• Sonuç bulunamadı

Liberalizm ve Yeni Liberalizm

John Locke (1632-1704) Hobbes için doğal yasa; güç, zor ve aldatma yasasıyken, Locke için, Tanrı ve hakları, insanın Tanrı ile ilişkisi ve tüm insanların rasyonel yaratıklar olarak temel eşitlikleri üzerine düşünen insan aklı tarafından bildirilen, evrensel olarak bağlayıcı olan bir ahlaksal yasa demekti. Herkesin doğal hakları olduğuna inanan Locke’a göre, bu haklar kendini koruma, yaşama, özgür olma ve mülkiyet haklarıydı.

insanlar doğa durumunda bulunurlar. Haksız bir zorlama söz konusu olduğunda savaş yaşanabilir; fakat bu durum doğa durumu ile özdeşleştirilmemelidir. Locke, doğa durumunu başı buyrukluktan ziyade özgürlük durumu olarak görmektedir.

Doğa durumunu, yöneten aklın yasaları olup, bunlar herkesin eşit ve bağımsız olduklarını, hiç kimsenin yaşamına, sağlığına, özgürlük ya da mülkiyetine zarar vermemeyi öngörmektedir. Çünkü; “tüm insanlar Tanrının yaratıklarıdırlar”. Do-ğal yasa bu nedenle Locke için oldukça farklı bir anlama gelmektedir.

Fakat Locke’un Toplumsal Sözleşme kuramına ya da diğer adıyla kontrat yasa-sına göre, insanlar bir doğa durumunda özgür olsalar da bu herkesin birbirleri-nin haklarına saygı göstereceği anlamına gelmediğinden, hak ve özgürlükleribirbirleri-nin daha etkili ve iyi korunması için örgütlü bir toplum oluşturulur. Çünkü; bireyin kendini doğal özgürlüğünden sıyırıp yurttaş toplumunun bağlarını üstlenmesinin biricik yolu, başka insanlarla anlaşarak rahat, güven ve barış içinde yaşamak için uygun ortamı hazırlamaktır. Fakat bireyler doğal özgürlüğünden köle durumuna düşmek için değil, doğal haklarından güven içinde ve daha özgür olarak yararlan-mak amacıyla vazgeçerler (Copleston, 1998: 139). Dikkat edileceği gibi, Hobbes için üst otoriteye ya da devlete duyulan gereksinim güvenlik kaygısıyken Locke için özgürlüğün korunması ve geliştirilmesi kaygısıdır. Dolayısıyla liberal devlette birey devletle yaptığı sözleşme karşılığında özgürlüğünün korunmasını garanti altına alırken realist teoride, üst otoriteyi (devlet) güvenliği sağlaması için oluş-turmuş ve devlet adına özgürlüğünden vazgeçmiştir.

Pozitif hukukun kurucusu sayılan Hugo Grotius düşüncelerini “Savaş ve Barış Hukuku Üzerine” adlı çalışmasında ortaya koymuştur. Locke gibi, devleti bir söz-leşmeden türeten Grotius’un doğal hukuk öğretisine göre, insanın birtakım hak-larının temeli insan doğasına dayanır. Grotius’a göre de insanın doğasında toplum içinde yaşama isteği vardır. Bu istek, aklının verdiği ölçüde düzenli ve barış içinde yaşama isteğidir. Ayrıntılı olarak bu konuya girmese de Grotius’un insan doğasına olumlu yaklaştığı söylenebilir (Ağaoğulları ve Köker, 2000: 88-89). Hukukun do-ğal olabilmesi için insan doğasına dayanması gerektiğini savunan Grotius’a göre, doğal haklar da insan doğası gibi her yerde ve her dönemde değişmez haklardır.

Bu haklar hiçbir zaman tamamen ortadan kaldırılamamışlardır. Ancak doğal hu-kukun kendisini gerçekleştirebilmesi için devlete gereksinimi vardır. Dolayısıyla devlet, kendisinden önce ve var oluşunun nedeni olan hukuku korumakla yüküm-lüdür. Devlet hukukun koruyucusu ve garantisidir. Grotius’a göre Machiavelli’nin tersi bir argüman olarak hukuk, devletten değil devlet hukuktan doğmuştur.

