kurumların bireyleri sarmalayarak, onları üretken ve itaatkâr bedenler haline nasıl getirdiğini açığa çıkarmaya çalışır” (Sancar, 2014: 112).

Foucault, çalıĢmalarında insan bilimlerinin modern biçimlerinin kurulduğu ve kimi yeni teknolojilerin özenle geliĢtirildiği bir dönem olan on sekizinci yüzyıla odaklanır. Modern insan bilimleri ile yeni teknolojiler ise aynı anda hem özne hem de bilgi nesnesi olarak felsefece yeni bir insan anlayıĢına bağlanmaktadır (Sarup, 2017: 95).

Madan Sarup‟un ifadesiyle Foucault, yaĢamı boyunca usun dıĢladıklarıyla ilgilenmiĢtir: delilik, rastlantı, kopukluk. TanınmıĢ ilk kitabı Delilik ve Uygarlık adını taĢıyan Foucault, bu çalıĢmasında toplumsal bir sorun olarak on yedinci yüzyılda devletin sorumluluk alanına giren deliliğin yoksulluk, iĢsizlik ve çalıĢamayacak durumda olma düĢünceleriyle birlikte algılanmasının altında yatan nedenleri araĢtırır.

Foucault‟nun kitaplarının birçoğu da deliliğe on yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda nasıl bakıldığının ayrıntılı bir betimlemesidir (Sarup, 2017: 95-99).

Rönesans boyunca serbest yaĢayabilen deliler bir süre sonra kent sınırlarının dıĢına sürülürler, yalnızca kırsal alanlarda gezinmelerine izin verilir. Bu dönemde delilerle baĢ etmenin yaygın olarak uygulanan yollarından biri de onları gemiye doldurup gemicilerin insafına bırakmaktır. Yüzyıllar içerisinde “deli gemileri”nin yerini “deli evleri” alır, delileri gemilere bindirmenin yerine de kapatma geçer.

Böylece Avrupa‟nın dört bir yanına kapatma evleri kurulur. Bu yerlere pek çok türden insan; yoksullar, avareler, iĢsizler, hastalar, suçlular ve deliler aralarında hiçbir ayrım gözetmeksizin gönderilir (Sarup, 2017: 96-97).

KapatılmıĢ kimse ise çalıĢmak zorundadır. Böylelikle emek, ahlak reformunun belki de ilk uygulaması olarak kurumsallaĢtırılmıĢ olur. Dolayısıyla, kapatma iki ayrı rolü birden üstlenir: yoksulluğu gizlemek adına iĢsiz kitleleri himaye eder, böylece de bu kitlelerin çektiği acıların doğuracağı toplumsal ve siyasal bütün çekincelerin önüne geçmiĢ olur (Sarup, 2017: 97).

On sekizinci yüzyılda kapatmaya büyük bir yanılgı gözüyle bakılmaya baĢlanır. Delilerin artık nereye konulacağı konusunda belirsizlik ortaya çıkar:

hapishaneye mi, hastaneye mi, yoksa bir ailenin yanına mı? Kapatma evlerinin

45 eksiliğinin farkına varılır. ĠĢsizler sürüldükleri kamplarda zorla çalıĢtırıldıklarından normalin çok altında iĢ alınır, ayrıca iĢsizliğin önüne de geçilemez. Bu nedenle, yeni yeni baĢlayan sanayileĢme ile birlikte kapatma evlerine karĢı bazı toplumsal önlemler alınır ve bu kurumlar on dokuzuncu yüzyılın baĢlarında tamamen ortadan kaybolur (Sarup, 2017: 98).

On dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde delilik toplumsal bir eksikliğin göstergesi olarak sınıflandırılmaya baĢlanır ve deliler toplum önünde değeri gittikçe artan doktorların eline bırakılır. BaĢka bir ifade ile fiziksel zincirlerinden kurtulurlar ama bunun yerini zihinsel zincirler alır. Delilik ve Uygarlık‟ın izleklerinden birini, dıĢsal Ģiddetin yerine nasıl olup da içsel Ģiddetin geçtiği izleği oluĢturur. Akıl hastanesinin doğuĢunun bu bağlamda öznelliğin yapımına iliĢkin bir benzetme olarak görülebileceğini öne süren Sarup, kitabın bir bakıma modern bilince yöneltilen bir suçlama olduğunu ifade eder (Sarup, 2017: 99-100).

Foucault, çalıĢmalarının birçoğunda modernleĢme sürecini çözümlemeye giriĢir. ÇalıĢmalarının en temel özelliği ise, genel bir tarihsel düĢünceye, toplumsal kurumların ortaya çıkıĢının izini sürmeye ağırlık vererek eğilmesidir. Delilik ve Uygarlık‟tan sonra ikinci temel eseri Kliniğin Doğuşu‟nun alt baĢlığı Tıbbi Algılamanın Arkeolojisi‟dir. Söz konusu bu yeni algılayıĢ ya da bakıĢ açısı doktora hastaneye yatırılan hastayı hiçbir sorun yaĢamadan gözleme olanağı sağlar (Sarup, 2017: 100).

