• Sonuç bulunamadı

ULUSLARARASI İLİŞKİLER KURAMLARI I

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "ULUSLARARASI İLİŞKİLER KURAMLARI I"

Copied!
183
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)
(2)
(3)

ULUSLARARASI İLİŞKİLER KURAMLARI I

Yazar

Prof.Dr. Tayyar ARI (Ünite 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8)

Editörler Prof.Dr. Tayyar ARI Doç.Dr. Elif TOPRAK

(4)

İlgili kuruluştan izin almadan kitabın tümü ya da bölümleri mekanik, elektronik, fotokopi, manyetik kayıt veya başka şekillerde çoğaltılamaz, basılamaz ve dağıtılamaz.

Copyright © 2012 by Anadolu University All rights reserved

No part of this book may be reproduced or stored in a retrieval system, or transmitted in any form or by any means mechanical, electronic, photocopy, magnetic tape or otherwise, without

permission in writing from the University.

Öğretim Tasarımcıları Prof.Dr. Murat Ataizi Dr.Öğr.Üyesi Mestan Küçük Grafik Tasarım Yönetmenleri

Prof. Tevfik Fikret Uçar Doç.Dr. Nilgün Salur Öğr.Gör. Cemalettin Yıldız Dil ve Yazım Danışmanı Öğr.Gör. Aydın Fındıkoğlu

Kapak Düzeni Prof.Dr. Halit Turgay Ünalan Dizgi ve Yayıma Hazırlama

Kitap Hazırlama Grubu

Uluslararası İlişkiler Kuramları I

E-ISBN 978-975-06-2703-3

Bu kitabın tüm hakları Anadolu Üniversitesi’ne aittir.

ESKİŞEHİR, Ağustos 2018 2743-0-0-0-2009-V01

(5)

İçindekiler

Önsöz ... vi

Realizm ve Neorealizm (Gerçekçilik ve Yeni Gerçekçilik) . ... 2

GİRİŞ ... 3

REALİZMİN VARSAYIMLARI VE TEMEL ÖZELLİKLERİ ... 3

REALİZMİN FELSEFİ KÖKENLERİ ... 6

KLASİK REALİZM ... 9

NEOREALİZM VE KENNETH WALTZ... 13

Özet ... 19

Kendimizi Sınayalım ... 21

Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı ... ... 22

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı ... ... 22

Yararlanılan Kaynaklar ... 23

Liberalizm ve Yeni Liberalizm ... 24

GİRİŞ ... 25

LİBERAL DÜŞÜNCENİN FELSEFİ TEMELLERİ ... 25

KLASİK LİBERALİZM VE TEMEL VARSAYIMLARI ... 28

ULUSLARARASI LİBERAL TEORİ/NEOLİBERALİZM ... 29

LİBERALİZM VE ULUSLARARASI İŞBİRLİĞİ ... 32

LİBERALİZM VE BARIŞIN KORUNMASI ... 34

Özet ... 38

Kendimizi Sınayalım ... 40

Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı ... 41

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı ... 41

Yararlanılan Kaynaklar ... 42

Marksizm ve Merkez Çevre Teorileri ... 44

GİRİŞ ... 45

MARKSİST TEORİ ... 45

EMPERYALİZM TEORİLERİ ... 47

BAĞIMLILIK VE MERKEZ ÇEVRE TEORİLERİ ... 48

MODERN MARKSİST YAKLAŞIMLAR VE MERKEZ ÇEVRE TEORİLERİ .. 52

Galtung’un Yapısalcı Emperyalizm Teorisi ... 52

Wallerstein’ın Dünya Sistemi Modeli ... 53

Özet ... 57

Kendimizi Sınayalım ... ... 59

Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı ... 60

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı ... ... 60

Yararlanılan Kaynaklar ... 61

Jeopolitik Teoriler ... 62

GİRİŞ ... 63

COĞRAFYA VE JEOPOLİTİK TEORİ ... 63

GÜÇ VE JEOPOLİTİK TEORİ ... 64

JEOPOLİTİK DETERMİNİZM VE DIŞ POLİTİKA ... 67

1. ÜNİTE

2. ÜNİTE

3. ÜNİTE

4. ÜNİTE

(6)

JEOPOLİTİK TEORİ VE EMPERYALİZM ... 72

JEOPOLİTİK (ÇEVRESEL) OLASILIK ... 73

JEOPOLİTİK DÜŞÜNCE OKULU ... 74

Özet ... 76

Kendimizi Sınayalım ... ... 78

Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı ... 79

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı ... ... 79

Yararlanılan Kaynaklar ... 80

Oyun Teorisi ... 82

GİRİŞ ... 83

OYUN TEORİSİNİN TEMEL VARSAYIMLARI ... 83

İşbirliği, Ortak Çıkar, Güven ve İletişim Faktörleri ... 84

İletişim ve Güven Durumu ... 85

Rekabet ve Güvensizlik Durumu ... 85

Ortak Çıkarlar Durumu ... 86

Zıt Çıkarlar Durumu ... 86

OYUN TEORİSİ MODELLERİ ... 86

Sıfır Toplamlı Oyunlar ... 87

Sıfır Toplamlı Olmayan Oyunlar ... 90

Tavuk Oyunu Modeli ... 90

Geyik Avı Modeli ... 92

Mahkumun İkilemi Modeli ... 92

OYUN MODELLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ ... 95

OYUN TEORİSİNE YÖNELİK ELEŞTİRİLER ... 96

Özet ... 98

Kendimizi Sınayalım ... ... 100

Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı ... 101

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı ... ... 101

Yararlanılan Kaynaklar ... 102

Uluslararası Sistem Teorisi ... 104

GİRİŞ ... 105

SİSTEM KAVRAMI VE SİSTEM TEORİSİNİN TEMEL VARSAYIMLARI ... 105

ULUSLARARASI SİYASAL SİSTEMLER ... 108

ULUSLARARASI SİSTEM MODELLERİ ... 109

Güç Dengesi Sistemi (Balance of Power) ... 109

Gevşek İki Kutuplu Sistem ... 111

Sıkı İki Kutuplu Sistem ... 113

Evrensel Sistem ... 113

Hiyerarşik Sistem ... 113

Birim Veto Sistemi ... 114

SİSTEM TEORİSİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ ... 117

SİSTEM MODELLERİNE YÖNELİK ELEŞTİRİLER ... 118

Özet ... 120

Kendimizi Sınayalım ... ... 123

Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı ... 124

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı ... ... 124

Yararlanılan Kaynaklar ... 126 5. ÜNİTE

6. ÜNİTE

(7)

Karar Verme Teorisi ... 128

GİRİŞ ... 129

KARAR VERME TEORİSİNİN TEMEL VARSAYIMLARI ... 129

KARAR VERME SÜRECİNDE RASYONELLİK ... 131

KARAR VERMEDE KİŞİSEL ÖZELLİKLERİN ETKİSİ ... 133

KARAR VERME SÜRECİNDE ALGILAMANIN ROLÜ ... 134

KARAR VERME TEORİSİNİN MODELLERİ ... 135

Küçük Değişiklikler Modeli: İki Adım İleri, Bir Adım Geri ... 135

Rastgele Adımlar: Sarhoş Yürüyüşü Modeli ... 136

Risk ve Başarının Hesaplanması: Kumarbazın İflası Modeli ... 136

Küçük Gruplarla Karar Verme ... 137

Standart Uygulama Prosedürleri ... 138

Rasyonel Politika Modeli ... 139

Örgütsel Süreç Modeli ... 139

Bürokratik Politika Modeli ... 140

Şelale Modeli ... 141

Özet ... 145

Kendimizi Sınayalım ... ... 146

Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı ... 147

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı ... ... 147

Yararlanılan Kaynaklar ... 149

Pozitivizm ve Epistemolojik Tartışmalar ... 150

GİRİŞ ... 151

EPİSTEMOLOJİK TARTIŞMALAR ... 151

EMPİRİZM ... 153

RASYONALİZM ... 154

PRAGMATİZM ... 155

POZİTİVİZM ... 156

MANTIKÇI POZİTİVİZM ... 157

NEOPOZİTİVİZM VE ELEŞTİREL RASYONALİZM ... 159

POST MODERNİZM, POST POZİTİVİZM ... 165

Özet ... 168

Kendimizi Sınayalım ... ... 170

Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı ... 171

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı ... ... 171

Yararlanılan Kaynaklar ... 172

7. ÜNİTE

8. ÜNİTE

(8)

Önsöz

İnanılmaz bir hızla değişen ve oldukça dinamik ve interdisipliner bir bilim dalı olan Uluslararası İlişkilerin önemi ve cazibesi her geçen gün artmaktadır. Yer küremizde insan- lığı ilgilendiren hemen bütün konular, aynı zamanda uluslararası ilişkileri de ilgilendir- mektedir. Çünkü küreselleşmenin artmasına paralel olarak, sorunlar da ülke içiyle sınırlı kalmamakta, tüm uluslararası toplumu ve halkları ilgilendirmektedir. Bu durum, ortak çözümler aramayı da zorunlu kılmaktadır. Böyle karmaşıklaşan bir yapıda, giderek artan gündemi ile uluslararası ilişkilerin rastgele bir bilim dalı olmadığını ve olayların, olgu- ların belli bir düzenlilik içinde cereyan ettiğini ifade etmek tek başına yeterli değildir.

Doğa bilimlerinde ve diğer sosyal bilim alanlarında olduğu gibi Uluslararası İlişkilerin de bağımsız bir bilim dalı olarak dikkate alınabilmesi ancak bu alandaki gelişmelerin ve olgular arasındaki etkileşimlerin belli bir düzenlilik içinde ve genelleme yapmaya uygun olduğunu göstermekle mümkündür. Uluslararası İlişkiler ayrı bir disiplin ve bilim dalı olduğunu 1960’lı yıllarda teori alanındaki yoğun çalışmalarla kanıtlamış ve bu konudaki tartışmaları sonlandırmıştır.

