• Sonuç bulunamadı

YAKUP KADRĠ KARAOSMANOĞLU’NUN ROMANLARINDA SANAT VE ĠDEOLOJĠ

5.1. ROMANCIDAN ĠDEOLOG OLUR MU?: SANATTA ĠDEOLOJĠ

5.1.1. Estetik ve Ġdeoloji

Edebî bir eser, toplumsal mekanizmalardan bağımsız düĢünemeyeceğimiz, bireye ve topluma dair özgün bir bakıĢ açısına sahip olan bir yazar tarafından üretilir ve bu üretim kaçınılmaz bir biçimde yazarın bakıĢ açısını içerir. Dolayısıyla edebiyatı ideolojiden ayrı düĢünmek zordur. Buradaki mesele yazarın ideolojik yaklaĢımının kaleme aldığı eserde ne kadar görünür olduğu, estetik kaygının mı yoksa ideolojik mesaj verme kaygısının mı görünürlük kazandığıdır. Yazar, ideolojik kaygıları ön plana alarak edebiyat aracılığı ile egemen sınıfın hegemonyasını sürdürmesine, iktidarın meĢrulaĢtırılmasına ya da bir ideolojinin yayılmasına hizmet etme gayesinde olabilir. Bunun yanı sıra bir eser salt estetik kaygılarla kaleme alınmıĢ olsa dahi yazarın ideolojisi eserde satır aralarına sızmaktadır (AktaĢ, 2012:

155- 157).

19. yüzyılda edebiyat ile ideoloji arasındaki bağın kurulmasına öncülük etmiĢ isimler olarak Hegel, Marx, Engels ve Lenin sayılabilir. Marx ve Engels‟in doğrudan edebiyat üzerine kaleme aldıkları bir kitap bulunmamaktadır. Ancak her ikisinin de edebiyata ilgisi büyüktür ve mektuplaĢmalarında konu dönüp dolaĢıp edebiyata gelir.

Onların takipçileri olan G. V. Plehanov (1856-1918), Troçki (1879-1940), Lunaçarski (1875-1933), Althusser (1918-1990) gibi isimler Marx‟ın altyapı, üstyapı gibi terimlerini, sanat ve edebiyata iliĢkin Marksist kuramı geliĢtirmede kullanırlar.

Sonuç olarak ise ortaya Marksist estetik çıkar. (Somuncu, 2015: 74- 76)

Özellikle bunlar arasındaki ilk dönem Marksistler ekonomik yapıyı ön plana çıkararak toplumsal olayları açıklamaya çalışan felsefî bir yaklaşım olarak sanatı da üst yapıya eklemler. Dolayısıyla sanat da üst yapının çıkarlarına hizmet edecektir. Sanatçı hangi toplumsal sınıfın üyesi ise eser de o sınıfın yansıması olacaktır. Yani sanat eseri sınıf çıkarlarının sözcüsü olduğu için ideolojinin merkezindedir, herhangi bir ideolojiyi yansıtan bir yapı olarak iktidara hizmet eder, alt yapıyı biçimlendirdiği için tahakküm aracıdır (Somuncu, 2015: 76).

185 Wolff, Engels‟in ve onu izleyen Lukacs‟ın iyi edebiyatı toplumsal gerçekliği yorumlayarak gösteren, yazarın politik görüĢünü dayatmadığı, bir kurgu içerisinde toplumsal gerçekliği yeniden biçimlendiren edebiyat olarak gördüğünü söyler.

Lenin‟in görüĢlerine dayanan ve yazarın politik konumunun temel alındığı bir yaklaĢım olarak tanımlanan yönelimli edebiyata Para- Marksistler Engels‟in görüĢlerine dayanarak karĢı çıkarlar. Çünkü politik görüĢlerin öne çıktığı yönelimli edebiyat, basite indirgenmiĢ bir politik yaklaĢımdan hareket etmekte ve böylece edebî alanı bir propaganda aracı olarak kullanılmaktadır (Wolff, 2000: 85-86).

Eagleton, edebiyatın ideolojiye yaĢantı yoluyla eriĢmek için elimizdeki en cömert yol olduğunu savunur. Ona göre edebiyat, ideolojik mekanizmaların iĢleyiĢini gözlemleme hususunda bilim ve gündelik hayat arasında bir yerde durmaktadır.

BaĢka bir ifadeyle, bilimsel bilginin mesafeli katılığı ve “yaĢanmıĢ olan”ın canlı ama gevĢek zorunsuzlukları arasında bir orta yerdedir. Bilimden farklı olarak edebiyat tür, simge, uzlaĢım gibi kategori ve protokolleri kullanarak nesnesini sahiplenir.