Foucault‟nun sonraki kitapları Şeylerin Düzeni ve Bilginin Arkeolojisi büyük ölçüde bilimsel söylemlerin yapısıyla ilgilidir. “Foucault, bu bağlamda, hangi kural kümelerinin belli baĢlı dile getiriliĢlerde bulunulmasını olanaklı kıldığı sorusuyla ilgilenir” (Sarup, 2017: 101).

Foucault, Şeylerin Düzeni‟nde biyoloji, psikiyatri, tıp gibi belli baĢlı deneysel bilgi türlerinin sürekli bir geliĢim Ģeması izlemediğini öne sürer. Örneğin, tıp alanında yirmi beĢ yıllık bir dönemde yepyeni bir konuĢma ve görme biçimi doğmuĢtur. Belirli zamanlarda belirli bilgilerin aniden değiĢime uğraması nasıl açıklanabilir? Burada söylemin oluĢumunu belirleyen ve bilimsel olarak doğru kabul edilen kurallarda birtakım değiĢiklikler görülmektedir. YanlıĢı doğrudan ayırmaya değil, bilimsel diye niteleneni bilimsel olmayan diye nitelenenden ayırmaya olanak tanıyan bütünüyle yeni bir söylem rejimi söz konusudur (Sarup, 2017: 101).

46

“Foucault‟da söylem; özneyi, bilgiyi ve iktidarı sarmalayan bir anlamlar atmosferi olarak var olur ve her Ģeyi kendi içinde, baĢı, sonu olmayan bir devinimle yaratan bir „oluĢ‟ durumu olarak kavranır” (Sancar, 2014: 148-149). BaĢka bir ifadeyle Sözen‟in belirttiği gibi Foucaultcu düĢüncede söylem; hakikat, bilgi ve gücü düzenleyen moddur: Bilgi, söylemlerin içine kazılmıĢtır, onların dıĢında değildir;

ideoloji kavramı da öznenin (yazarın ya da okuyucunun) teorik anlayıĢına kilitlenmiĢtir. Bilgi, güçte içkindir; eylemler ise birer strateji ve taktiktir (Sözen, 1999: 69).

Veli Urhan, Foucault‟ya göre bir söylem birliğinin ise söylemin tüm objelerinin oluĢum kurallarıyla, tüm söz dizimsel tiplerinin oluĢum kurallarıyla, tüm anlam bilimsel elemanlarının oluĢum kurallarıyla ve tüm iĢlemsel olasılıklarının oluĢum kurallarıyla tanımlandığını ifade eder (Urhan, 2013: 37).

Madan Sarup, bizzat Foucault‟nun kendisi tarafından yayına hazırlanan Pierre Rivière… 19. Yüzyılda Bir Aile Cinayeti baĢlıklı kitabın, Foucault‟nun

“söylemler yoluyla söylemler arası mücadele” sözüyle ne demek istediğini çok iyi ifade ettiğini dile getirir. Kitap, 1885 yılı Fransa‟sında yirmi yaĢındaki Pierre Rivière adındaki bir köylünün annesini, kız kardeĢini ve erkek kardeĢini öldürmesi olayını ele alır. Rivière, gözaltına alınır alınmaz iĢlediği suçun ayrıntılarını içeren bir hatırat yazar. Aynı bilgi kaynağına göre konuĢuyor olmalarına karĢın doktorlar Rivière‟nin akıl sağlığının yerinde olmadığını söyleyerek onu akıl hastanesine kapatmak isterlerken hukukçular onun akıl sağlığının yerinde olduğunu, hatta hatıratında bu cinayetleri zekice planladığına dair kanıtlar bulunduğunu söyleyerek onu giyotine mahkûm etmek isterler. Sonuçta tıp ve hukuk otoritelerinin aynı konuda bildirdikleri zıt görüĢleri vurgulayan kitap, tıp ya da psikiyatri gibi özel bir bilgi alanının nasıl biçimlendiği konusunda fikir vermektedir (Sarup, 2017: 102- 104).

Foucault kitaptaki belgelerin, bize içinde söylemlerin ortaya çıktığı ve işlevini yerine getirdiği iktidar, tahakküm ve çatışma ilişkilerinin bir anahtarını verdiğini, bu sayede hem taktiksel hem de siyasal olabilen, bundan dolayı da stratejik olan olası bir söylem çözümlemesine malzeme sağladığını ifade eder (Sarup, 2017:

104).