Uluslararası ilişkiler alanında teori konusundaki çalışmaların özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme rastladığını ve bu tür çalışmaların Anglo-Sakson dünyada başladı- ğını görüyoruz. Buna rağmen, alanın daha ziyade Amerika merkezli olarak yürütüldüğü- nü söylemek mümkündür. Hatta bu durum Uluslararası İlişkilere Amerikan merkezli bir sosyal bilim denmesine de yol açmıştır. Teorik tartışmalarla ilgili olarak, bu çalışmaların ABD’nin politikalarını meşrulaştırmayı amaçladığı yolunda eleştiriler sıkça dile getiril- miştir. Bütün bu eleştirilerin ne anlama geldiği, kitap okunduğunda daha rahat anlaşıla- caktır. Benzeri tartışmalara kitap içinde de yer verilmektedir. Bu akademik tartışmalar, disiplinin gelişiminin yeni olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Uluslararası ilişkilerin tarihi, devletlerin ortaya çıktığı zamana kadar geri gitmekle beraber; yani bir anlamda insanlık tarihi kadar eski olmakla beraber, bir bilim dalı ve ayrı bir disiplin olarak dikkate alınması çok daha yenidir. Bu durum esas olarak İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde dünyanın giderek küreselleşmesi ve ortaya çıkan Soğuk Savaş ortamında ABD’nin artan çıkarları ve ilgisi çerçevesinde, diplomasi ve dış politika konularına daha profesyonel yak- laşmasıyla beraber söz konusu olmuştur. Ancak günümüzde ABD’ye özgü bir bilim dalı olmaktan çıkarak, Amerikan politikalarının da çok sık tartışılmasına vesile olan, daha zi- yade uluslararası alanda barışın korunması ve güvenliğin sağlanmasına odaklanan, geniş bir gündeme sahip bir bilim dalı haline gelmiştir. Uluslararası İlişkiler Kuramları I kitabı sekiz üniteden oluşmaktadır.

Birinci ünitede, “Realizm ve Neorealizm” (Gerçekçilik ve Yeni Gerçekçilik) ele alın- maktadır. Bu çerçevede realizmin, uluslararası ilişkilerde, politikayı güç ve çıkar mücade- lesi olarak gören bir yaklaşımın adı olduğu ifade edilmektedir. Bu teoriye göre, uluslarara- sı politika, özünde güç ve çıkar mücadelesi olarak tanımlanabilecek bir siyasal süreçtir. Bu aynı zamanda realizmin ya da diğer adıyla siyasal gerçekçiliğin ilk ve temel varsayımıdır.

Bu teori esas olarak I. Dünya Savaşı sonrası süreçte idealizmin temel düşüncesinin ve uluslararası barış ve güvenliği sağlamaya dönük varsayımlarının iflas etmesi üzerine, ide- alizme bir meydan okuma şeklinde gündeme gelmiştir. Bu ünitede realizmin (siyasal ger- çekçiliğin) temel kavramları, siyasal gerçekçiliğin ana varsayımları, siyasal gerçekçiliğin (realizmin) felsefe ve bilim dünyasındaki temsilcileri, klasik realizm ile neorealizm (yeni gerçekçilik) arasındaki temel farklar ve benzerlikler ve realizmin güvenlik meselesine yak- laşımları tartışılmaktadır.

(9)

İkinci ünitede, “Liberalizm ve Yeni Liberalizm” konusu işlenmektedir. Esas olarak birey özgürlüğü üzerinde duran ve bireyin doğuştan gelen haklarının hiçbir gerekçeye feda edilemeyecek kadar önemli olduğunu düşünen bir aydınlanma dönemi felsefesi olan liberalizm, mutlakiyetçi ve otoriter rejimlere karşı olup, demokrasiyi öne çıkarmaktadır.

Liberalizm, özgür bireylerden meydana gelen devletlerin (demokrasilerin) oluşturduğu bir dünyanın daha barışçıl olduğunu varsaymaktadır. Karşılıklı bağımlılık, artan demok- ratikleşme ve kurumsal işbirliği neoliberalizmin barış ve güvenlik sorununa yaklaşımında temel unsurları ve araçları oluşturmaktadır. Bu ünitede, liberalizmin amaçları ve hedefleri incelenmektedir. Birey özgürlüğünün ve temel haklarının liberalizmin temelini oluştur- duğu ifade edilmekte; demokrasinin, birey özgürlüğünün garanti altına alındığı siyasal sistemler olduğu vurgulanmakta; otoriter rejimlerin olmadığı bir dünyanın daha barışçıl bir dünya olacağına ilişkin liberal düşünceler tartışılmaktadır. Ayrıca, karşılıklı bağımlılı- ğın savaşların azalmasındaki önemi üzerinde durulmakta; liberal devletler arasında ulus- lararası işbirliğini gerçekleştirmenin daha kolay olduğu gösterilmekte ve liberal teorilerin kurumsal işbirliğinin ve barışın tesisine ilişkin yaklaşımı açıklanmaktadır. Konu, liberal düşüncenin felsefi temelleri, klasik liberalizm ve temel varsayımları, uluslararası liberal teori, liberalizm ve uluslararası işbirliği ve son olarak liberalizm ve barışın korunması ana başlıkları altında ele alınmaktadır.

Üçüncü ünitede, “Marksizm ve Merkez Çevre Teorileri” incelenmektedir. Daha ziya- de Marksist yazarlar veya Marksist felsefeden esinlenen bilim adamları tarafından günde- me getirilen fikirlerin ve bu bağlamda Merkez Çevre teorilerinin ele alındığı bu ünitede, öncelikle Marksizm ve temel varsayımları üzerinde durulmaktadır. Marksizm ve merkez çevre teorilerinin ortak özelliği, uluslararası ilişkileri ve dış politikayı maddi unsurlar- la ve daha ziyade siyasal ve askeri güç yerine ekonomik verilerle açıklamalarıdır. Özel- likle Marks’ın (Marx) sınıf çatışması ve sömürü yaklaşımı, yeni Marksistler tarafından dünya politikasını ve emperyalizm olgusunu açıklarken temel referans olarak alınmıştır.

Marks’ın kendisi emperyalizme ilişkin bir kuram geliştirmemiş olmakla beraber, ondan sonra gelen başta Lenin olmak üzere yeni Marksistlerin bu konuya yoğunlaştıkları dikkati çekmektedir. Marks ve izleyicilerinin bir başka temel özelliği ise toplumsal ilişkileri ve dünya politikasını tarihselci bir bakış açısıyla ele almalarıdır. Bu bağlamda Marksist teori ve onun temel varsayımlarını kabul eden bağımlılık ve merkezçevre teorileri, uluslararası ilişkileri, üretim araçları ve onların belirlediği üretim ilişkilerine bağlı olarak ortaya çı- kan sınıfsal ilişki temelinde ele almaktadır. Ülke içindeki zengin/yoksul, ezen/ezilen veya daha somut ifadeyle burjuvazi/proleterya ayırımının küresel anlamda karşılığı gelişmiş/

azgelişmiş ayrımıdır. Bu ünitede Marksist felsefenin temel kavramları tartışılmakta; Karl Marks’ın sınıf mücadelesi ve diyalektik tarihselciliğine yer verilmektedir. Ayrıca, Marksist felsefeden yola çıkarak çatışma ve emperyalizm kavramları tanımlanmakta; Marksist ve yeni (neo) Marksistlerin bakış açılarındaki farklılıklar açıklanmakta; bağımlılık ve em- peryalizm arasındaki ilişkiye dikkat çekilerek merkez çevre teorilerinin; emperyalizm, bağımlılık ve çatışma sorunlarına yaklaşımları değerlendirilmektedir. Ünite, ana başlıklar halinde Marksist teori, emperyalizm teorileri, bağımlılık ve merkez çevre teorileri ve mo- dern Marksist yaklaşımlar altında incelenmektedir.

Dördüncü ünitede, “Jeopolitik Teoriler” konusu incelenmektedir. Jeopolitik teori, devletlerin coğrafi özellikleri ve dünya üzerindeki konumlarıyla, izledikleri dış politika arasında doğrudan deterministik bir ilişki kurmaktadır. Diğer faktörler sabit kalmak üze- re, ülkenin coğrafyasının dış politikayı belirlediği savunulmaktadır. Buna göre, ülkenin kara ülkesi olması ya da okyanuslarla çevrili olması veya önemli nehirlere ve deniz ticaret yollarına sahip olması, o ülkenin dış politikasında belirleyici bir etki yapmaktadır. Dola- yısıyla devletler arasındaki rekabette, bu tür coğrafyalara sahip olmanın sağlayacağı avan-

(10)

taj, önemli rol oynamaktadır. Ayrıca devletlerin dünya üzerindeki konumu, devletin dış politika gündemini ve önceliklerini belirlemektedir. Bu çerçevede, jeopolitik ve coğrafya kavramları arasındaki ilişki, jeopolitik teorinin temel varsayımları, jeopolitik teori ile re- alist (gerçekçi) teori arasındaki benzerlikler, jeopolitik teori ve emperyalizm arasındaki ilişki, jeopolitik teorinin kendi içindeki farklılıklar ve bakış açıları üzerinde durulmakta- dır. Ünitenin ana başlıkları, coğrafya ve jeopolitik teori, güç ve jeopolitik teori, jeopolitik determinizm ve dış politika, jeopolitik teori ve emperyalizm, jeopolitik (çevresel) olasılık ve jeopolitik düşünce okuludur.

Beşinci ünitede, “Oyun Teorisi” ele alınmaktadır. Oyun teorisi, farklı amaçları ve çı- karları olan iki veya daha fazla oyuncu (aktör) arasındaki ilişkileri inceler. Hiçbir oyuncu, oyunu tamamen kontrol edebilme imkânına sahip değildir ve sonuçları tarafların izleye- cekleri stratejiler belirler. Her bir oyuncu ya da taraf, diğer tarafın izleyeceği olası politi- kaları dikkate alarak politikasını ve stratejisini belirler. Her oyunda oyuncular için tehdit, hile, blöf ve karşı blöf gibi olası politikalar ve davranışlar bulunabilir. Bununla beraber, ak- törler arasındaki ilişkilerde her zaman çatışma söz konusu olmamakta, işbirliğinin müm- kün olduğu durumlar da gündeme gelebilmektedir. Bu ünitede oyun teorisinin temel var- sayımları ve realizmle ilişkisi, oyun teorisinin devletler arasındaki işbirliğine, ortak çıkar ve çatışma durumlarına nasıl uygulandığı ve oyun teorisinin modelleri tartışılmaktadır.

Ünite, oyun teorisinin temel varsayımları, oyun teorisi modelleri, oyun modellerinin de- ğerlendirilmesi ve oyun teorisinin eleştirisi ana başlıklarından oluşmaktadır.

Altıncı ünitede, “Uluslararası Sistem Teorisi,” anlatılmaktadır. Siyaset biliminde ve Uluslararası İlişkilerde yaygın olarak kullanılan sistem teorisi, aynı zamanda sistem yak- laşımı veya sistem analizi olarak da anılmaktadır. Sistem teorisi veya uluslararası sistem teorisi, devletler arasındaki güç dağılımının ve ilişkilerin belirlediği ve aralarında bağım- lılık ilişkisi olan egemen ulus devletlerin oluşturduğu yapıyı inceler. Teorinin başlıca var- sayımı, uluslararası sistem denilen bu yapının, devletlerin dış politikalarını belirlemesidir.