Edebiyatın özelliklerinden biri, üretim tarzlarını onların ürünü olan somut hayat içerisinde kısmen eritmektir. “Tıpkı özel mülkiyet gibi, edebi metin de böylece kendi üretici sürecinin belirleyicilerini genelde yadsıyan doğal bir nesne gibi görünür”

(Eagleton, 2015a: 115).

Selim Somuncu, ideolojinin tek baĢına bir olgu olmadığını söyler. Ona göre her ideolojinin bireyin iç dünyası ve dıĢ dünyayla iliĢkilerini düzenleyen bir amentüsü, kendine özgü bir estetik ve ahlak anlayıĢını vardır; bu estetik ve ahlak anlayıĢı o ideolojinin mensuplarına mutlaka siner. Ġdeoloji adına veya ideolojiden hareketle üretilen her Ģey bu ahlak ve estetikle uyum gösterir (Somuncu, 2015: 50-51).

Somuncu‟nun “hegemonik söylem” kavramsallaĢtırmasına dönülürse romanda yazarın bu yolla kurduğu iktidar türü “roman türünün parametrelerini değiştiren, gerçekliği gizleyen, saptıran bir iktidar biçimidir” ve kaçınılmaz biçimde hegemonik metinlerin ortaya çıkmasının yolunu açar, çünkü “hegemonik söylem, hegemonik metinle özdeştir” (Somuncu, 2015: 61). Bilgiyi elinde bulunduran yazarın romanın satır aralarında bildiğinden hiç kuĢku duymadan konuĢan sesinin duyulması, roman boyunca bildiğinden Ģüphesi olmayan figürler kurgulaması ve hegemonik bir metin ortaya koyması doğaldır.

186 Bunu da kurmacanın kurallarına göre değil, kuralları ihlal ederek ya da en iyi

ihtimalle kurallarına uydurarak yapacaktır. Dolayısıyla hegemonik söylemle birlikte romanın sanatsal değerine ilişkin estetik yitimin baş göstermesi de kuvvetle muhtemeldir (Somuncu, 2015: 61).

Bir metnin edebî değerini belirleyen unsurların neler olduğu ve bu metnin hangi esaslara göre değerlendirilmesi gerektiği meselesi edebiyat alanında tartıĢılagelen meselelerden biridir. Bu konuda Eagleton, dil ögesine vurgu yapar ve edebî bir yapıtı, “kısmen, ne söylediği nasıl söylediğine dayanarak alınması gereken eser” (Eagleton, 2015b: 13) olarak tanımlar. Eagleton‟a göre eserde kullanılan dil önemlidir, çünkü içerik, bu içeriğin sunulduğu dilden ayrı düĢünülemez. Edebî eserlerde dil, gerçekliğin yahut deneyimin esasıdır. “Ton, atmosfer, tempo, tür, sözdizimi, dilbilgisi, doku, ritm, anlatı yapısı, noktalama, muğlaklık gibi unsurları kapsayan biçim, eserin önemli yapıtaşlarından birini oluşturur” (Eagleton, 2015b: 13). Dolayısıyla bir eserin edebî niteliği belirlenirken içeriği kadar eseri kuran biçimsel ögeler de önemlidir. Bir romanın gazete makalesinden farkı romanda yazarın düĢüncelerini kurmacanın unsurlarını kullanarak estetik bir biçimde ifade etmesidir. Bilgi aktarma, mesaj verme vb. gibi kaygıları ön plana çıkararak estetik unsurları ikinci plana atmak yazarın tercihi, bazen de dönemin Ģartları dolayısıyla takındığı bir tavır olabilir.

Türk romanı iktidar öğelerine yakınlaşırken kurmacanın unsurlarını ihmal eden bir yapıya bürünüp yer yer ahlâk, bazen nasihat, bazen belgelerle oluşturulduğunu iddia eden doktriner bir metne dönüşmüştür. Edebî endişeler değil edebiyat dışı endişeler romanı biçimlendirmiştir. Romancı siyasetin sözcüsü sıfatıyla konuşmuştur. Romancı olmak, toplumun vicdanı olmak, halkın sesi olmakla eşdeğer tutulmuştur. Felsefî, toplumsal, ahlâkî öğretileri kurmacanın içine sığdırmanın esere çok şey katacağı düşünülmüştür (Somuncu, 2015: 69).

Cemil Meriç‟e göre edebiyatta kliĢelerin oluĢması olağan bir durumdur.