Sancar, ideoloji kavramına karĢı çıkan Foucault‟ya göre bu kavramı kullanmanın üç nedenden dolayı sakıncalı olduğunu ifade eder. İlk olarak, ideoloji kavramı kuramsal gelenek içinde doğrunun karĢıtı olarak kullanılagelmiĢtir.

Buradaki sorun söylem içerisinde doğruluk iddiasının tarihsel olarak nasıl üretildiğini

47 görebilmektir. Foucault, birbirini dıĢlayan ideoloji ve gerçeklik kavramları yerine ancak bir arada var olabilen söylem ve doğruluk kavramlarını yeğlemektedir. İkinci olarak Foucault, ideoloji kavramının “hümanist” bir özne kavramını gerektirmesini eleĢtirir. Ġdeolojiyi insanlar kendi gereksinimlerine göre üretirler. Oysaki söylem kavramı, öznenin dilsel toplumsal pratiklerle üretilen bir söylemsel konum olduğunu iddia eder. Özne söylemden önce var olamaz, kendisi söylem sayesinde ve söylem içinde üretilendir. Üçüncü olarak ise Foucault, klasik ideoloji kuramının Marksizm‟deki altyapı kavramı gibi kendine dıĢsal bir belirleyici gerektirdiğini söyler. Bu durum klasik ideoloji kuramı ile postyapısalcı söylem kavramını tamamen birbirinden uzaklaĢtırır (Sancar, 2014: 126-127). Madan Sarup‟un ifadesiyle Foucault‟nun yapmaya çalıĢtığı herhangi bilgikuramsal bir boyuta baĢvurmadan ideolojinin toplumsal iĢlevi üzerine konuĢmaktır. Bunun nedeni ise gerçeklik ve yanılsama üzerine bitip tükenmek bilmeyen tartıĢmaların tuzağına düĢmek istememesi olabilir (Sarup, 2017: 118).

Madan Sarup, Foucault‟nun ideolojiye yönelttiği temel itirazın onun hümanizm karĢıtlığından kaynaklandığını düĢünür:

İnsancı ideoloji anlayışı, düşüncelerin kaynaklarını öznelere yerleştirir; oysa Foucault‟nun izlencesinin amacı insanı araştırmak değil, insan bilimlerinin düzeneklerini araştırmaktır. Foucault öznenin bakış açısından başka bir bakış açısına geçilerek, özneyi özgürleştirmek bir yana, özneye tepeden bakma noktasına gelen insan bilimleri kaynaklı baskıcı düzeneklerin şifresinin çözülebileceğine inanır (Sarup, 2017: 118).

Ġdeoloji kavramını tamamen reddederek inĢa ettiği söylem kuramında Foucault, iktidar kavramının tanımında bir değiĢiklik ortaya koyar. Söylem ve iktidar kavramları arasındaki bağlantıyı tahakküm kavramından farklı bir biçimde, bilginin üretimi bağlamında ele alır. Ona göre iktidar “Ģey”leri tanımlayan, arzunun ne olduğunu öğreten, bilgiyi biçimlendiren ve söylemi üretendir. Foucault iktidarın ne olduğunu değil, nasıl oluĢtuğunu sorgular (Sancar, 2014: 138-145).

Foucault, iktidarın kaynağını belli bir yapı/ kurum içerisindeki belli bir merkez ya da tepe noktasına yerleĢtiren bütün çözümlemeleri reddeder. Yöneten sınıf ile yönetilen sınıf arasındaki çatıĢmaya dikkat çeken Marksçı düĢünceyi sorgular.

Ona göre iktidar, bir bireyin ya da bir sınıfın mülkiyetinde olan bir Ģey değildir.

Ġktidar düzenekleri, teknik ve yöntemleri burjuva sınıfı tarafından icat edilmemiĢtir, bunlar etkili hâkimiyet kurma arayıĢı içinde olan herhangi bir sınıf tarafından da yaratılmamıĢtır. Ancak bu iktidar düzenekleri, burjuva sınıfının yararına siyasal ve

48 ekonomik bağlamda yararlılıklarını ortaya koydukları andan itibaren belli bir plan dâhilinde yayılmıĢlardır. Dolayısıyla Foucault, iktidarı yalnızca bastırma, yasaklama ve sınırlama gibi kavramlarla tanımlamaz; iktidar aynı zamanda gerçekliği üreten, nesne alanlarını ve doğruluk ritüellerini belirleyendir. Bilgi ise iktidarın sonuçlarına etkinlik kazandırır. Bilgi olmadan iktidarın uygulanması, bilginin de iktidara yol açmadan var olması olanaksızdır (Sarup, 2017: 113-114).