Bu anlamda, sistem ve yapı ile onun unsurları olan devletlerin dış politikaları arasında tek taraflı, tayin edici ve belirleyici bir ilişkinin olduğu kabul edilmektedir. Dolayısıyla, yapı ile devletlerin dış politikaları arasında deterministik bir ilişki kurulmaktadır. Bu üni- tede, sistem kavramı tanımlanmakta, sistem teorisinin temel varsayımları açıklanmakta, uluslararası siyasal sistemler ortaya konmakta ve uluslararası sistem teorisinin modelleri analiz edilmektedir. Ünite, sistem kavramı, uluslararası siyasal sistemler, uluslararası sis- tem modelleri, sistem teorisinin değerlendirilmesi ve sistem teorisinin eleştirisi ana baş- lıklarından oluşmaktadır.

Yedinci ünitede, “Karar Verme Teorisi” incelenmektedir. Uluslararası ilişkilerde ka- rar verme teorisi, uluslararası politika alanında araştırma yürütürken, bireylerin ekono- mik ve siyasal tercihlerinin nasıl oluştuğunu da inceleyen bir yaklaşımdır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, siyasal süreci analiz eden siyaset bilimciler tarafından bu yaklaşıma duyulan ilgide belirgin bir artış olmuştur. Bu bağlamda yapılan çalışmalarla, Uluslarara- sı İlişkilerde dış politika çözümlemelerinin alanı genişlemiştir. Uluslararası politikanın anlaşılmasında karar verme yaklaşımının kullanılması yeni bir olgu değildir. Modern za- manlar dikkate alındığında karar verme süreci, sistematik bir araştırma konusu olarak ilk defa siyaset biliminin dışında diğer alanlarda söz konusu olmuştur. Ünitede karar verme teorisi ve temel varsayımları, karar verme sürecinde rasyonelliğin önemi, karar vermede kişisel özelliklerin etkisi, karar verme sürecinde algılamanın rolü ve karar verme teorisinin modelleri ele alınmaktadır. Bu ünite, karar verme teorisinin temel varsayımları, karar ver- me sürecinde rasyonellik, karar vermede kişisel özelliklerin etkisi, karar verme sürecinde algılamanın rolü ve karar verme teorisinin modelleri ana başlıklarından oluşmaktadır.

(11)

Sekizinci ünitede, “Pozitivizm ve Epistemolojik Tartışmalar” konusu ele alınmıştır.

Bilim tarihine bakıldığında, temel epistemolojik ve metodolojik pozisyonların esas olarak empirizm ve rasyonalizm olarak iki ana gruba ya da ekole ayrıldığı görülmektedir. Bunlara epistemoloji olarak pragmatizm de dahil edilmektedir. Bunlardan empirizmin, sosyal bi- lim alanına yansıması pozitivizm şeklinde olmuştur. Pozitivizm, sosyal bilimlerin de doğa bilimleri gibi empirist yöntemlerle araştırılabileceği ve bilginin deney ve gözleme dayan- dığı ölçüde bilimsel olabileceği iddiasına dayanmaktadır. Bu anlamda değerden arınmış olma, olgusallık ve nesnellik, pozitivizmin temel özellikleridir. Buna karşılık, rasyonalizm, bilimsel bilginin deney ve gözlemden ziyade akla dayanması gerektiğini savunmaktadır.

Değerden arınmış olma ve olgusallık gibi temel iddialara karşı çıkan rasyonalistler, bilim- sel araştırmaya rehberlik eden bir ön bilgiye sahip olunduğunu iddia ettiğinden tümden- gelimcidir. Bu ünitede, empirizm ve rasyonalizm kavramları, pragmatizmin bilimsel bilgi, teori ve deney gibi temel konulara yaklaşımı, pozitivizmin temel varsayımları ve neopo- zitivizm yaklaşımı ele alınmaktadır. Ünite, epistemolojik tartışmalar, empirizm, rasyona- lizm, pragmatizm, pozitivizm, mantıkçı pozitizm, neopozitivizm ve post modernizm/post pozitivizm tartışmalarından oluşmaktadır.

Editörler Prof.Dr. Tayyar ARI Doç.Dr. Elif TOPRAK

(12)

1 Amaçlarımız

Bu üniteyi tamamladıktan sonra;

Realizmin (siyasal gerçekçiliğin) temel kavramlarını tanımlayabilecek;

Siyasal gerçekçiliğin ana varsayımlarını açıklayabilecek;

Siyasal gerçekçiliğin (realizmin) felsefe ve bilim dünyasındaki temsilcilerini sa- yabilecek;

Klasik realizm ile neorealizm (yeni gerçekçilik) arasındaki temel farklılıkları ayırt edebilecek;

Realizmin güvenlik meselesine yaklaşımını açıklayabileceksiniz.

Anahtar Kavramlar

• Güç

• Çıkar

• Ulusal Kapasite

• Ulusal Çıkar

• Güç Dengesi

• Anarşi

• Uluslararası Sistem

• Doğa Durumu

• Alçak Politika

• Yüksek Politika

İçindekiler

 

Uluslararası İlişkiler

Kuramları I Realizm ve Neorealizm (Gerçekçilik ve Yeni Gerçekçilik)

• GİRİŞ

• REALİZMİN VARSAYIMLARI VE TEMEL ÖZELLİKLERİ

• REALİZMİN FELSEFİ KÖKENLERİ

• KLASİK REALİZM

• NEOREALİZM VE KENNETH WALTZ

Prof.Dr. Tayyar ARI

(13)

GİRİŞ

Realizm, esas olarak I. Dünya Savaşı sonrası süreçte idealizmin temel düşünce- sinin ve uluslararası barış ve güvenliği sağlamaya dönük varsayımlarının iflas etmesi üzerine ona bir meydan okuma olarak gelişmiştir. İlk ortaya çıkması da aslında idealizmin eleştirisiyle başlamış ve özellikle II. Dünya Savaşı sonrası sü- reçte güvenlik meselesinin, uluslararası sistemin ana gündemini oluşturmasıyla oldukça çekici hale gelmiştir. Dolayısıyla Soğuk Savaş boyunca devam eden ça- tışma eksenli dünyadaki siyasal süreci ve dış politika yaklaşımlarını açıklamada başvurulan temel teorik çerçeve realizm olmuştur.

REALİZMİN VARSAYIMLARI VE TEMEL ÖZELLİKLERİ

Realizm, uluslararası ilişkilerde, politikayı güç ve çıkar mücadelesi olarak gören yaklaşımın adıdır. Bu teoriye göre, uluslararası politika, özünde güç ve çıkar mü- cadelesi olarak tanımlanabilecek bir siyasal süreçtir. Bu aynı zamanda realizmin ya da diğer adıyla siyasal gerçekçiliğin ilk ve temel varsayımıdır.

Uluslararası Politika alanında özellikle 1940’dan 1970’lere kadarki çalışmaların ağırlık noktasını oluşturan klasik realist yaklaşımda güç kavramı ve ulusal güç, mer- kezi bir öneme sahip olmuştur. Siyasal gerçekçilik adı verilen realist paradigmada gerek uluslararası çatışmaların sonucunun belirlenmesinde gerekse diğer devletlerin davranışlarını etkileme konusunda devletlerin sahip oldukları kapasiteler büyük bir önem taşımaktadır. Realist yaklaşımı benimseyen yazarlar her ne kadar devletin ka- pasitesi ile askeri gücünü özdeşleştirseler de genelde ulusal gücün öğelerinin askeri olmayan unsurları da kapsadığını kabul etmektedirler. Konular arasında hiyerarşi gözeterek, askeri konulara ve güvenlik konularına öncelik veren realist teoriler için güç uluslararası ilişkileri anlamada en temel kavramdır. Uluslararası istikrarın sağ- lanması ve anlaşmazlıkların çözülmesi de gücün kullanımıyla ilişkilendirilmektedir.

Realizmin ikinci varsayımı, uluslararası ilişkilerin temel aktörünün egemen ulus devletler olarak görülmesidir. Yani uluslararası politika ya da uluslararası iliş- kiler, esas olarak, devletler arasında gerçekleşen bir etkileşim ve mücadele süre- cidir. Devletlerin dışında başka aktörlerin olup olmadığı üzerinde durulmaz. Bu anlamda devletlerin dışındaki uluslararası örgütler, ulusal ve uluslararası sivil top- lum kuruluşları, ulusal ve uluslararası medya kuruluşlarının rolü dikkate alınmaz.

Dolayısıyla realizme göre devletler, uluslararası politikanın temel aktörleridir.

Çok uluslu şirketler, uluslararası çevre ya da insan hakları örgütleri gibi uluslara- şırı örgütler aktör olarak kabul edilmedikleri gibi; NATO, Birleşmiş Milletler gibi

Realizm ve Neorealizm (Gerçekçilik ve Yeni Gerçekçilik)

Güç: Uluslararası sistemde aktörlerin siyasi, askeri, ekonomik kapasitelerine dayalı olarak, birbirlerinin davranışlarına etki edebilme potansiyellerdir.

(14)

uluslararası örgütler de üyesi olan devletlerden ayrı varlıkları ve egemenlikleri ol- madığı gerekçesiyle aktör olarak kabul edilmezler. Tek uluslararası politika aktörü olarak, otonom, egemen ve bağımsız hareket edebilme yeteneğine sahip siyasal varlıklar olarak gördükleri devleti kabul ederler.

Avrupa’da egemen ulus devletlerin doğuşu, Otuz Yıl Savaşlarını sona erdiren 1648 Westfalya Anlaşmasıyla başlamıştır.

Realizmin üçüncü temel varsayımı ise devletlerin dış politikada rasyonel ka- rar veren birimler olarak kabul edilmesidir. Buna göre, her devlet gücü oranında çıkarlarını maksimum kılmayı amaçlayan bir politika takip eder. Devleti rasyonel aktörler olarak kabul eden realistlere göre, belli amaçlar doğrultusunda hareket eden devlet, mevcut kapasitesini dikkate alarak, bunlara uygun araçlarla amacına ulaşmaya çalışır.