Grotius’un öğretisinde çıkış noktası ve temel varlık bireydir. Bireyin doğal hakları-na “insan eliyle meydahakları-na gelmiş olan her türlü düzenin üstünde olan haklara”, do-kunulamaz ve bunlar hiçbir kaygıya feda edilemez. Grotius’a göre bir devlet düzeni oluştururken de doğal haklar sınırlanamaz ve kısıntıya uğratılamaz. Grotius’un bu düşünceleri liberalizmin ana dayanağını oluşturmuştur (Gökberk, 1972: 218).

Liberal düşüncenin savunucuları arasında yer alan ünlü Fransız filozofu Baron Charles L. Montesquieu “Yasaların Ruhu” (Spirit of Laws) adlı çalışmasında dile getirdiği düşünceleriyle uluslararası ilişkiler teorisine önemli katkılarda bulundu.

Montesquieu, bu alanda savaş ile yönetim biçimleri arasında doğrudan ilişki kuran ilk kişi sayılabilir. Montesquieu, savaşla monarşiler arasında kaçınılmaz bir ilişki ol-duğunu göstermeye çalışmış ve otoriter rejimlerin savaşa daha yatkın olol-duğunu ileri sürmüştür. Dolayısıyla demokratik rejimlerin artması barışı sağlayıcı önemli bir un-sur haline gelmektedir. Bulunduğu dönem itibariyle devrimci düşüncelere sahip olan Montesquieu güçler ayırımı ilkesi üzerinde de durmuştur (Knutsen, 1992: 106-107).

Hugo Grotius (1583-1645)

Jean Jacques Rousseau (1712-1778)

Rousseau’ya göre devlet, yurttaşların özgürlük ve eşitlik için doğuştan, vazgeçilmez hakları ve kendi yazgılarını belirleme güçleri yoluyla katıldıkları bir toplumsal sözleşme üzerine dayalı politik bir örgüttür.

Jean Jacques Rousseau, kendi toplumsal reform ilkelerine demokratik bir hü-kümet biçimi için sağlam bir ussal aklama getiren klasik çalışmasını, “Toplumsal Sözleşme”de (1762) ortaya koydu. Her insan özgür doğar. Aileyi toplumsal örgüt-lenmenin temeli olarak alan Rousseau’ya göre devlet aileyi örnek almalıdır. Çün-kü; bir ailede ne eşitsizlik ne de kölelik vardır. Vazgeçilmez iradeleriyle özgür ve eşit insanların karşılıklı olarak anlaşarak bir devlet kurma hakları vardır. Çünkü;

egemenlik yalnızca halkındır. Kararlar oylama yoluyla demokratik yolla alınmalı-dır. Kişi bencil çıkarları (selfish interest) için değil, ortak yarar için oy verir. Zira halk iyidir ve iyi olan için oy kullanacaktır. Halk devlete ve kendini yönetenlere, yönetme gücü ve yetkisi verse de egemenlik, genel iradeyi temsil eden halkın ken-disine aittir ve terk edilmez (Sahakian, 1997: 156; Knutsen, 1992: 114-15; Rousse-au, 1994:15-90).

Immanuel Kant’ın Sonsuz Barış (1795) adlı eseri, onun toplumsal ve politik felsefesini açıkça ortaya koymaktadır. Kant, bir dünya devletinin; pek çok bakım-dan Birleşmiş Milletlere benzeyen, federatif bir örgütlenmeyi benimseyen özgür devletler cumhuriyetinin kurulmasını savundu. Bu şekilde, ulusal politik örgütle-re üyeliklerine bakılmaksızın, tüm biörgütle-reyler kozmopolitan hak ve ayrıcalıkları olan yurttaşlar olarak Dünya Devletine katılacaklardı. Kant da Montesquieu gibi savaş-ları önlemek için mutlakiyetçi yönetimlere son verilmesi ve tüm dünyada demok-ratik ideallerin ve halk egemenliğinin geçerli hale gelmesi gerektiğini savundu.