Foucault‟ya göre iktidarın alanı bedendir ve düĢünürün iktidar, bilgi ve beden üzerinde yoğunlaĢmaktaki amacı tarihsellik içinde insanoğlunun nasıl farklı özneler haline getirildiğini açıklamaktır. Foucault‟nun modelinde söylem, iktidar iliĢkileri dolayımıyla bilgiyi oluĢturur ve özneleri tanımlar. Özneler arasında deli-akıllı, hasta-sağlıklı, serseri-efendi, yoksul-zengin, tembel-çalıĢkan vb. gibi ayrımlar yapar ve birincileri tecrit edip kapatır ve böylece normal-anormal ayrımını kurar (Sancar, 2014: 145-146).

Foucault‟nun özne kuramına katkısının ne olduğu sorusuna karĢılık olarak Orhan Tekelioğlu, onun açık bir Ģekilde alternatif “Özne” tanımı vermediğini ifade eder. Bunun yerine düĢünür farklı markalar, isimler ve varoluĢ biçimleri altında farklı tarihlerde Ģekillenen ve yeniden Ģekillenen “Ben”i koymuĢtur. “Foucault, bize

„tarihlerinde‟ ve benle ilgili öteki yazılarında teorik bir „alet çantası‟ ve modern toplumda insan varoluĢunu keĢfetmek için sayısız ve kesin yollardan fazla hiçbir Ģey sağlamaz” (Tekelioğlu, 2003: 213).

Öznel deneyimi açıklamak için öznenin değil, o deneyimi kuran söylem ile söylemin karĢılıklı ve kaçınılmaz bir iliĢki içinde olduğu iktidar sistemlerinin analizini yapmak gerektiğini gösteren Foucault, bir yandan iktidar ile özne arasındaki ayrılmaz iliĢkinin altını çizer, bir yandan da öznel deneyimin kurulmasında insan bilimlerinin oynadığı rolü ortaya çıkararak çok güçlü bir bilim eleĢtirisi getirir (Foucault, 2014: 10).

Veli Urhan, Foucault‟nun beĢ duyu organımızdan ikisi olan göz ile dilin birlikte hareket etmelerine rağmen farklı oluĢumları ortaya koyduklarını düĢündüğünü ifade ederek onun Kelimeler ve Şeyler baĢlıklı çalıĢmasında gözün görmek iĢleviyle dilin söylemek iĢlevi arasında bir ilişkisizlik iliĢkisini betimlemeye çalıĢtığına dikkat çeker (Urhan, 2013: 27). Foucault, Kelimeler ve Şeyler‟de görünenler ve söylenenler arasındaki iliĢkisizlik iliĢkisini Ģu cümlelerle açıklar:

49 Fakat, dilin resimle olan bağlantısı sonsuz bir ilişkidir. Bunun nedeni sözün

yetersizliği ve görünenin karşısında kapatmaya boşuna uğraşacağı bir açığının olması değildir. Bunlar birbirine indirgenemez niteliktedirler: gördüğümüz şeyleri istediğimiz kadar anlatalım, görünen şey hiçbir zaman söylenen şeyin içine sığmaz ve söylenmekte olan şey imgeler, eğretilemeler, kıyaslamalar aracılığıyla istendiği kadar gösterilmeye çalışılsın, bunların ışıklarını saçtıkları yer gözlerin gördüğü değil de, sentaksın ardışıklığının tanımladığı yerdir(Foucault, 2015a: 36).

Foucault, ismini René Magritte‟in bir tablosundan alan Bu Bir Pipo Değildir baĢlıklı küçük eserinde görünen ile söylenen arasındaki iliĢkisizlik iliĢkisinden söz eder. Söz konusu tabloda bir pipo resmi yer alır ve resmin altında da “Bu Bir Pipo Değildir” önermesi yazılıdır. Foucault, kâğıt üzerine çizilmiĢ olan pipo resminin piponun kendisi olmadığı için görünen pipo resmi hakkında „Bu Bir Pipodur‟

önermesinin yerine “Bu Bir Pipo Değildir” önermesinin doğru olacağını ileri sürer (Urhan, 2013: 29).

Özetle, ideoloji tartıĢmaları araĢtırmacılara kolay çözümlenip tüketilemeyecek bir alan sunmaktadır. ÇalıĢmamızın kuramsal kısmını oluĢturan giriĢ bölümünde tarih boyunca tek bir tanımı yapılamayan ideoloji kavramı üzerine Destutt de Tracy‟den Foucault‟ya gelinceye değin birbirinden farklı görüĢlerin ortaya atılmıĢ olduğu, ortaya atılan bu görüĢlerin yeni çeliĢkileri ve soruları da beraberinde getirdiği gösterilmeye çalıĢılmıĢtır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu‟nun romanlarında ideolojinin nasıl görünürlük kazandığı meselesine geçmeden önce yazarın ideolojisinin oluĢumunda etkili olan edebî ve siyasi faaliyetleri ele almak yerinde olacaktır.

50 ĠKĠNCĠ BÖLÜM

YAKUP KADRĠ KARAOSMANOĞLU’NUN