Realistlere göre, uluslararası ilişkilerin ana gündemini ulusal güvenlik konula- rı oluşturmaktadır. Realistler için devletin varlığını sürdürmeye ilişkin olan ulusal güvenlik konusu yüksek politika (high politics) olarak; ticari, mali, parasal, sağlık- la vb. ilgili konularsa alçak politika (low politics) olarak nitelenmektedir. Realistle- re göre, yukarıda da belirtildiği gibi devletlerin amaçlarına ulaşmak ve çıkarlarını gerçekleştirmek için kullanacakları temel unsur güçtür. Bu nedenle genelde rea- listler için güç mücadelesi uluslararası ilişkilerin temelini oluşturmaktadır.

Yöntem açısından bakıldığında realist teoriyi benimseyenlerin genelleme ve yararlılık özelliğine önem verdikleri görülmektedir. Realistlere göre bir teoriyi oluşturan varsayımların doğruluğu ya da yanlışlığı tartışılmamalıdır. Tartışılması gereken bu varsayımların gerçek dünya karşısında sınanmaya uygun olup olma- dığıdır. Buna karşılık davranışsalcılar özellikle klasik realizmi bilimsellik açısın- dan yeterli bulmamaktadır. Davranışsalcılığın eleştirisi karşısında varsayımlarını gözden geçirmek durumunda kalan klasik realizme, bilimsel bir nitelik kazan- dırma çabasının da etkisiyle 1970’li yılların sonunda Kenneth Waltz’ın 1979’daki çalışmasıyla neorealizm ortaya çıkmıştır. Yapısal realist olarak da bilinen Waltz, realizmin temel varsayımını insan doğasına dayandırmaması ve analiz düzeyi ola- rak sistem ve yapıyı esas alması bakımından daha bilimsel (davranışsalcı) bir teori geliştirmeye çalışmıştır (Buzan, 1996: 49; Forde, 1995: 144-46).

Realizmin (özellikle neorealizmin) önemli bir varsayımıysa devletlerin, tek tek güvenliğini sağlayacak bir merkezi otoritenin olmadığı uluslararası yapının, anarşik olduğudur. Realistler, bu yapı içinde, her bir devletin kendi güvenliğini kendisi sağ- lamak zorunda olduğunu varsayarak (kendine güvenme-self-help), diğer devletlerin de aynı şekilde davranacağını ve dolayısıyla her bir devletin kendi çıkarı doğrul- tusunda hareket edeceğini ileri sürmektedir. Realistlere göre, uluslararası yapıdaki istikrarsızlıklar devletlerin güvenliği için tehdit oluşturmakta olup, devletler olası tehditlere karşı destek sağlamak için ittifak antlaşmaları imzalayabilirler. Ancak devletler güvenlikleri için bunlara çok fazla güvenmezler ve kendi güvenliklerini kendileri sağlayabilecek bir güce erişmeye çalışırlar (Lopez ve Stohl, 1989: 9-10; Gri- eco, 1995: 153; Kegley, 1995: 4-5; Stone, 1994: 449-451). Realistler (klasik ve neo re- alistler) maksimum güce ulaşmak arzusuyla hareket eden tüm devletlerin birbirle- rinin bu tür amaçlarına engel olmaya çalıştıklarını; bunun sonucunda ortaya çıkan güç dengesininse istikrarı sağlayan önemli bir unsur olduğunu iddia etmektedirler.

Klasik realizme göre, uluslararası sistemde merkezi bir otoritenin bulunmaması (anarşik yapı) istikrar için hangi önlemleri gerektirmektedir?

Siyasi ve askeri konuları en önemli konular olarak gören realistlere göre devletler, ulusal çıkarı maksimum kılmak için çaba gösterirler.

1

(15)

Birkaç önemli noktaya tekrar dikkat çekmek gerekirse realizme göre, eğer dev- let hayati çıkarlarını gözetmede başarısız olursa içinde bulunduğu uluslararası ortam tarafından acımasızca cezalandırılır. Çünkü; realistlere göre, rasyonel bir aktör olan devlet dış politikada maliyet unsurunu dikkate almak durumundadır.

Özellikle neorealistlere göre; uluslararası anarşi devletlerin davranışlarını belir- leyen önemli bir öge olduğundan, ortak çıkarlar söz konusu olsa bile net kazanç yoksa anarşi durumu devletlerin işbirliği yapmasını engellemektedir. Bununla beraber, tüm realistler için uluslararası kurumlaşmanın işbirliğinin gelişmesine etkisi oldukça marjinal düzeydedir (Grieco, 1995: 153).

Oysa liberallere göre, devletler mahkûmun ikilemi türü bir ilişkide dahi işbir- liği yapabilirler. Bu durumda tarafların, karşılıklı istenmeyen bir durumdan ka- çınmaları için işbirliği yapmaları gerekmekte, ancak aralarında iletişim olmadığı için, diğer tarafa güvenmeleri hatta diğerinin işbirliğinden kaçınabileceği riskini göze almaları gerekecektir. Böyle bir durumda, işbirliğinin getirisi artırılarak ya da işbirliğinden kaçınma cezalandırılarak, taraflara, işbirliğinin kendileri için ras- yonel bir seçim olduğu anlatılabilir. Realistler, bu tür çözümlerin işe yaramayaca- ğını, bunların hem maliyetli hem de etkisi zayıf olan faktörler olduğunu düşün- mektedirler. Uluslararası anarşik yapıda istikrarı sağlayan ve devletleri işbirliğine, kurumsallaşmaya yönelten en önemli faktör, birbirlerini dengelemeye dönük dav- ranışlardır (Stone, 1994: 452-53).

Tüm realistler, iç politika ile uluslararası politikayı birbirinden ayırarak ele al- maktadırlar. Fakat klasik realistler, uluslararası politikayı da güç mücadelesi ve bundan kaynaklanan güç dengesiyle açıklarken neorealistler, bu noktada anarşi kavramına başvurarak, anarşinin devletlerin davranışlarını belirlediğini varsay- maktadır. Başka bir deyişle anarşi, güvensizliği ve belirsizliği doğurmakta, bu ise taraflar arasındaki ilişkiyi, mahkûmun ikilemi türü bir ilişkiye dönüştürdüğü için, olası işbirliği girişimlerine engel olmaktadır.

Sonuç olarak dört noktada özetlenebilecek realizmin temel varsayımlarına iliş- kin yazarların yaklaşımları arasında az çok farklılıklar bulunmaktadır. Vasquez, realizmin varsayımlarını üç başlık altında toplamaktadır. 1) Devlet, uluslararası politikanın temel aktörüdür. 2) İç politika ve uluslararası politika ayrıdır. 3) Ulus- lararası ilişkiler güç mücadelesidir (Vasquez, 1998: 37). Bu çerçevede realizm mü- cadeleyi doğuran sebepler ve onların ortadan kaldırılma yolları üzerinde durmak- tadır. Keohane da realizmin varsayımlarını araştırma programının çetin özü (hard core) olarak nitelediği üç noktada özetlemektedir. Bunlar: 1) devlet merkezcilik varsayımı, 2) rasyonellik varsayımı, 3) güç varsayımıdır (Shimko, 1992: 286-87).

Son olarak realist teorinin özünü oluşturan güç kavramına yüklenen anlamlar oldukça farklıdır. Güç kavramını en sık kullanan ve uluslararası politika analizi- nin merkezine yerleştiren Morgenthau, politikayı güç mücadelesi olarak tanım- lamaktadır. Morgenthau’ya göre güç, politikanın temel amacını ve herhangi bir siyasal davranışın temel güdüsünü oluşturmaktadır. Bir başka yerde de güç kav- ramının bir ilişki biçimi ya da amacı gerçekleştirmek için bir araç olduğunu ifade edebilmektedir. Kenneth Waltz ise (1992: 36) gücü, bir amaç olmaktan ziyade bir araç olarak, devletin varlığını sürdürmesinin ve güvenliğinin sağlamasının aracı olarak görmektedir. Waltz’a göre devletin nihai amacı güç değil güvenliktir ve bu noktada Morgenthau’dan farklı düşünmektedir. Waltz’a göre güç, devletin daha fazla güvenliğe sahip olmasının bir aracıdır.

Bunun dışında gücün ne olduğu konusuna realistler açıklık getirmişlerdir.

Morgenthau’ya göre güç, bir ulusu diğer uluslar karşısında güçlü kılan faktörler ve

(16)

doğrudan ulusal güç olarak kabul edilen nicel ve nitel unsurlardan oluşmaktadır.

Bunlar arasında coğrafya, doğal kaynaklar, endüstriyel kapasite, askeri hazırlık derecesi ve nüfus nicel unsurları; ulusal moral, ulusal karakter, diplomasinin ni- teliği ve hükümetin niteliği ise niteliksel unsurları oluşturmaktadır (Morgenthau, 1970: 130-94).

Yukarıda da ifade edildiği gibi, geleneksel ya da klasik realistler gücü bir devle- tin sahip olduğu fiziksel unsurlar olarak ifade etmekte, buradan yola çıkarak daha çok ulusal güç ve bunu meydana getiren öğeler üzerinde durmaktadır. Dolayısıyla genelde realistlerin gücün tanımı konusunda belli bir noktada birleşemedikleri gözlense de Morgenthau ve Niebuhr gibi klasik realistler, gücü, bir devletin sahip olduğu başta askeri ve ekonomik güç olmak üzere, bu kapasitelerin toplamı olarak görürler. Ancak realistlerin gücü, sadece fiziksel kapasite toplamı olarak görme- dikleri, gücün maddi olmayan unsurları da içerdiğine dikkat çektikleri görülmek- tedir. Ekonomik ve askeri gücün diğer unsurlardan ayrılamayacağını kabul eden Waltz gibi neorealistler, gücün sürekli değişen ve dinamik bir yapıya sahip oldu- ğuna da dikkat çekmektedir. Dolayısıyla devletleri bir güç skalasına (ölçeğine) yerleştirmek kolay bir iş değildir (Senarclens, 1991: 9-10).

Klasik realizm insan doğasından hareket ederek devletin güç peşinde koşma- sından kaynaklanan güç mücadelesi üzerinde yoğunlaşırken, neorealizm, ulus- lararası yapıdaki anarşi olgusu üzerinde durmaktadır. Bu arada realist düşünce uluslararası politikayı devletlerarası bir etkileşim süreci olarak tanır ve devletlerin bu doğrultuda kendi askeri, siyasal ve ekonomik kaynaklarını kullandıklarını be- lirtir. Bir ortak otorite ya da merkezi hükümetin olmadığı uluslararası sistemin yapısı bu haliyle anarşiktir. Bu nedenle bir taraftan uluslararası yapıda sürekli bir düzenin bulunmaması, diğer taraftan devletlerin farklı çıkarlara sahip olmaları savaşlara yol açmaktadır. Uluslararası sistemin anarşik yapısının yol açtığı korku ve güvensizlik, uluslararası ilişkilerin temelini oluşturmaktadır. Güç unsuru hem klasik realizmde hem de neorealizmde ana unsur olmaya devam etmektedir.