Yazarlar istikrarı seven toplum karĢısında eserlerinin sevilip çokça okur bulması amacıyla beklenen ve alıĢılmıĢ olana yer verirler (Meriç, 2003: 136-138). Türk edebiyatında da Tanzimat ve MeĢrutiyet dönemi edebiyatında romancıların karakter, zaman, mekân gibi unsurlar konusunda ortak fikirlere sahip olmaları ve ideolojik eğilimleri sonuncunda Türk romanında kliĢe hâkimdir. Bu durum Cumhuriyet döneminde de devam etmiĢtir. Türk romanı sürekli kliĢeler üreten bir yazın alanı olmuĢ, kliĢe hegemonik söylemin önemli bir unsuruna dönüĢmüĢtür. Örneğin sürekli aynı izleğin iĢlenmesinden ziyade konunun iĢleniĢ biçimi de bir kliĢe yaratabilir.

Somuncu‟nun da belirttiği gibi BatılılaĢmanın kendisi kliĢe değildir. Fakat kültürel çatıĢmaları, Doğu-Batı çatıĢmalarının sürekli olarak Doğu‟nun galip geldiği, Batı‟nın

187 mağlup olduğu, Doğu‟nun iyi, güzel olduğu, Batı‟nın kötü, çirkin olduğu ön kabullerle okuyucuya sunulması kliĢedir. Türk edebiyatında yazarlar yalnızca izleği değil izleğin iĢleniĢ biçimini de kendisinden sonraki yazarlara devretmiĢtir (Somuncu, 2015: 84-86).

İdeolojik yazar, siyasetin, devletin başına dert olan bir dizi sorunu, sorunlar yumağını „aydın-yazar‟ kimliğiyle kendine dert edindiği için bu sorunlarla meşgul olmuş ve kendinden önceki kuşaktan devraldığı gibi kendinden sonraki romancı kuşağa bu sorunları miras bırakınca kuşaklar arası geçişte klişenin oluşumu kaçınılmaz olmuştur (Selim Somuncu, 2015: 85).

Türk romanında karakterizasyon açısından da bir kliĢeden söz etmek mümkündür. Tanzimat romanının züppe tipi bazı değiĢikliklere uğramıĢ biçimde de olsa Cumhuriyet romanına dek tekrar eder. “İlk dönem Türk romanı Cumhuriyet dönemine vazgeçilmez klişe tipler miras bırakacaktır. „Züppe‟ tipler bunlar arasında gelir. Ahmet Mithat Efendi‟nin Felâtun Bey‟i, Recaizâde Mahmut Ekrem‟in Bihruz‟u sonradan klişeye dönüşecek olan tiplerin kendi dönemlerindeki en orijinal örneklerindendir” (Somuncu, 2015: 87). Somuncu‟nun da belirttiği gibi belki orijinalliğinden belki de ilk örnek olmasından Türk modernleĢmesi üzerinden yaĢanan değiĢim ve dönüĢümü ifade etmek için bu tiplerin genelinin içerisine düĢtüğü durum Bihruz Bey Sendromu olarak adlandırılmıĢtır. Gerek züppe tüplerin ilk örneğini temsil eden romanlarda gerekse züppeliği iyiden iyiye kliĢeye dönüĢtüren romanlarda züppelerin karĢısına genellikle yarı-tanrısal özelliklere sahip, sabırlı, bilgili, çalıĢkan, kusursuz örnek kahramanlar çıkarılır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu‟nun Ankara romanının ideal karakteri NeĢet Sabit‟i bunlar arasında sayılabilir. “Bu karakterler adeta insanüstü özelliklerle donatılmışlardır. Hiç hata yapmaz, hiç hastalanmazlar. Kusursuz kişiliklerdir. Ya da her soruya verilecek

„gönülleri ferahlatan‟ bir cevapları vardır (Somuncu, 2015: 88).

Türk edebiyatında kliĢeleĢmiĢ alafranga tiplere Yakup Kadri Karaosmanoğlu‟nun romanlarında Kiralık Konak‟ın Servet Bey‟i ve Seniha‟sı, Sodom ve Gomore‟nin Leyla‟sı, Ankara‟nın Hakkı Bey‟i örnek olarak verilebilir.

Türk romanında ancak 1970‟lerden sonra postmodern roman denemeleriyle bu kliĢelerin ötesine geçilmeye baĢlanır (Somuncu, 2015: 91).

Sanat ve sanatçının iĢlevi sorunsalına gelindiğinde sanatın gayesinin yalnızca hoĢça vakit geçirmek mi yoksa toplumsal meseleler üzerine söz söylemek, bunlara çözümler üretmek mi olduğu soruları gündeme gelir. Avner Ziss‟in ifadesiyle