Uluslararası ilişkiler egemen devletler arası ilişkiler gibi görülse bile, devletin so-yut, bireyinse somut varlıklar olduğuna işaret ederek, bireyi esas alan, uluslararası toplum anlayışını geliştirdi. Böylece Kant, uluslararası politikayı sadece egemen devletler arası ilişkiler olarak görmeyen modern uluslararası ilişkiler yaklaşımı-nın felsefi temellerini ortaya koymuştur (Knutsen, 1992: 112).

Adam Smith’i diğerlerinden ayıran özelliği, ekonomik özgürlükle piyasa öz-gürlüğünün temellerini atmış olmasıdır. Buraya kadar sözü edilen liberal felse-feciler daha ziyade bireysel ve siyasal özgürlük ve demokrasi düşüncesi üzerinde yoğunlaşırken Adam Smith, piyasa özgürlüğü ya da kapitalizm olarak ifade edilen özel mülkiyetin sınırlanamaz özelliğine ve bireyin ekonomik kararlarını kendi-sinin vereceği bir sisteme işaret etmektedir. Smith’in laissez faire anlayışına göre, bireyin davranışlarında kamu yararını düşünerek hareket etmesi önemli değildir.

Sonuçta bu amaç “görünmez el” tarafından gerçekleştirilmektedir. Dolayısıyla top-lum ve bireyin çıkarları birbirine bağlanmaktadır. Kendi için çalışan birey, toptop-lum için de çalışmış olmaktadır. “Çıkarların uyumu” ilkesi, laissez faire liberalizminin temel unsurlarından birini oluşturmaktadır. Bu ilkeye göre, birey için doğru olan toplum için de doğrudur. Bireyin kendi iyiliği için çalışması toplumun iyiliği için çalışması anlamına gelmektedir. Buradan yola çıkarak kendi halkına hizmet eden bir devletin, insanlığa hizmet ettiği kabul edilmektedir. Kendi çıkarları için çalışan bir devlet bunu yaparken uluslararası toplumun çıkarları için de çalışmış olmak-tadır. Diğer bir ifadeyle toplum içinde bireyin çıkarları, toplumun diğer öğeleri-nin çıkarlarına ve mutluluğuna bağlanmakta ve bir bütün olarak ele alınmaktadır.

Bu ilkeye realizm tarafından karşı çıkılmakta ve özellikle Carr’ın eserlerinde ciddi şekilde eleştirilmektedir. Carr, hatırlanacağı gibi, bu yaklaşımın gelişmiş ülkelerin kendi çıkarlarını tüm insanlığın (evrensel) çıkarlarıymış gibi göstermek amacıyla kullanıldığını ve büyük bir aldatmacadan ibaret olduğunu ileri sürmektedir.

Liberalizmin en önemli temsilcilerinden olan Herbert Spencer (1820-1903) ise devlet ve toplumun iki temel şekli; askeri devlet ve endüstriyel devlet üzerinde durmuştur. Askeri devlet, toplumsal örgütlenmenin ilkel şekli olup acımasız,

bar-Immanuel Kant (1724-1804)

Adam Smith (1723-1790)

Herbert Spencer (1820-1903)

bar ve savaş için her zaman hazırlıklıdır. Sıkı ve disiplinli bir toplumsal anlayışın egemen olduğu bu yapıda, bireyin konumu, tamamen otoriter ve militarist devlet tarafından ve onun gereksinimlerine göre belirlenir. Spencer’a göre, askeri devlet, kendi topraklarını genişlettikçe ve belli bir süre sonra istikrarı sağlayınca yavaş yavaş endüstriyel devlet ve toplum biçimine evrilir (dönüşür). Endüstriyel toplum her yönüyle askeri devletin karşıtı olup, bireyin devlet ve toplumdaki konumu gönüllü işbirliğiyle belirlenir. Bu toplumun amacı üyelerine en fazla özgürlüğü ve en yüksek mutluluğu sağlamaktır (Cevizci, 2000, 882).

Uluslararası toplum anlayışını, uluslararası sistem kavramıyla karşılaştırınız.