Neorealistlerin, klasik realistlerin alçak politika olarak nitelendirdikleri iktisadi konuları gündeme taşımalarının nedenlerini düşününüz.

REALİZMİN FELSEFİ KÖKENLERİ

XX. yüzyıl realizminin ortaya çıkışındaki felsefi geri plan dikkate alındığında bunun eski Yunana kadar götürülebileceği görülmektedir. M.Ö 5. yüzyılda (MÖ 471-400), yaklaşık Platonla aynı dönemde yaşayan Thucydides, Helen dünyasına hakimiyet konusunda aralarında rekabet bulunan Atina ve Sparta kent devletle- ri arasında 424’te patlak veren Peloponezya Savaşları sırasında bir Atina gene- rali olarak Trakya’da görevliydi. Fakat şehrin Sparta tarafından alınmasına engel olamadığı için yirmi yıl sürgüne mahkûm edilmişti. Thucydides bundan sonraki zamanını savaşı izleyerek, gözlemlerde bulunarak, ve taraflarla görüşerek geçir- miştir. Savaşın bütün nedenlerini, tarafların motivasyonlarını, liderlerin politi- kalarını inceleyerek geçmişten geleceğe aktarılabilecek dersler çıkarmayı amaçla- mıştı (Viotti ve Kauppi, 1993: 37-38).

Thucydides’e göre savaşın nedeni Atina’nın güçlenmesinin Sparta’da yarattığı kuşku ve güvenlik kaygısıydı. Dolayısıyla güç dengesindeki bozulma kuşkuyla bir- leşince, savaş için yeterli sebep de oluşmuştu. Sparta, Helen dünyasındaki egemen konumunu kaybetmek endişesine kapılmış ve gücünü artırmaya, bunun için itti- faklar oluşturmaya dönük karşı önlemlere başvurmuş, Atina da buna aynı şekilde

Klasik realistler gücü uluslararası politika ve dış politikanın başlıbaşına bir amacı olarak görmekteyken neorealistler gücü devletin temel amacı olan hayatta kalma ve varlığını sürdürme amacını gerçekleştirmeye yönelik bir araç olarak değerlendirmektedir.

2

(17)

karşılık vermişti. Thucydides’in çalışmasında silahlanma yarışı, ittifak, caydırma, güç dengesi ve strateji gibi alışık olduğumuz pek çok kavrama rastlamak müm- kündü (Viotti ve Kauppi, 1993: 38; Forde, 1992: 374).

Aslında Thucydides, savaşa başvurmayı ve emperyalizmi meşrulaştırmaktay- dı. Sparta’nın Atina’ya saldırmasını Atina’nın güçlenmesine bağlayarak, ortaya çı- kan korku ve kuşkunun saldırıyı kaçınılmaz bir davranış haline getirdiğini ifade etmekteydi. Hukuksal anlamda Sparta ve müttefikleri anlaşmaları ihlal eden taraf olmakla beraber, realizmin ilk temsilcisine göre asıl sorumlu, Atina’nın güçlen- mesi ve onun yol açtığı korkuydu. Böylece moral ve hukuksal ilkeler dışlanarak zorunluluk ve gereklilik gibi kavramlarla devletlerin politikaları aklanmaya ve meşrulaştırılmaya çalışılmaktaydı. Çünkü; Thucydides’e göre Sparta, anlaşmaları ihlal etmeye zorlanmıştı. Adalet ve insanlık gibi kavramlar, devletin çıkarı, zorun- luluklar karşısında gereksiz ve lükstü (Forde, 1992: 374, 382-83).

Yaklaşımlarıyla realizmin düşünsel temelinde önemli bir yeri olan, bir İtal- yan siyaset felsefecisi olan Niccolo Machiavelli (1469-1527) ise ayrı ayrı kent devletlerine bölünmüş olan XVI. yüzyıl İtalya’sında yaşamış olup, Floransa Cumhuriyeti’nin 1512’de yıkılmasına kadar bürokrat ve diplomat olarak görev yapmıştı. Gücün nasıl kazanılacağı, nasıl korunacağı ve nasıl sürdürüleceğine ilişkin el kitabı niteliğinde olan Prens adlı çalışmasını Floransa yöneticisi olan Lorenzo di Meccini’ye atfen yazmıştı.

Rönesans İtalya’sındaki yoz uygulamaları kaleme alan yapıtta, o günkü düşük ahlaksal uygulamalara felsefi aklama getirmekte, kitleler üzerinde güç kazanma- yı ve sürdürmeyi amaçlayan devlet adamlarına, uygulamalarında yol gösterecek bir kılavuz sunmaktaydı. Bu nedenle “amaç aracı aklar” diyen bir felsefi anlayışı temsil eden “Machiavellizm” bazılarına göre yüz kızartıcı bir terimdir. “Eğer bir insan en yüksek politik erki (gücü) kazanmayı başaracaksa o zaman, bunu nasıl kazandığının pek önemi olmayacaktır. Çünkü; aldatılmalarına izin veren kitleler, o zaman, egemenlerine boyun eğip saygı göstereceklerdir. Biricik (tek) günah po- litik erki ele geçirmeyi başaramamaktan oluşur. Çünkü; başaramayan kişi yok edi- lebilir” (Sahakian, 1995: 116). Machiavelli, tıpkı modern felsefeci Nietzche gibi, güce başlı başına bir amaç olarak hayranlık duydu ve onu ahlaksal ölçülere ya da etik unsurlara bakılmaksızın kazanılacak bir şey olarak gördü.

Machiavelli’nin çalışmasında güç, güç dengesi, ittifak ve karşı ittifak oluşumu ve kent devletleri arasındaki çatışmaların nedenleri üzerine ilginç dersler bu- lunmaktadır. Machiavelli, prensin iktidarını sürdürebilmesi için, içten ve dıştan gelecek tehditlere karşı koyabilecek güce sahip olması gerektiğini ortaya koy- maktadır. Devlet güvenliğinin esas alındığı Machiavelli’de, prensin bu konuda öncelikli bir sorumluluk sahibi olduğuna dikkat çekilmektedir. İki tür ahlak an- layışı üzerinde duran Machiavelli’ye göre, biri bireysel ahlak (bu kişinin kendini korumasına yöneliktir ve dinsel bir tarafı bulunmaktadır) diğeriyse prensin dev- letin çıkarlarını ve ulusal güvenliği korumasına ilişkin ahlaki sorumluluğudur.

Bunlar arasında bir çatışma olduğunda prensin ikinciyi tercih etmesi sorumluluk ahlakının bir gereği olarak düşünülmektedir. Bu nedenle iyi yönetici, sorumlu- luk ahlakı doğrultusunda hareket eden, devletin bekasını sağlayan yöneticidir.

Klasik anlamda iyi ve ahlaklı biri olsa bile, bu noktada becerikli değilse kötüdür (Viotti ve Kauppi, 1993: 39).

Machiavelli’ye göre bir prens iyi yürekli, sadık, insancıl, namuslu ve dindar gö- rünebilir; hatta gerçekten öyle de olabilir; fakat gerektiğinde tam tersini yapabil- meye hazır olmalıdır. Ancak, bir prensin, eğer bir de yeni prens olmuşsa bunları

Niccolo Machiavelli (1469-1527)

(18)

yerine getirmesi, bunların tersini yapmasından daha zordur. Bir prensin esas gö- revi, devlet erkini elinde tutmak olduğuna göre bu meziyetleri (insanları övgüye değer kılan tüm bu şeyleri) yerine getiremez. Çünkü; devleti elinde tutmak için sık sık verdiği söze karşı, iyilikseverliğe karşı, insanlığa karşı, dine karşı davran- mak zorunda kalır (Machiavelli, 1994: 110).

“Demek ki prens, merhametli, dindar, namuslu, insancıl görünmelidir; fakat mutla- ka böyle olması gerekmez. Prenslerin eylemlerini yargılamak söz konusu olduğunda araçlara değil amaca bakılır. O halde, bir prens, amaç olarak devletin ele geçirilmesi ve elde tutulmasını seçerse o zaman, araçları hep övgüye değer bulunacak ve herkesçe övülecektir. Prensin dilinde barış ve sadakat gibi sözcükler eksik olmamalıdır; bu söz- cüklerin düşmanı bile olsa; çünkü halk gördüğüne inanır; gerçeği ise pek az kişi fark eder” (Machiavelli, 1994: 111).

Machiavelli’ye göre, devletin varlığını sürdürme ve hayatta kalma amacı di- ğer tüm amaçlarının önünde gelir. Moral, ideolojik ve diğer tüm amaçlar bu amaca göre ikinci derecededir. Machiavelli de XX. yüzyıl realizmi gibi ulusal çı- karı öncelikli görmektedir. Machiavelli aynı zamanda Thucydides gibi devletin ve devlet adamının uluslararası politikanın gereklerine göre hareket edeceğini varsaymaktadır.

Realizmin felsefi kökenine ve düşünce dünyasındaki geri planına bakarken Thomas Hobbes’in katkısı göz ardı edilemez. Liberal felsefenin ortaya çıkmasın- da ve temellerinin atılmasında John Locke ne ise realizmin temel felsefesinin orta- ya konmasında da Thomas Hobbes çok önemlidir. Her ikisi de Toplumsal Sözleş- me kuramlarıyla, realizmin ve liberalizmin ana çerçevelerini ortaya koymuşlar ve söz konusu teorilerin üzerinde yükselebileceği sağlam bir temel oluşturmuşlardır.

Bir İngiliz siyaset felsefecisi ve soylu bir ailenin mensubu olan Thomas Hobbes (1588-1679), Oxford’u bitirdikten sonra yazmaya başlamıştır. 1641’de hükümetin kendi aleyhine çalıştığı suçlaması yüzünden ülkeyi terk ederek bir süre Fransa’da yaşamış, ancak 1651’de, cumhuriyetçi rejime sadakat sözü vererek İngiltere’ye geri dönmüştür. Machiavelli’nin Prens’i gibi, Hobbes da Leviathan’ı, II. Charles’ı memnun edeceği umuduyla yazmıştı. Çalışma 1651’de Londra’da basıldı. Kilise- nin devlete bağlı olmasını savunmuş olsa da “yurttaşları için, barış ve güvenlik sağlayamayan tüm hükümetlerin değiştirilmesini” savunduğu için söz konusu ça- lışma Hobbes’un beklentisinin tersine Charles’ı rahatsız etmiştir (Sahakian, 1997:

120; Viotti ve Kauppi, 1993: 40).

Hobbes’un ünlü eseri Leviathan, siyaset alanında ilk genel teori olarak kabul edilmektedir. Machiavelli gibi Hobbes’un da insanın doğasına yaklaşımı olum- suzdur. Aslında Hobbes’un devlet öğretisine ilişkin görüşlerini ortaya koyarken Thucydides’ten de etkilendiği görülmektedir. İnsan yapısı olabildiğince çıkarcıdır.

Bundan dolayı ister istemez insanlar birbirinin düşmanı olur ve “herkesin herkese karşı savaş durumu (Latince: bellum omnium contra omnes) başlar. Bu durumda

“insan insanın kurdu”dur (Latince: homo homini lupus). Ancak genel bir güven- sizlik oluşturan bu durum, insanın ana güdüsü olan kendi varlığını korumayı is- temesine aykırıdır, bu bakımdan çok tehlikelidir. Bu varlığını koruma güdüsü, insanları bir sözleşmeyle ellerinde bulunan güce başvurma yetkisinden bir devlet adına vazgeçmeleri ve onu bir egemene devretmelerine yol açmıştır. Böylece bir sözleşmeyle devlet kurulmuş ve doğa durumundan yurttaşlık durumuna geçil- miştir (Gökberk, 1974: 293).

Hobbes, “Yurttaş Üzerine”

ve “Leviathan” adlı

çalışmalarında ortaya koyduğu gibi insana naturalist bir antropoloji ile yaklaşır. İnsanın kendi varlığını ayakta tutma ve sürdürme güdüsünün tüm eylemlerini belirlediğini savunur.

Thomas Hobbes (1588-1679)

(19)

Esas olarak iç politika üzerinde durmuş olmakla beraber, Hobbes’un çıkar- dığı ilkeler uluslararası ilişkilere de uygulanabilecek niteliktedir. Yukarıda ifade edildiği gibi, Hobbes’a göre insanlar bir toplum haline gelmeden önce doğa duru- munda yaşamaktaydı. Doğa durumu (state of nature) herkesin herkesle savaştığı;

kuşku, korku ve şiddetin söz konusu olduğu oldukça güvensiz bir ortamdır. Bu durumdan kurtulmak için insanlar, her türlü yetkilerinden vazgeçerek, bunları Leviathan’a (devlet otoritesine ya da egemen otorite) devrederek “commonwealth”

(devlet) oluşturdular. Gerçekten böyle toplum ve devlet öncesi bir dönemin olup olmadığı kuşkuludur. Ancak, oluşturulan bu kurgu hipotetik olmakla beraber ger- çekten bir doğa durumu olsaydı insanların başka türlü hareket etmeyecekleri var- sayımına dayanmaktadır. Hükümet otoritesinin olmadığı bir ortamda düzenden söz edilemeyeceği gibi, düzenin olmadığı anarşik bir ortamda bilimsel ilerleme, uygarlığın gelişmesi ve bunların sonuçlarından insanlığın yararlanması gibi şeyler de mümkün olmayacaktı (Knutsen, 1992: 88-89; Viotti ve Kauppi, 1993: 40-41).

İnsanlar sürekli korku içinde yaşadıkları bu doğa durumundan kurtulmak için aralarındaki bir sözleşmeyle tüm yetkilerinden (egemenliklerinden) vazgeçerek commonwealthi oluştururlar. Commonwealth, tüm yetkileri kullanan egemenin (leviathan) bu konuda kimseye hesap vermek durumunda olmadığı ve sınırsız, mutlak egemenliğe sahip olduğu bir duruma işaret etmektedir. Bir toplumsal söz- leşme bir tür yurttaşlar yasası olarak, karşılıklı anlaşma yoluyla tüm kişilerin öz- gürlüklerini sınırlar.

Realizmin temel varsayımı olan ve Hobbes tarafından da benimsenen insanın doğal kötülüğü ve günahkârlığı onun bu doğal kötülüğünün sınırlanmasını gerek- tirdiğinden bir üstün otoritenin varlığı gerekir. Dolayısıyla devletin olmaması ya da herhangi bir şekilde yıkılması halinde toplum yeniden savaş durumu olan doğa durumuna geri döner ve tekrar bir üstün otorite çıkarır.

Hobbes’tan yola çıkılarak bir üstün otoritenin olmadığı ve doğa durumunun devam ettiği uluslararası sistemde de, her devletin birbiriyle savaş halinde ol- duğu ve dolayısıyla sistemin anarşik bir özelliğe sahip olduğu varsayılmaktadır.

Mahkûmun ikilemi modelindeki mahkûmlar gibi, her devlet dış dünyadan izo- le olmuş gibidir. Niyetleri hakkında bilgi sahibi olmadığı diğer devletlere karşı kuşkuyla yaklaşmakta ve kararlarını kendi mantığına dayandırmaktadır. Üstün otoritenin olmadığı yerde üstün kötülüğün hüküm süreceğini varsayan Hobbes’a göre, insanlar böyle bir ortamda sadece güçlerine güvenebilirler.

Realizmde doğa durumu, hangi yönleriyle uluslararası sisteme benzetilmektedir?

KLASİK REALİZM

Yukarıda ortaya konmaya çalışılan temel varsayımlar ve felsefi geri plan aslında hem realizm (klasik realizm) için hem de neorealizm (yeni gerçekçilik) için ge- çerli olan ana varsayımlar ve düşüncelerdir. Ancak bunların dışında sadece klasik realizme ya da neo realizme özgü varsayımlar da bulunmaktadır.

Güç ve çıkarı politikanın odağına yerleştiren ve ona merkezi bir önem atfeden realizmde gücün başlı başına bir amaç gibi göründüğünü söylemekte yarar vardır.

Zira devletler güç ve çıkar peşinde koşan siyasi yapılar olarak görülürken ulusla- rarası politikada da güç ve çıkar mücadelesi olarak tanımlanmaktadır. Oysa güç, neorealizm (yeni gerçekçilik) için amaç olmaktan ziyade güvenliğe ulaşmak için bir araç olarak görülecektir.

3

(20)

Klasik realizmde devletlerin doğasıyla insan doğası arasında doğrudan ilişki kurulmaktadır. Buna göre, devletlerin doğası, insanların doğasından ayrı tutula- maz ve dolayısıyla devletlerin bencil ve çıkarcı olmaları, onları oluşturan insanla- rın doğasından kaynaklanmaktadır. Devletin doğasını ve dolayısıyla politikanın doğasını anlamak için insan doğasına bakmak gerekir.

Dolayısıyla realizme göre, insan unsurunun uluslararası politikaya yönelik önemli sonuçları bulunmaktadır. Diğer bir deyişle insan unsuru, liberal ya da ide- alist yaklaşım ve teorilerden farklı bir boyutta ele alınmaktadır. Realistler insanın kötü, günahkâr, çıkarcı, saldırgan ve ilişkilerinde gücü ön plana çıkaran olumsuz bir doğaya sahip olduğunu düşünmektedirler. Özellikle klasik realizm, ulusla- rarası politikayı insan doğasıyla açıklamaktadır. İnsana yönelik değerlendirme- si oldukça negatif olan realizme göre, insan doğuştan kötü, açgözlü ve hırslıdır.

Uluslararası politikayı insan doğasına bakışlarıyla uyumlu şekilde açıklayan sa- vaş sonrası realistler Morgenthau ve Niebuhr, tıpkı bireyler gibi devletlerin de dış politikada güç ve çıkar peşinde olduklarını belirtmişlerdir. Sürekli kapasitelerini artırma güdüsüyle hareket eden devletler, imkânları ölçüsünde diğerlerini ege- menlikleri altına almaya çalışırlar. Dolayısıyla böyle bir yapıda savaş ve çatışma olağan hale gelmektedir.

Realizme göre devlet adamını yönlendiren faktörler korku, kuşku, güvensizlik, güvenlik ikilemi, üne kavuşma, saygınlık ve çıkar gibi unsurlardır. Özellikle bunlar arasında korku ve bunun yol açtığı güvenlik ikilemi devletleri savaşa zorlayan ne- denlerin başında gelmektedir. Kaldı ki realistler diğer bir devletin (eğer ki bu aynı zamanda potansiyel bir düşmansa) güçlenmesine seyirci kalmaktansa onu önlemek için savaşa başvurmayı meşru saymaktadır. Bunun en önemli örneği Thucydides’in çalışmasında görülmektedir. Thucydides Atina’nın güçlenerek güç dengesini boz- ma olasılığına karşı, Sparta ve müttefiklerinin savaşa başvurmasını bir zorunluluk olarak görmektedir. Çünkü; bu anlayışa göre vücudun herhangi bir yerinde varlığı anlaşılan bir tümörün henüz küçükken ortadan kaldırılması ne kadar gerekliyse bu da o kadar gereklidir. Bu yaklaşıma Machiavelli’de de rastlanmaktadır. Machiavelli de haklı ve haksız savaş gibi kavramlar üzerinde durmamaktadır. Bu kavramlar aynı zamanda saldırı ve saldırgan kavramlarını da tanımlamayı gerektirir ki realizm bu- nun üzerinde durmayı gerekli görmez. Eğer bir savaş, ulusal çıkarın korunması için gerekliyse yapılmalıdır. Kendini savunma kavramı oldukça geniş bir çerçevede ele alındığından realizmde emperyalizme meşruluk tanınmaktadır. Zira tehdit açıkça algılanabiliyorsa karşı tarafın saldırısını beklemeye gerek yoktur, böyle bir savaş ge- reklidir ve meşru kabul edilmelidir (Forde, 1992: 375-76).

Realizme göre, politikacılar ahlaki ölçütlerden ziyade temelinde çıkar ve gücün maksimum kılınmasını öngören siyasal kriterlere göre davranırlar. İdealist yakla- şım politikanın ahlaki standartlara uyması gerektiği üzerinde dururken realistler, soyut nitelikli ahlaki standartların siyasal eylemlere uygulanamayacağını ileri sü- rerler. Çünkü; karar verici durumundaki devlet adamı, ulusal çevreden farklı ola- rak, gerek bir merkezi otoritenin, gerek tam anlamıyla devletleri bağlayıcı hukuki yaptırımların, gerekse bütün devletlerce kabul edilmiş ilkelerin bulunmadığı bir uluslararası çevrede faaliyet göstermektedir. Ayrıca uluslararası alanda geçerli olan standartlar, ulusal düzeyde bir bireyin davranışlarını yönlendiren standartlardan da oldukça farklıdır. Realistlere göre, devlet adamı, devletin çıkarını gözetmek zo- runda olduğundan, bireysel ilişkilerinde uyduğu ahlaki standartlara çoğu zaman uymayabilir. Zira devlet adamı, öncelikle ulusal çıkarı gözetmek ve devleti dış teh- ditlerden ne pahasına olursa olsun korumak zorundadır. Çünkü; merkezi bir otori- tenin bulunmadığı bir uluslararası ortamda, sonucu belirleyen her zaman devletin

(21)

gücü olmaktadır. Bu nedenle devrimci, yayılmacı ya da revizyonist davranışlara sık sık rastlanan bir uluslararası sistemde devleti düşmanlarından korumak zorunda olması, devlet adamını uygar bir toplumda bireyler ve gruplar arasındaki ilişkiler- de hakim olan ahlaka aykırı ya da çirkin olarak kabul edilen birtakım yöntemleri benimsemek durumunda bırakmaktadır.

Morgenthau’ya göre, devlet, ulusal çıkar peşinde koşarken bireysel ilişkilerde geçerli olan ahlâki ilkeleri gözetmez. İkisinin birbirine karıştırılmaması gerekir.

Devlet adamının öncelikli sorumluluğu ulusal devletin varlığını korumaktır ve onun yapması gerekenler bu noktada bir vatandaş olarak bireysel ilişkilerinde dikkate aldığı ahlâki ilkelere ters düşebilir. Bireyler, özgürlük ve adalet gibi evren- sel moral ilkeler uğruna kendilerini feda etme hakkına sahip oldukları halde dev- let adamlarının geleceklerinden sorumlu oldukları insanlar adına bunu yapmaya hakları yoktur. Dolayısıyla ahlakçılara göre aykırı görülebilecek birçok uygulama devlet adamı için gerekli bir davranış olarak görülebilmektedir. Çünkü; devlet ya da devlet adamını yönlendiren unsur, moral unsurlardan ziyade devletin çıkarı için yapılması gerekenlerdir. Bu gereklilik ve zorunluluk unsuru amaca ulaşmak (güç dengesini korumak ya da varlığını sürdürmek) için kullanılan aracın ahlaki kriterlere göre değerlendirilmesini engellemektedir (Forde, 1992: 374-76).

Morgenthau’ya göre, devletler yine de kendi politikalarının ahlâki, diğer bir deyişle evrensel moral ilkelere uygun olduğunu ileri sürme eğilimindedirler. Ba- zıları ise bunu hukuki ya da dini ilkelerle bağdaştırmaya çalışır. Hatta bu şekilde tanımlanan dış politikalara sahip devletlerin zamanla aşırılıklara gittikleri olmuş- tur. Buna karşılık, siyasal gerçekçiliğe (realizm) göre, dış politikalar gücün çıkar olarak tanımlandığı bir çerçeveye oturtulduğunda hem daha iyi anlaşılacak hem de devletleri bu tür siyasal ve moral aşırılıklardan koruyacaktır. Bu yapıldığında diğer ulusları tıpkı kendi ulusumuz gibi yargılayabilir ve diğer ulusların çıkarları- na saygılı politikalar geliştirme yeteneği kazanabiliriz.

Morgenthau’ya göre ahlakın ve siyasetin alanları ayrıdır ve bunlar birbirine karıştırılmamalıdır. Siyaseti ve siyasal olanı tanımlarken siyasal bir dil kullanılma- lıdır. Morgenthau’ya göre, siyasetin dili çıkarla ilgili olmalıdır. Diğer bir ifadeyle Morgenthau’ya göre iktisatçıların, hukukçuların ve ahlâkçıların kendi alanlarında yaptıkları gibi, siyasal alanın da kendi başına bağımsız olması gerekir. Devletin herhangi bir politikası hakkında iktisatçı, söz konusu politikanın toplumun re- fahını nasıl etkilediğini, hukukçu hukuksal kurallara uygun olup olmadığını ve ahlâk bilimci moral ilkelere uyup uymadığını araştırırken realist (siyasal gerçekçi) aynı olayı güç olarak tanımlanan çıkar açısından düşünür. Yani bu politikanın, devletin gücünü ne yönde etkilediği konusu üzerinde durur. Bununla beraber, si- yasal gerçekçi aynı zamanda siyasal olmayan düşünce standartlarının farkındadır ve onları bir tarafa bırakmaz, fakat siyasal olmayanların siyasal olaylar üzerinde kendilerini empoze etmelerini de kabul etmez ve siyasal olmayan standartları bu noktada siyasal olanlara bağımlı kılar.

Geleneksel realizm ya da klasik realizm gibi adlarla anılan XX. yüzyıl realizminin gelişmesine öncülük eden yazarların başında Edward Carr ve Hans Morgenthau gel- mektedir. Kenneth Waltz ise, neo realizmi geliştirmesi açısından, adından en fazla söz ettiren realistlerdendir. Bunların dışında Nicholas Spykman, John Herz, Ray- mond Aron, Arnold Wolfers ve Norman Graebner gibi realizme önemli katkılarda bulunan başka yazarlar da bulunmaktadır. Kuramın Henry Kissinger, Zbigniew Brzezinski ve Brent Scowcroft gibi siyaset dünyasından da temsilcileri de vardır.

(22)

Edward H. Carr, Uluslararası İlişkiler alanında temel klasikler arasına girmiş bulunan “Yirmi Yılın Krizi: 1919-1939” (The Twenty Years’ Crisis) adlı çalışma- sında II. Dünya Savaşına giden süreci analiz ederken savaşın nedenleri üzerin- de durmak yerine, genel bir kritiğini yaparak daha belirgin nedenler üzerinde durmayı tercih etmiştir. Carr, 1919 tarihli Versay Antlaşması’nın üzerinden he- nüz yirmi yıl geçmeden savaşın çıkışını hayretle karşıladığını belirterek gelenek- sel idealist yaklaşımı şiddetle eleştirmektedir. I. Dünya Savaşı’nın korku, endişe ve güvensizlikten kaynaklandığını belirterek diğer realist yazarlar gibi o da güç unsurunun önemi üzerinde durmaktadır (Viotti ve Kauppi, 1993: 43-44). Carr, ilk başta güvenlik endişeleriyle ve meşru savunma amacıyla başlayan I. Dünya Savaşı’nın bir süre sonra saldırı savaşına dönüştüğüne dikkat çekerek, önce sa- vunma amacıyla savaşa girmiş olan Avrupa devletlerinin de bir süre sonra bazı toprakları ele geçirmek amacıyla hareket etmeye başladıklarını ifade etmektedir.

Zaten, Thucydides’in Atina-Sparta savaşında da tıpkı böyle olmuştur. Carr, ken- disinin ütopyacılık olarak adlandırdığı idealist teorilerin acımasız bir eleştirisini yaptığı çalışmasında, değer ve güç unsurlarının, ütopya ve gerçeklik gibi birbirin- den farklı kavramlar ve olgular olduğunu ifade etmektedir.

Carr’a göre, politika etiğin değil, etik politikanın bir fonksiyonudur. Etiği daha öncelikli gören idealistlere (liberallere) göre, bireyin görevi toplumun genel ya- rarına tabi olmak ve kendi çıkarını toplumun çıkarı için feda etmektir. Bunlara göre, bireyin kendisi için iyi olan, her zaman toplum için iyi olana tabidir. Sadakat ve fedakârlık bu bakış açısına göre vazgeçilmez kavramlardır ve birey için kendi çıkarının önünde gelmelidir. (Carr, 1972: 33).

Ütopyacıların (liberallerin veya idealistlerin) “çıkarların uyumu” doktrinini eleştiren Carr’a göre, idealistlerin böylece kendi çıkarlarını, dünyanın geri kalanına kabul ettirmek amacıyla bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde evrensel çıkar adı altında gizlediğini ileri sürmektedir. İnsan doğası gereği kendi için yararlı olduğuna inan- dığı bir şeyin diğerleri için de yararlı olduğuna inanır. Hatta bazı özel çıkarlarını gizlemek için şık maskeler bulur. Ülke içinde sık sık kullanılan kamusal yarar teo- rilerinin benzerlerine uluslararası ilişkilerde de sık sık rastlanır. Carr’a göre idealist mutlak bir standart geliştirmeye heveslidir. Fakat bunu yaparken kendi çıkarının dünyanın çıkarı olduğunu açıkça söylemez. Önce Dünya için iyi olanın kendi ülke- si için de iyi olacağını savunur; arkasından da bu argümanı tersine çevirerek kendi ülkesi için iyi olanın dünya için de iyi olduğunu söyler. Bunun tarihte yığınla örne- ğinin bulunduğuna işaret eden Carr, ABD Başkanı Woodrow Wilson’un Amerikan politikasıyla evrensel adaletin aynı olduğuna inandığını ve Amerikan çıkarlarını insanların genel çıkarları gibi sunduğunu belirtmektedir. Carr, İngilizce konuşan milletlerin kendi çıkarlarını, insanoğlunun iyiliği kisvesi altında gizlemekte usta olduklarını ve bu tip bir ikiyüzlülüğün Anglo Sakson aklına has bir özellik olduğu- nu belirtmektedir (Williams, Wright, Evans, 1996: 259-263).

İdealizmi ütopya olarak niteleyerek ağır şekilde eleştiren Carr’ın açtığı yoldan gi- derek kendini bir realist teori geliştirmeye adamış olmasından dolayı XX. yüzyıl re- alizminin asıl babası sayılan yazar Hans J. Morgenthau’dur. Hans J. Morgenthau’ya göre, dünya rasyonel bir bakış açısıyla kusurlu ve noksandır. Bunun nedeni ise in- sanın doğasında aranmalıdır. İnsan kötü, günahkar ve ilişkilerinde çıkarı ve gücü ön plana alan bir doğaya sahiptir. Dünya, insanın doğasında var olan bu güçlerin bir yansımasından ibaret olduğundan, dünyayı düzeltmek ve geliştirmek için bu güçlere karşı çıkmak yerine bu güçlerle birlikte hareket etmek gerekir. Böyle bir dünya, ister istemez çatışan çıkarlar dünyası olacak, moral ilkeler hiçbir zaman tam

Hans J. Morgenthau Çıkarların uyumu doktrinine göre, birey kendi çıkarı için çalışırken toplum çıkarı için de çalışmış olur. Kendi çıkarı peşinde koşan devlet, uluslararası toplumun çıkarına da çalışmış olur.

(23)

olarak gerçekleştirilemeyecek, olsa olsa, geçici çıkar dengelerinin ve her an yıkılıp bozulabilecek çözümlerle giderilmiş çatışmaların gölgesinde oluşan bir dünya elde edilebilecektir. Morgenthau, realist yaklaşımın ve siyasal gerçekçiliğin altı ilkesi üzerinde durmaktadır (Morgenthau, 1970: 2-14).

Bu ilkelerden birincisi, genel olarak toplum gibi, politikanın da kökleri insan doğasında bulunan objektif yasalarca yönetildiğine inanılmasıdır. İkincisi, siyasal gerçekçiliğin hareket noktasını güç olarak tanımlanan çıkar kavramının oluşturdu- ğudur. Üçüncü olarak, siyasal gerçekçiliğe göre, çıkar kavramı gerçekten de politika- nın özüdür ve zaman ve mekana bağlı değildir. Dördüncüsü, Morgenthau, evrensel moral prensiplerin devletlerin dış politikadaki eylemlerine aynen uygulanmasının mümkün olmadığını belirtmektedir ve bu prensiplerin zaman ve mekana bağlı ola- rak ortaya çıkan somut şartlara göre ayıklanması gerektiğini belirtmektedir. Siya- sal gerçekçiliğin beşinci ilkesine gelince, Morgenthau’ya göre, siyasal gerçekçilik bir devletin siyasal eylemlerini, yani ahlâki hareket edip etmediğini evrensel ahlâki prensiplerle ölçmeye kalkmaz. Altıncı ve son olarak Morgenthau, siyasal eylemlerin siyasal kriterlerle değerlendirilmesi gerektiği üzerinde durmaktadır.

Diğer gerçekçi yazarlar gibi Morgenthau da devletin sahip olduğu kapasite- nin, devletin dış politikasının belirlenmesinde önemli bir faktör olduğu üzerinde durmaktadır. Morgenthau, ulusal gücün ögelerini, niceliksel ve niteliksel ögeler olmak üzere iki grupta toplamaktadır. Bunlardan coğrafya, doğal kaynaklar, en- düstriyel kapasite, askeri hazırlık derecesi ve nüfus niceliksel ögeler olarak dikkate alınırken ulusal karakter, ulusal moral, diplomasinin niteliği ve hükümetin niteli- ği, niteliksel öğeler olarak dikkate alınmaktadır.

Morgenthau da tüm diğer gerçekçiler gibi, güç dengesinin uluslararası sistem- de barışın korunması bakımından etkin bir teknik olduğu üzerinde durmaktadır.

Ancak Morgenthau’ya göre, uluslararası barışı koruyan güç dengesinin kendisi olmayıp, esas önemli olan bu konuda devletler arasında bir konsensüsün (fikir birliğinin) bulunmasıdır. Çünkü; güç dengesinin kurallarına uyulması için, önce- likle devletler arasında güç dengesinin korunması konusunda ortak bir anlayışın bulunması gereklidir.

Öte yandan, realizmin gelişmesine önemli katkılarda bulunan Reinhold Ni- ebuhr da Morgenthau gibi uluslararası politikaya insan doğasından yola çıkarak kötümser yaklaşmakta; devleti, üniter yapılar ve uluslararası politikanın temel aktörü olarak, uluslararası politikayı ise güç ve çıkar mücadelesi olarak görmek- tedir. Niebuhr da Morgenthau gibi uluslararası yapıda istikrarı güç dengesinin sağladığına inanmaktadır. Ancak güç dengesi, devletlerin diğerlerini algılamala- rına bağlı olarak benimsedikleri politikaların sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.

Düzeni sağlayıcı bir unsur olarak görülen güç dengesi, Adam Smith’in “görünmez eli” gibi bu mekanizmanın doğal sonucu olarak ve sanki devletler arasında bunu sağlamak için gizli bir kontrat yapılmış gibi işlemektedir. Niebuhr da gücü, askeri ve ekonomik güç başta olmak üzere kapasite toplamı olarak görmektedir.

Realizme göre, uluslararası sistemin anarşik yapısında güç dengesi, istikrarı nasıl sağlamaktadır?

NEOREALİZM VE KENNETH WALTZ

Kenneth Waltz’ın “Uluslararası Politika Kuramı” (Theory of International Politics) adlı 1979’da basılan çalışması, 1980 sonrası döneme egemen olacak bir tartışmayı başlatmıştır. Kitabında yer verdiği düşüncelerle neorealist düşüncenin öncüsü olan

4

(24)

Waltz, ilginç şeyler üzerinde durmakta ve o güne kadar bir sonuç olarak bakılan ve anarşik bir ortam olarak görülen uluslararası yapının devletlerin davranışlarını sınırladığını söylemekte; ayrıca güç kavramına yeni anlamlar yüklemektedir.

Waltz, farklı siyasal sistemlere ve farklı ideolojilere sahip olan devletlerin benzer davranışlar ve politikalar benimsemesinin nedenini açıklamaya çalışmıştır. Waltz’a göre bunun yanıtı yapı kavramında saklıdır. Uluslararası yapı, devletlerin benzer koşullarda kendi özsel farklılıklarına rağmen, benzer politikalar izlemesinin kay- nağını ve nedenini oluşturmaktadır. Aslında Waltz’a göre indirgemeci olan yalnız dış politikayı insan doğasına ve devletin kapasitesine dayandıran klasik realistler değildir; dış politikayı bireye indirgeyen klasik liberallerle sınıf çatışması ve üretim biçimini temel alan Marksistler de benzer şekilde indirgemecidir. Waltz’a göre tüm bunların temel hatası dış politikayla devletlerin oluşturduğu sistemi birbirinden ayırmamalarıdır. Waltz bu nedenle sistemin dış politika üzerindeki sınırlandırıcı ve koşullandırıcı etkisine dikkat çekmektedir (Waltz, 1982: 19-32; 1992: 33).

Waltz’a göre, uluslararası sistem; sistemin temel kuralları, sistemi oluşturan birimlerin niteliği ve birimler arasındaki kapasite dağılımı gibi ögeler açısından ulusal sistemden farklılık göstermektedir. İç siyasal sistemde, sistemin temel kura- lı hiyerarşi olmasına karşılık uluslararası sistemin ana ilkesi anarşidir. Hiyerarşik bir yapıya sahip olan ulusal sistemde emir ve itaat ilişkisi hakimdir. Sistemdeki birimleri oluşturan bireyler karmaşık toplumsal yapı içindeki işbölümü çerçeve- sinde hangi alanda uzmanlaşacaklarına kendileri karar vermekte ve bu nedenle farklı alanlarda uzmanlaşabilmektedirler. Oysa uluslararası anarşik yapıda ast üst ilişkisi ya da itaat eden-edilen ilişkisi söz konusu değildir. Birimlerin fonksiyonla- rında benzerlik bulunmaktadır. Hiyerarşik bir nitelikteki ulusal yapıda farklı ka- pasitelere sahip olan birimlerin fonsiyonları farklıyken anarşik bir niteliğe sahip olan uluslararası yapıda farklı yetenekteki devletlerin fonksiyonları büyük ölçüde benzerlik göstermektedir (Linklater, 1995, 244).

Waltz’a göre güç dengesi süreklilik göstermekte, denge bozulsa bile başka bir şekilde yeniden kurularak devam etmektedir. İki kutuplu ya da çok kutuplu, her iki modelde de güç dengesi sistemin ana özelliğidir. Bununla beraber, iki kutuplu- luk çok kutupluluğa göre daha istikrarlıdır. Büyük güçlerin ihtiyatlı bir dış politika izlemelerinden, yaşamsal çıkarların kesin bir şekilde tanımlanmış ve etki alanları- nın belirgin olmasından ve nükleer silahların varlığından dolayı iki kutuplu yapıda merkezi güçler arasında savaş çıkma olasılığı daha azdır. Bu nedenle de daha istik- rarlı bir görünüme sahiptir. Çok kutuplu yapılardaysa sürekli değişen askeri itti- faklar ve kapasite değişimlerinde meydana gelen farklılaşmalar, yapının istikrarını tehdit eden unsurlardır ve bundan dolayı daha istikrarsız bir nitelik göstermektedir.

Çok kutuplu sistemlerde söz konusu olan karşılıklı bağımlılığın artması da istikrarı azaltan bir diğer unsur olarak değerlendirilmektedir (Linklater, 1995, 246-47).

Bu bağlamda yapı ve sistem kavramları üzerinde duran Waltz’a göre devletler, uluslararası yapının gereklerine göre hareket etmektedirler. İki kutuplu ya da çok kutuplu olarak da nitelenebilecek uluslararası sistem, özünde merkezi bir otorite- nin bulunmaması ve doğa durumunun devam etmesi nedeniyle anarşiktir. Waltz’a göre bu anarşik yapıdaki uluslararası sistemde her bir devletin öncelikli amacı ege- menliğini ve güvenliğini korumaktır (Vayrynen, 1995: 361-62; Forde, 1995: 142).

Açıkçası Kenneth Waltz’ın öncülüğündeki neorealist okul, dünyayı daha ön- ceki realist düşünürlerden pek çok yönüyle farklı tanımlıyor ya da farklı görüyor.

Realistler uluslararası politikayı kabaca devletler arası bir etkileşim süreci olarak görmekteydi. Oysa, neo realistler devletler arası etkileşime bakarken sistem dü-

Kenneth Waltz

Referanslar

Benzer Belgeler

[r]

Bu nedenle, sadece anne-baba veya sadece öðretmen görüþüne dayanmak, çocuðun veya gencin sorununu tam olarak yansýtmayabilmektedir (Conners 1997, Conners ve ark.

11) 2, 8, 9, 3, 5, 6 rakamlarını birer kez kullanarak yazılabilecek on binler basamağı 5, yüz binler basamağı 6, yüzler basamağı 9 olan 6 basamaklı en büyük tek

The mechanism GCG is the object of this research which profitability institutional share ownership, managerial share ownership, board of directors, independent board

Türkiye`deki Uluslararası İlişkiler (Uİ) çalışmalarının gelişimini, mevcut durumunu, temel özelliklerini, küresel Uİ disiplini içerisindeki konumunu ve bu

Ancak, özellikle SSCB’nin dağılmasıyla bağımsızlığını kazanan Türk cumhuriyetlerinin yönetim zafiyetleri, milli ordularının bulunmaması, Rusya’ya bağımlılıkları,

趺陽、少陰,乃古診法。越人以十二經雖皆有動脈,獨取寸口以決死

Açık kiremit renginde hamuru yoğun oranda mika, mineral ve kireç katkılı olup ince taneli, sık dokuludur.. Her iki yüzeyi hamurunun renginde astarlı, mat